31 Aralık 2007 Pazartesi

“Eylül Irmakları” Gönüle Akıyor

M.NİHAT MALKOÇ

Her çıkan kitap beni, istediği oyuncağı satın alınmış çocuklar gibi sevindirir. Kitabın doğuşunu insanın doğuşu kadar anlamlı ve muteber sayarım. Çünkü bana göre kitapların da kendince bir sesi, dili ve yüreği vardır. Her birinde nice hayatlar saklıdır. Onları okudukça bu hayatların ve fikirlerin içine destursuzca gireriz. Bizleri hep güler yüzle karşılarlar.

Ülkemizde her yıl hemen her düşünceden ve türden binlerce yeni kitap, raflardaki yerini alır. Vitrinler gül bahçelerine dönüşür. İnsanlar; düşüncelerine yakın buldukları, ilgi duydukları kitapları satın alarak kütüphanelerine kazandırırlar. Bizim gibi eli kalem tutan kişiler için kitap, hava ve su gibi elzemdir. Öyle ki, sayfalar devirmediğimiz akşamlar gözümüze uyku girmez. Yazan kişiler birbirlerinin halini bildiği için yeni çıkardıkları kitaplarından imzalayıp dostlarına gönderirler. Bu, yazar dayanışmasının en güzel örneğidir.

Bu senenin son aylarında kıymetli şair ve yazar dostum Mustafa Özçelik, bu yıl yayınladığı kitaplardan bir demet gönderdi bana. Birbirinden değerli bu kitaplardan özellikle “Eylül Irmakları” adını taşıyan, ilgimi çekti. Çünkü şiirsel bir ismi vardı kitabın… Fakat bu bir şiir kitabı değildi. Özçelik son dönemlerde yazmış olduğu denemelerini bu isim altında bir araya getirmişti. Sütun Yayınları tarafından yayınlanan ve 156 sayfadan meydana gelen eserde 25 tane deneme bulunuyor. Bu denemeler son dönem edebiyatına ışık tutuyor.

“Eylül Irmakları” adını taşıyan bu kitap üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümdeki iki deneme Yunus Emre’yi, iki deneme Nasrettin Hoca’yı, iki deneme Yahya Kemal’i, birer deneme de Mehmet Akif’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Leyla ve Şeref Hanım’ı konu edinmiştir. Yazar, ikinci bölümde ikişer yazıda Necip Fazıl’ı, Samiha Ayverdi’yi, birer yazıda A. Nihat Asya’yı, Bahattin Karakoç’u, Nurettin Topçu’yu, Sezai Karakoç’u ele almıştır. Üçüncü bölümde ise günümüzün değerlerine yer vermiştir. Bu kısımda sanatçının kişilik ve sorumluluk boyutlarını sorgulamıştır. Son dönem şiirindeki simalardan M. Atilla Maraş’a, merhum M. Akif İnan’a, Metin Önal Mengüşoğlu’na, Nezir Akalın’a, Mustafa Miyasoğlu’na, A. Vahap Akbaş’a ve gölgede kalmış bir şair olan Ahmet Veske’ye değinmiştir.

Eskişehir’den Türkiye’ye seslenen, arı gibi çalışkan ve verimli olan Mustafa Özçelik, üslup sahibi bir şair ve yazarımızdır. Onun şiirleri de, denemeleri de oturmuş bir kalemden çıkmış intibaını verir. Düzyazıları, özellikle de denemeleri şiir renginde ve tadındadır. Yirmi bir yaşında edebiyat hayatına atılan bu usta kalem, 32 seneden beri aralıksız yazmaktadır. O, edebiyatın her sahasında özellikle şiir, deneme, makale, biyografi, öykü, masal, günlük türlerinde çalışmalar yapmaktadır. “Gelişme, Mavera, Yönelişler, İslâm, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat, Gül Çocuk, Dolunay, Düş Çınarı, Dergâh, Kayıtlar, Kültür Dünyası, Kırağı, Kardelen, Seviye, Kitap Dergisi, Bu Meydan, Kalem ve Onur, Güneysu, Kubbealtı Akademi, Bizim Külliye, Yansıma, Bir Nokta, Vuslat, Edebiyat Ortamı, Taşra Edebiyat, Yedi İklim, Yitik Düşler, Ay Vakti, Gonca Çocuk” dergileri onun edebî verimlerini gün yüzüne çıkardığı, okuyucuyla buluşturduğu periyodik yayınlardır. Yıllardan beri bu kadar çok yayında edebî verimlerini yayınlayan velut bir yazarın üslubunun oturmuş olması tabiî bir neticedir.

Yazarlar çok okuyan insanlardır. Başka bir deyişle çok okuyan insanlar zamanla yazar olurlar. Çünkü okumak dolmak, yazmak boşalmaktır. Okuduklarımız bizde bir birikim oluşturur, bu birikim zamanla inkişaf alanı arar kendine. İşte bu noktada yazmaya, bildiklerimizi paylaşmaya başlarız. Mustafa Özçelik de böyle oluşturmuş Eylül Irmakları’nı… Bu kitap özellikle oturulup yazılmamıştır. Yazar değişik dergilerde yayınladığı yazılarını bir araya getirmek istemiş, dağınıklığın önüne geçerek tabir caizse onları zapturapt altına almıştır.
Yazar Özçelik, “Eylül Irmakları” adlı eserinin önsözünde : “Bir yazar, yazar olmaktan çok, öncelikle iyi bir okuyucudur. Hem çağdaşlarını hem de önceki dönem yazarlarını ciddi okumak durumundadır. Bu faaliyet sadece okumakla da sınırlı kalmamalı, yazarlar ve eserleri üzerinde düşünmeli, yorumlar yapmalıdır.” diyerek bu eylemi elzem bir iş olarak görüyor.

“Eylül Irmakları” adlı deneme kitabı özellikle son dönem edebiyat çevresine ışık tutuyor. Bu ışığın huzmelerini takip ederek yeni dönemin özüne giden kapıyı aralıyoruz. Bu kitapta Türk şiirinin en gür sesli şairi Yunus Emre’den, hoşgörünün mimarı Mevlana’ya kadar pek çok millî ve evrensel değerimizi bulabiliyoruz. Kitap Yunus Emre’yle başlıyor, Ahmet Veske’yle nihayetleniyor. Bu iki şair arasında, edebiyat ağacının yüksek dallarında gezinip duruyoruz. Yerle sema arasında diyardan diyara dolaşıyoruz. Her edip bir renk ve çeşni sunuyor tasavvurumuza… Özçelik’in tutarlı ve isabetli eleştirileri önümüzü aydınlatıyor. Edebiyata onun gözüyle baktığımıza değiyor. Zira o, değerlendirmelerinde bizi yanıltmıyor.

Özçelik’in çok okuyan ve muhakeme eden bir insan olduğunu biliyorum. Bunun ipuçlarını eser ve edip değerlendirmelerinde açıkça görebiliyoruz. O, denemelerinde malumu ilan etmiyor, bilhassa bilinmeyenleri okuyucuya sunmayı, söze doyumsuz bir lezzet katmayı öncelikli gaye ediniyor. Değerlerimize onun gönül dünyasından baktığımızda evvelden oluşmuş önyargılarımız da güneşe değen buzdağları gibi eriyip gidiyor. Neticede yalandan ve abartıdan arınmış, asıl marifeti samimiyet olan sözler kalıyor kelam eleğinin üstünde…

Anadolu’da Yunus’u ve Mevlana’yı bilmeyen ve sevmeyen yoktur. Fakat bazı kesimler Yunus’u ve Mevlana’yı kendi emellerine alet etmek için hakikatleri tersyüz ediyorlar. Bu kesimlerin temsilcileri olan kalemler, çok farklı ve bir o kadar da bizden uzak bir portreyle karşımıza çıkıyorlar. Bir de bakıyorsunuz ki Yunus Emre, Allah aşkını kapının dibine koymuş, affınıza sığınarak söylüyorum, bir zampara olup çıkmış karşımıza. Mevlana’nın hak ve hakikat paydasında hocalarıyla olan samimiyeti de başka şekillerde algılanmış, zihinler bulandırılmış, inançlı kesimlerin aklının ucundan bile geçmeyen şeyler yakıştırılmış bu halk ve Hak dostlarına. Bu gibi değerleri, Mustafa Özçelik gibi dürüst ve inançlı kalemlerden okursanız fikir bataklığına saplanmazsınız. Onun içindir ki bu kıymetli gönül adamının süzgecinden süzülen hakikat damlacıklarını çok önemsiyorum.

Dedim ya, değerlerimize ve değerlilerimize bir de Özçelik’in hakikat penceresinden bakalım. O, hayata dair isabetli teşhislerde bulunuyor. Bununla da kalmayıp manevî tedavi yollarını da sıralıyor. Bir çeşit gönül tabipliği yapıyor. Eylül Irmakları’nda onun, yozlaştırılan hayata dair isabetli teşhislerinden ve tedavi önerilerinden bir demet sunmak istiyorum sizlere:

“Kendimizi, insanımızı, insanlığımızı kaybediyoruz. Patron zalim, işçi hilekâr, sultan adaletsiz, âlim cahil… Eşyanın dilini unutmuş, solan çiçeğin, kuruyan ırmakların feryadını duyamıyor hale gelmişiz. Onca mal gönül darlığımızı gidermiyor, onca kitap, dergi, gazete bizi hakikatin bilgisine ulaştıramıyor. Bilim adamımız doğruyu öğretmiyor/öğretemiyor. Sanatçımız varlığın ve var edenin sırrını hissettiremiyor. Ressamımızın gönül gözü kapalı… Patronumuz rüyasında para yığınlarından başka bir şey görmüyor. Siyasetçimiz hilekâr, dostlarımız riyakâr, rakamlarımız sevimli, çiçeklerimiz susuz. Vaizin sesi ulaşmıyor içimize, kitap sayfaları içimizi karartıyor. Musiki, bir felaket çığlığına dönüşüyor ve hiçbir noktada birleşemiyoruz. Düşünelim… Birleşemeyenler ‘Bir’e nasıl gidecekler? İşte Yunus, bu birleştiriciliğin “Bir’e gitmenin de sınavını vermiş bir insan. Öyleyse onunla beraber, önce tövbe ederek sonra ‘bismillah’ diyerek söylemeye başlayalım: Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni!”(“Yunus Emre’yi Yeniden Okumak” , Eylül Irmakları, s.14)

“Eylül Irmakları” isimli deneme kitabında ansiklopedik bilgilere yer vermiyor Mustafa Özçelik… Bu eserde şiir altyapısı güçlü bir şairin doyumsuz mensur yazılarıyla gönlümüze ziyafet çekiyoruz. Onun satırlarında edebiyatın derinliklerine yol alıyoruz. Bizleri nükteleriyle güldüren Nasrettin Hoca’nın bir mutasavvıf ve bilge insan olduğu gerçeğini ondan öğreniyoruz. Mevlana âşığı iki kadın şair Leyla ve Şeref Hanım’ın hayatındaki sis perdelerini yine o aralıyor. Yahya Kemal’deki tarih şuurunu ve milliyet telakkisini bu kadar sade ve sade olduğu kadar da derin anlatan başka bir kalem erbabı az bulunur.

Eylül Irmakları, daha evvel yine aynı yayınevi tarafından yayınlanan Nun ve Kalem’in bir devamı izlenimi veriyor। Bu eser de bize denemenin doyumsuz hazzını vermişti. Bizler bu denemeler zincirinin yeni halkalarını büyük bir iştiyakla bekliyoruz. Kalemin hiç susmasın.

28 Aralık 2007 Cuma

Trabzon'da Mevlana Günleri

M.NİHAT MALKOÇ

Mevlana Celaleddin Rumî Hazretleri sadece Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde de tanınan ve sevilen bir mutasavvıftır. O, bundan 800 sene evvel dünyamıza bir ışık niyetine doğmuştur. Onun sekiz yüzüncü doğum yıldönümünü kutluyoruz bu yıl… Bunun içindir ki UNESCO adlı dünya kültür kuruluşu bu seneyi “Mevlana Yılı” olarak ilan etti.

Bilindiği gibi dünya kültürlerinin en büyük teşkilatı olan UNESCO, dünya çapındaki değerleri ele alıyor, onlara seneler tertip ediyor, içte ve dışta hakkıyla tanınmalarını sağlıyor. Mevlana’nın ölümünün 700. yılı 1973 senesine rastlamıştı. O zaman da söz konusu kültür kurumu 1973’ü “Mevlana Yılı” olarak ilan etmişti. Bu yılla birlikte dünya çapında iki büyük Mevlana yılını idrak etmiş bulunuyoruz. Bu, Mevlana’nın evrenselliğinin, fikirlerinin dünyayı kuşattığının delilidir. Mevlana, inancıyla ve çağları kuşatan evrensel mesajıyla kıtaları aşıyor.

Bu yıl Mevlana’yla ilgili Türkiye’de ve yurtdışında yüzlerce panel ve konferans yapıldı; sergi açıldı. Dünya bir kez daha Mevlana’yı ve onun evrensel fikirlerini tanıma ve anlama imkânı buldu. Bu aynı zamanda milyon dolarlarla yapılamayacak bir Türkiye reklâmını beraberinde getirdi. Anlaşılan o ki Mevlana yaşarken de, öldükten sonra da bize ve kültürümüze hizmet etmeye devam ediyor. Bu büyük mutasavvıf ve Allah dostu, ülke sınırlarını aşıyor. Hastalıklı ve bunalımlı dünya bu Hak âşığını bir kurtuluş ve derman olarak model alacağı günleri iple çekiyor. Avrupa ve dünya ancak bu manevi atmosferle kurtulabilir.

Bu yıl başta İstanbul ve Konya olmak üzere, Türkiye’de hemen her şehirde Mevlana’yla alâkalı aydınlatıcı programlar düzenleniyor. Kültür ve sanata kayıtsız kalmayan şehirlerin başında gelen Trabzon’da da Mevlana’yla ilgili bir dizi faaliyet gerçekleştirildi. Trabzon Valiliği tarafından hazırlanan “Mevlana Günleri” ilk gün etkinlikleri yoğun bir katılımla gerçekleştirildi. Trabzon Lisesi’ndeki programa, Bayındırlık ve İskân Bakanı Faruk Nafiz Özak, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Trabzon Valisi Nuri Okutan, Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu, bilim adamları, yazarlar ve çok sayıda davetli katıldı.

Mevlana, Türkiye genelinde bir yıldan beri enine boyuna anlatılıyordu. Bu büyük Allah dostuyla ilgili şiirler, tiyatrolar, hikâyeler ve romanlar yazılıyor; paneller, konferanslar yapılıyordu. Bu çalışmaların 2007 senesine ait olanlarının sonuncusu, bir kültür ve sanat şehri olan Trabzon’da gerçekleştirildi. Tabir caizse Trabzon üç gün boyunca Mevlana düşüncesiyle yattı kalktı. Şehrin en geniş ve kalabalık caddelerine renkli ve ışıklı Mevlana figürleri asıldı. Bu büyük düşünürle ilgili Trabzon Valiliği “Mevlana’nın Mesnevisi’nden Seçmeler” adlı bir derleme çalışması yapıp Mevlana Günlerini takip etmek için gelenlere ücretsiz dağıttı.

Türkiye’nin en köklü eğitim kurumlarından biri olan Trabzon Lisesi’nde, Mehmet Ali Yılmaz Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen Mevlana Günleri’nin açılışını Trabzon Valisi Nuri Okutan yaptı. Okutan konuşmasında Mevlana’nın öğreticiliğine değindi. Onun ardından söz alan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay bu büyük Hak ve halk düşünürünün evrenselliğine değindi. Sayın Bakanın metne bağımlı olmadan, irticalen yaptığı anlamlı konuşmayı çok beğendim; bakanın hatipliğine hayran kaldım. Mevlana’nın torunu olan Esin Çelebi Bayru da konuşmasında katılımcılara Hz. Mevlana felsefesini anlattı. Bayru, “Mevlana’mız bize gerçeği, güzeli anlatıyor. Bunları bir hayat görüşü olarak benimsersek kendi kendimizle barışırız. Sonra bu barışı tüm dünyaya yayabiliriz” ifadelerini kullandı.

Programda Hz। Mevlana’nın hayatının ve felsefesinin anlatıldığı sinevizyon gösterisi gerçekleştirildi. Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, “Dünya Mevlana’yı Bekliyor” konulu konferansını verdi. Atlas Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek’in fotoğraflarından oluşan “Belh’ten Konya’ya” isimli sergi açılışı gerçekleştirildi. Mevlana’yı Anlamak ve Yazmak” adlı panel yapıldı. Trabzon’daki Mevlana Günleri kapsamında ney dinletisi ve sema gösterileri izleyiciler tarafından ilgiyle takip edildi. Trabzon üç gün boyunca Mevlana’nın feyiz ve bereketinden istifade etti. Bu etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.

Kanserin Son Kurbanı: Neriman Üçüncü(Akman)

M.NİHAT MALKOÇ

Karadeniz’de kanser vakaları artarak devam ediyor; tabir caizse canları kırıp geçiriyor kanser... Çernobil faciasının Karadeniz’de kanseri tetiklediği iddiaları her ne kadar resmi sağlık çevrelerince inkâr edilse de, bu coğrafyada yaşananlar farklı bir görüntü çiziyor. Nice değerimizi alıp götürdü kanser… Buna kader deyip geçmek ne kadar doğru acaba?

Kanser Karadeniz’de kol geziyor. Karadeniz’de bu hastalıktan bir yakınını kaybetmeyen yok gibidir. Ülkemizde pek çok kötü şey gibi kanser de kader olarak görülüp geçiliyor. Bu konuda bölgemizde ve ülkemizde ciddi istatistikler yapılmış değil. “Karadeniz’de kanserin artmasından Çernobil mi, sorumludur?” sorusu ilmî anlamda cevaplanmış değildir. Bu sorunun muhatapları “radyasyon yoktur” demiş, fakat yetkililer ilmi yolla bunun üzerine gitmemiştir. Oysa hiçbir şey gizlemekle, ‘yok’ demekle yok olmuyor.

26 Nisan 1986 gecesi Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Enerji Santrali’nin 4. reaktöründeki kazadan hemen sonra radyoaktif bulutlar tüm dünyaya dağıldı. O tarihlerde, Çernobil’le ilgili gerçeklerin açıklanmaması için ciddi bir sansür politikası yürütülmüştür. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, 24 Haziran 1986 tarihli ‘Türkiye’ gazetesine yaptığı açıklamada: “Türkiye’de radyasyon yok” demiş, sözlerini şöyle güçlendirmişti: “Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir.” Bununla da kalmamış, kameraların önünde keyifle, sözde radyasyonsuz çayı yudumlamıştı. Oysa çağdaş ülkeler gerçekleri gizlemek yerine, ciddi önlemlerle vatandaşlarının sağlığını güvence altına almıştı. Oysa biz ülke olarak facianın üstünü örtmenin hesaplarını yapıyorduk.

Kanser bütün Türkiye’de olduğu gibi, özellikle yoğun olarak Karadeniz’de öldürmeye devam ediyor. Kansere en son kurbanı, Trabzon’un gözden ırak ilçesi Köprübaşı verdi. Köprübaşı’nın sevilen simalarından Neriman Üçüncü iki yıldan beri mücadele ettiği kemik kanserine yenilerek Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kanser illeti onu çok sevdiği Köprübaşı’ndan kopardı. Nermin Üçüncü iki yıldan beri İstanbul’da kanser tedavisi görüyordu.

O, sıra dışı, renkli bir kişiydi. Köprübaşı’nın Beşköy beldesine bağlı Yılmazlar köyündendi. İlkokulu Köprübaşı’nda, ortaokulu Trabzon’da Cumhuriyet Ortaokulu’nda, liseyi Trabzon Lisesi’nde bitirmişti. Ayrıca fark derslerini verip bir de Kız Meslek Lisesi diploması sahibi olmuştu. Daha önce annesini kaybetmişti. Babası Ali Faik, Köprübaşı’nda çok tanınan bir hocadır. Ali Faik önemli bir isimdir bu ilçede. Kızı da çok güzel izler bırakarak göçtü bu topraklardan. Halk Eğitim Merkezi’nde usta öğreticilik yapan Neriman Üçüncü, yörede yaşayan kızlarımızın meslek edinmeleri için gecesini gündüzüne katmıştır. O, trikotaj ve kuaförlük alanlarında marifet sahibi bir kızımızdı. Bildiklerini paylaşmak, başkalarına yardımcı olmak onun karakteristik özelliklerinden en başta gelenlerdi.

Köprübaşı’nın pek çok imkândan yoksun olan kızlarına becerilerini aktaran Neriman Üçüncü, hayata tutunmanın en güzel örneğini vermiştir. O, Köprübaşı’nda kızlara iyi bir model olmuştur. Daima namusuyla çalışmış, alın teriyle kazanmıştır. Kazandığını da paylaşmasını, garibanlara kol kanat germesini bilmiştir. Bir ara Köprübaşı’nda taksicilik bile yapmıştır. Azmin ve cesaretin nelere kadir olduğunu yaşantısından verdiği örneklerle ispatlamıştır. Kendisi kanserle mücadele ederken kanser hastalarına da ümit ışığı olmuştur.

Hayat dolu bir insandı Neriman Hanım… Hayata gülen gözlerle bakardı। Küçük meseleleri kendine dert etmezdi. Hayatta pek çok sıkıntı yaşasa da hep ümitvar oldu. Bir soruya verdiği cevapta “Ben kötü anıları dereye attım, güzelleri bana hep güç verdi.” diyerek bir anlamda hayat felsefesini ortaya koyuyordu. Hastalığıyla boğuştuğu sıralarda çok sevdiği arabasını İstanbul’da çaldılar. Onu çok üzdüler, fakat o yine de hayata dört elle sarılmasını bildi. Kanseri yeneceğine inanmıştı. Fakat bunu başaramadı. Zaten hayatta başaramadığı tek şey sanırım buydu. O, geride güzel bir iz bıraktı. Kendisi, Köprübaşı’nda iz bırakanlar arasına çoktan girmiştir. Bu güzel yürekli ablamıza Allah’tan gani gani rahmet diliyorum.

25 Aralık 2007 Salı

Nazım Bilgin Öldü… Bitkiler Öksüz Kaldı…

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Vakti dolan kişi dünyadan göç ediyor. Bunu gösteren bariz bir örnek yaşadık geçtiğimiz günlerde. Kurban bayramının ilk günü(20 Aralık 2007) herkes bayram ederken Sürmene ilçesi esnaflarından Nazım Bilgin aramızdan ayrıldı. O, Trabzon’un önemli insanlarından biriydi. Seksen yaşında olmasına rağmen bir delikanlı gibi diri görünüyor, sürekli çalışıyordu. Karadeniz’in zengin bitki çeşitlerini toplattırarak ilaç sanayinde kullanılmasını sağlıyordu. Bu işten hem dar gelirli vatandaş, hem kendisi, hem de ilaç firmaları kazançlı çıkıyordu. Ona Sürmene’de “bitkilerin babası” diyorlardı.

O, Karadeniz bölgesindeki zengin bitki örtüsünün dünya pazarında değerlendirilmesini sağlıyordu. Allah’ın bizlere sunduğu bu şifa hazinelerinin dağlarda yok olup gitmesine gönlü razı olmuyordu. Hayvanlara yedirilen otlar onun elinde şifa kaynağına dönüşüyordu.

Trabzonlu Nazım Bilgin, Karadeniz doğasında yetişen birçok bitkiyi yurt dışına ihraç ederek, ülkemize döviz girdisi sağladı. Nazım Bilgin, başta Amerika, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerin ilaç sektöründe kullanılmak üzere tam 54 yıldır çok sayıda bitkiyi yurtdışına gönderiyordu. Bilgin’in uluslararası çapta tam altı madalyası vardı.

O artık yok aramızda. Sürmene Merkez Yeni Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından aile mezarlığına defnedilen Nazım Bilgin’in bu ani ayrılığı, siyaset, edebiyat ve iş dünyasından birçok sevenini bir araya getirdi. Öğle namazının ardından kılınan cenaze namazına AK Parti Trabzon Milletvekili Cevdet Erdöl, Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu da katıldı. Kalabalık halk kitlesinin katıldığı cenaze törenine Nazım Bilgin’in Köprübaşı’ndan da birçok seveni katıldı. Cenazede mahşeri bir kalabalık göze çarpıyordu.

Lise öğrencilik yıllarımda ben de merhuma bitki satmıştım. O zamanlar gelirlerimiz yetersiz olduğu için bütün köy halkı olarak dağlara çıkar, ormanlardan ligarba(likapa) toplardık. Bidonlara doldurduğumuz ligarbaları(yaban mersini) götürür kendisine satardık. Bu kazanç bize ilaç gibi gelirdi. Okul harçlıklarımızı bunlardan çıkarırdık. Bu arada yaylalardan topladığımız ‘fındık otu’ adlı bitkiyi kurutur, çuvallara doldurur, Sürmene’ye götürür satardık. Bunun yanında bazı ağaçların kabuğunu soyar, kurutur, ona pazarlardık.

Merhum Nazım Bilgin çok değişik şeyler satın alırdı. Aldıkları şeyleri ne yaptığını düşünüp dururduk; çok merak ederdik. Kendisine sormaya da cesaret edemezdik. Bir ara salyangoz alımı yapıyordu. Köyde ıslak ve yağmurlu havalarda salyangoz avcılığına çıkardık. Bunu her bir geçim kapısı, hem de oyun bellerdik. Bir gün salyangozları topladım, evin kenarında atıl durumda olan bir odacığa doldurdum. Sabah kalktığımda ne göreyim… Bütün salyangozlar ağzını aralık bıraktığım poşetten çıkmış, her biri bir duvardan yukarı tırmanmaya başlamıştı. Bir kısmı da odanın deliklerinde kaçmış, kendini doğal ortamlarına, tabiata atmıştı. Duvarlarda dolaşanları yakalayıp torbalarına koydum ama deliklerden sıvışıp kaçanları bir daha yakalayamadım. Onlar bir hatamdan yararlanıp özgürlüğe koştular. Yakaladığım salyangozları zaman kaybetmeden gidip sattım. Çünkü hiçbiri güven vermiyordu bana.

Bilgin, Sürmene’de de, Trabzon’da da sevilip sayılan bir insandı. Onun elinden gelmeyen iş yoktu. Hayatta yaptığı işlerde hep muvaffak olmuştu. Bir ara siyasete de girmiş, DYP Sürmene ilçe başkanlığı da yapmıştı. Fakat siyasetin kendisine göre bir iş olmadığını çok geçmeden fark etmiş, siyasî macerasını ileri götürmeden bu işten vazgeçmişti.

Nazım Bilgin inançlı bir insandı। Beş vakit namazını kılacak kadar dindardı. Dünya işlerini yürütürken öteki hayatı da ihmal etmezdi. Çok alçakgönüllü bir kişiydi. Kırk elli yıldan beri eski bir binada işlerini yürütmüştür. İstese kendisine konforlu bir büro yapamaz mıydı? Elbette buna gücü yeterdi. Fakat o gösterişi sevmezdi. Yanında pek çok kişiye iş vermiş, onların bir anlamda ekmek kapısı olmuştur. Yurtdışına pazarladığı bitkiler aracılığıyla devlete binlerce dolar döviz girdisi sağlamıştır. Vergisini de düzenli olarak vermişti. Nerden baksan Nazım Bilgin pek çok kişiye faydalı bir insandı. Allah rahmet eylesin.

23 Aralık 2007 Pazar

Yusuf Has Hacip'in Şairlere Bakışı

M.NİHAT MALKOÇ

Bazı zamanlar, bir kısım duygu ve düşünceler dilimizin ucuna kadar gelir de bir türlü kelimelere döküp söyleyemeyiz onları… Ruhumuzdaki kıvılcımları dile getirmede sözcükler kifayetsiz kalır. Böyle bir durumda, içimizde kabaran duyguları ifade edebilmek için şairlerin mısralarına sarılırız. Çünkü onlar, bizlerin söylemek istediği duygu ve hayalleri veciz bir biçimde, mısra kalıbına boncuk boncuk dizerler. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olurlar. Bu onların söz ustalığının bir yansımasıdır. Aslında bu az bir hüner de değildir.

Şairlik ve söz ustalığı Allah vergisidir. Fakat Rabbimizin verdiği bu kabiliyetin ifşa edilebilmesi için dili çok iyi bilme zorunluluğu vardır. Adeta dil cambazı ve söz avcısı olmak gerekir. Şairlik için duymak ve hissetmek tek başına yeterli değildir. Önemli olan, hissiyatımızı en uygun sözcüklerle dile getirmektir. Bu biraz da çaba gerektirir.

Günümüzde pek çok insan şiir adına bir şeyler karalayıp duruyor. Bunların hangisinin şiir olduğu, hangisinin şiir olmadığı tartışılagelmektedir. Aslında bu hususta çok kat’i ölçüler de yoktur. Fakat şiir olanlar her halûkârda kendini belli ediyor. En büyük kıstas okuyucunun şahşî kanaatleridir. Şairlik yaftası ulu orta satılmıyor. Zaman, şairlik sıfatına lâyık olanları gün yüzüne çıkarıyor. Zoraki bu isimle anılmak isteyenleri de sis perdesiyle kapayarak, tarihin karanlığına hapsediyor. Geçmişte bunun sayısız örnekleri yaşanmıştır.

Zaman zaman şairlerin de özeleştiri yapması gerekir. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu dörtlüğünde dile getirdiği gibi yeri gelince utanmasını da bilmek lâzımdır:

“Şairim, / Zifiri karanlıkta gelse, şiirin hasını
Ayak sesinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım.”

Şairler toplumun en itibarlı insanlarıydı bir zamanlar… Sayıları arttıkça insanların onlara bakış açısı değişti. Tabir caizse bu işte de sapla saman birbirine karıştı. Ama gerçek şairler, tüm zorluklara rağmen gün yüzüne çıkmayı başardı. Ötekilerse çoktan kaybolup gitti.

İlk İslamî eser olarak edebiyatımızda yerini alan “Kutadgu Bilig” adlı eserin yazarı Yusuf Has Hacip, on birinci asırda insanların şairlere bakış açısını, eserinde veciz ifadelerle dile getiriyor. Günümüz insanının şairlere bakış açısıyla on birinci asrın insanlarının şairlere bakış açısını mukayese edebilmemiz için Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” isimli eserinde şairlerle ilgili olarak dile getirdiği düşünceleri sizlere sunmak istiyorum:

“Kılıçta yitigrek bularnıng tili
Yana kılda yinçke bu hatır yolı”(Bunların-şairlerin-dili kılıçtan daha keskindir ve kalplerinin yolu ise, kıldan incedir.)

“Batıg yinçke sözler ukayın tise
Bulardın eşit söz ukulgay basa”(Derin ve ince manalı sözleri anlamak istersen, sözü bunlardan dinle, anlarsın.)

“Tengizke kirür körse könglün tükel
Güher yinçü yakut çıkarur mesel”(İyice dikkat edersen, onlar denize dalarak, güher, inci ve yakut çıkaran insanlara benzer.)

“Olar ögseler ögdi ilke barır
Kalı sökseler atı artap kalır”(Bunlar methederlerse, bu medih bütün ülkelere yayılır; eğer hicvederlerse, insanın adı daima kötü olarak kalır.)

“Usa edgü tutgil bularnı kadaş
Bularnıng tilinge ilinme adaş”(Ey kardeş, bunlara mümkün olduğu kadar iyi muamele et; bunların diline düşme ey dost!)

Yusuf Has Hacip ‘in dediği gibi, şairleri karşılarına alanlar âleme maskara olurlar…

(Kaynakça: Kutadgu Bilig-Şairler Bahsi-Yusuf Has Hacip, Çeviren: R। Rahmeti Arat)

Hayata İmanın Nuruyla Bakabilmek…

M.NİHAT MALKOÇ

Millî ve manevî değerlerin zaafa uğratıldığı, inançların hayatın dışına itildiği zor bir zamanda yaşıyoruz. Maddenin manaya baskı yaptığı, hatta galebe çaldığı bu çağda hayata imanın nuruyla bakabilmek, içimizde çıkmazlar oluşturan pek çok meseleye çözümler getirebilecektir. Yeter ki bakışımızı çağa göre değil, İslam inancının getirmiş olduğu temel ilkelere göre şekillendirelim. Gerçek mümin odur ki İslam’a çağın gözüyle bakmaz, çağa İslam gözlüğüyle bakar. Bu iki bakış açısı birbirinden çok farklıdır. Birincide çağın değerleri, ikincide İslam’ın değerleri esas alınmaktadır. Elbette esas olan İslam’ın kıymet hükümleridir.

Yoz bir çağda yaşadığımızı kimse inkâr edemez. Bu asık suratlı çağda insanların bir kısmı açlık ve sefalet içerisinde ömür törpülerken, bir kısmı da nimetler denizinde şükürsüz bir dalgıç misali pervasızca haz avcılığı yapmaktadır. Neticede bu kesimlerin hiçbiri aradığı mutluluğu bulamamaktadır. Çünkü mutluluğun kaynağı maddî refah değildir. İnançların boşluğunu dünyevî hazlarla doldurmaya çalışanlar, dibi delik çuvalı doldurmak için günlerce uğraşan akıl fakirlerinden farksızdır. Onların emekleri zayi olmaya mahkûmdur.

Günümüzde özellikle Batıda akılcılık ve bilim esas alınmaktadır. Öyle ki aklın ve bilimin tescil etmediği duygu ve düşünceler çağdışı kabul etmektedir. Dünyaya pozitivizm ve materyalizm penceresinden bakınca aklar kara, karalar ak gösterilmektedir. Oysa hayata aklın ve bilimin değil, vahyin penceresinden bakabilseydik bütün manevî hastalıklara derman bulabilirdik. Daha doğru bir ifadeyle söylemek istersek vahyin alanları bilimin ve aklın alanlarını kuşatır. İslam inancı bilimi reddetmez, aksine teşvik eder. Bu inanç sistemi akla ve iradeye de çok büyük değer vermiştir. Bunun en büyük göstergesi ölümden sonra sadece akıl sahiplerinin hesaba tabi tutulmasıdır; öte yandan aklı ve cüzi iradesi olmayanların hesap ve sorumluluk dışında kalmasıdır. Demek ki İslam inancı aklı, iradeyi ve bilimi önemsemektedir. Fakat bunlar vahyin kapsama alanından çıkarılınca, tabir caizse içleri boşalmaktadır.

Günümüzde dünyaya yön vermeye çalışanlar ve kendilerini mutlak hâkim olarak görenler dünyayı yaşanmaz hale getirmişlerdir. Bunların yürüttükleri faaliyetler İslam’ın nurunu söndürmeye yöneliktir. Fakat onların suni nefeslerinin gücü bu muhteşem ışığı söndürmeye yetmeyecektir. Onlar fırtınaya karşı şemsiyeyle korunmaya çalışan akılsız bedbahtlardır. İnsanlığın huzurunu kaçırmaya çalışanların iki cihanda da huzurları kaçacaktır.

Dünyanın ilahî nizamına pranga vurmaya çalışanlar; işe, gelir dağılımındaki düzensizlikleri ikame etmekle başlamışlardır. En başta ekonomiyi hâkimiyetleri altına alan bu kesimler, fiyatları lehlerine düzenlemek, bu sahte dengeyi sağlamak için milyonlarca aç insanın var olduğu bir dünyada, ellerindeki malları denizlere dökebilmektedirler. Bu kişiler biriktirdikleri sermayeleriyle İslam inanç sistemine son darbeyi indirmek için gayret sarf etmektedirler. O hain kişiler aç insanların imanına talip olmakta, çok kere de kalplerdeki açlığa endeksli cılız imanı söküp alabilmektedirler. Bu kişiler, sanki suçlular kendileri değilmiş gibi aç ve biilaç kişilerin onurlarıyla oynamakta, reklâm amacıyla onlar için yardım eğlenceleri düzenlemektedirler. Bu ‘eğlence’ ifadesine özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani dünyanın düzenini altüst eden iri göbekli insaf ve izan fakirleri, mide fakirleri açlıktan kıvranırken eğlenmekte, bu eğlence sonunda sözde hayır kasasına katkıda bulunmaktadırlar.

Oysa İslam inanç sisteminde argo tabirle güçlünün değil, haklının borusu öter. Kal’e alınan güç değil, haktır. İslam’da gelir dağılımında dengesizlik olmaz. Çünkü bu inancın özünde biriktirme değil, paylaşma esastır. “Komşusu açken tok gezen bizden değildir” hadis-i şerifi bu hakikati tescil etmektedir. Bu arada İslam paylaşmayı ve yardımlaşmayı ferdin insafına bırakmamıştır. Zekât müessesesi toplum dengelerini gözetmek için İslam’ın beş şartından biri olarak kullara emredilmiştir. Böylelikle fakirle zengin dostluk, barış ve kardeşlik duygularıyla huzur içinde yaşama imkânı bulmuştur. İslam gerçek manada yaşatılabilse dünyada aç ve biilaç insan kalmazdı. Herkes huzur içerisinde ahirete hazırlanırdı.

Müslümanlıkta esas olan, amellerin Allah rızası gözetilerek yapılmasıdır. Bizler İslamî inançlarımızı faydasından dolayı değil, Hakk’ın rızasına nail olmak için yaşarız. Müslümanın diğer insanlardan en bariz farkı da budur. Beklentilerle hareket edenlerin, amellerini ona göre yerine getirenlerin davranışları, beklentiler ortadan kalkınca veya zaafa uğrayınca sekteye uğramaz mı? Kişi zaten Allah’ın hoşnutluğunu esas alırsa nimetlerin en büyüğüne mazhar olur. Demek ki beklentiyle hareket etmeyenler, beklentilerle ibadet edenlerin mükâfatlarını kazandığı gibi, fazlasına da mazhar olurlar. Bu, neticesi daha hayırlı bir davranış değil midir?

Günümüzde bizi İslamî inançtan uzaklaştırmak için sayısız tuzaklar kurulmuştur. İslamı yaşamanın her geçen gün zorlaştığı bir dünyada yaşadığımız doğrudur. Fakat mühim olan ve sevabı fazla olan, zor zamanda islamı yaşamak değil midir? Demir ne kadar ateşte ısıtılıp dövülürse o kadar dayanıklı olur. Öyle de imtihanın zorluğu mükâfatını da artıran bir sebeptir. Bundan on dört asır evvel Asr-ı Saadette yaşayan Müslümanların İslamı yaşama ortamı bugünkünden çok daha mı iyiydi? Fakat o mübarek insanlar o zor şartlar altında bu dini kusursuzca yaşama mücadelesi vermişlerdir. İslama karşı yapılan saygısızlıkları sineye çekmemişler, hayatlarını ortaya koyarak mücadele etmişlerdir. Onların büyüklüğü de bu zor şartlar altında tavizsiz ve diri kalmalarındandır. Takdir edersiniz ki zor şartlarda elde edilenler daha kıymetlidir. Yıldızlar karanlıkta daha parlak görünürler. Öyle de çetin şartlar altında islamı yaşama gayreti içerisinde olanlar Hakk katında daha muteber kullardır.

Müslümanlık sanıldığı kadar yaşanması zor bir din değildir. Bütün mesele alışkanlıkların terk edilmesinin zorluğudur. Buna nefsin ve şeytanın fitnelerini ekleyince imtihan daha da zorlaşıyor. İslam bize hiç de uzak bir yaşantı değildir. Bizler her geçen gün bu hayat tarzından uzaklaşıyoruz; bizler uzaklaştıkça bu inanç sistemi bizlere ulaşılmaz geliyor. Oysa İslam ütopya değil, gerçeğin ta kendisidir. İnsanlar inandıkları gibi yaşamazsa gün gelir yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Bizlerin geldiği nokta da sanırım budur.

Bugünkü insanlık mal mülk biriktirme telaşı içerisinde Allah’a ve ibadetlere ayıracak zaman bırakmamıştır. Servet biriktirme telaşı ve dünya sevgisi bizlere gerçek sorumluluklarımızı unutturmaktadır. Oysa mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Biz kullar birer emanetçiyiz. Kişinin faydalanabildiği serveti; yiyip içtiği, giyip eskittiğidir. Bu da bellidir.

Kanaatkâr olmak mutluluğun reçetesidir. Kişi, çevresindekilerle para ve mal biriktirme yarışına girmemelidir. Fakat bu tembelliğe methiye değildir. İnsan, rızkını kazanmak için çalışmalıdır. Lakin daha çok kazanmak için kulluk sorumluluğunu geri plana atmamalıdır. Bizim dünyaya geliş sebebimiz mal ve para biriktirmek değildir. Bilinmelidir ki akıllı insan tamahkârlık yapmayan insandır. Bununla ilgili olarak bir kutsî hadiste şöyle denmektedir: “Ey insanoğlu, mal benim malımdır, sen de benim kulumsun. Benim malımdan senin malın ancak yiyip harcadığın, giyip eskittiğin, dünya için geri bırakmayarak sadaka verip ahiret için ebedileştirdiğin şeylerdir. Dünya için biriktirdiğinden senin hissen, ilahî gazaptır.”

İnsanların bazısı nimetlerle, bazısı da yoksullukla imtihan edilmektedir. Onun içindir ki mevcut hayatımızı bu minval üzere yaşamalı, imtihan edildiğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Zahirde zenginlik nimet, yoksulluk bela olarak görülse de kişi kulluk bilinci içerisinde hareket ederse bela gibi görüleni rahmete dönüştürebilir. Öte yandan nimet olarak görülen zenginlik kişiyi çıkmaza, sapık yollara sürükleyebilir. Kul nimete şükretmezse, yoksulluk karşısında sabretmezse ilahî imtihanı kaybedebilir. Öte yandan fakirliği sabırla ve tevekkülle rahmete dönüştürmek de mümkündür. Her şey niyetle ve onu hayata geçirme kararlılığıyla neticelenerek faydamıza veya zararımıza tecelli ediyor.

İslam orta yolu öneren bir inanç sistemidir। Bu dinde ifrat ve tefrite yer yoktur. İslam bütün zamanları kapsayan bir inancın adıdır. Bu inancın kitabı da, peygamberi de bellidir. Onu başka inançlarla kıyaslamak yersizdir. Kullar dünya hayatıyla ahiret hayatını dengeli yürütmelidir. Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmalıyız.” Fakat kazancımızı yeri gelince tasadduk etmesini, paylaşmasını bilmeliyiz. Bu ömür mülkü bize sonsuza dek tapulanmış değildir.

22 Aralık 2007 Cumartesi

Oyuncu Savaş Dinçel Yaşam Perdesini Kapattı

M.NİHAT MALKOÇ

Gün geçmiyor ki bir değerimiz ayrılmasın aramızdan. Alanlarında isim yapmış, ekol olmuş kişiler sararmış yapraklar misali bir bir dökülüyor hayat ağacından. Bu durum hayatın beklenen neticesi olsa da insanlar kolay kolay alışamıyor gidenlerin yokluğuna. Lakin zaman acıların üzerini küllerle örtüp yaşamın uzun bir süreç olduğunu ve devam ettiğini hatırlatıyor bize. Gidenler gelmiyor, gelenler vakti gelince bir ‘elveda’ bile diyemeden gidiyor.

Bir ‘elveda’ bile diyemeden aramızdan ayrılan Türk tiyatrosunun ve sinemasının büyük isimlerinden Savaş Dinçel, geride büyük bir boşluk bıraktı. Oyunculuğa İstanbul Şehir Tiyatrolarında başlayan Dinçel, Münir Özkul’la çalışarak ilk özel tiyatro deneyimini yaşadı. Kırk yılı aşkın bir zaman boyunca şehir tiyatrolarında sahne aldı. Rol aldığı tiyatro oyunlarının sayısını kendisi bile bilmezdi. Bugüne kadar pek çok televizyon yapımında ve filmde oynadı. Tiyatro, sahne ve perde onun için ekmek-su gibi doğal ihtiyaçlardandı. O, sadece oynamakla yetinmemiş, oyun metinleri yazmış, oyunlar da yönetmiştir.

1942 yılında İstanbul’da doğan Savaş Dinçel, tiyatro eğitimine İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde başlamıştı. Yani mektepliydi kendisi. Savaş Dinçel, güzel sanatların hepsini severdi. Resme karşı özel bir ilgisi vardı. Tiyatroya ayırdığı vaktin yarısını resme ayırsaydı bugün ülkemizin sayılı ressamlarından biri olabilirdi. Bu arada yaptığı karikatürlerde mizah ustalığını da ortaya koymuştur. İki karikatür sergisi açan Dinçel, ayrıca “Çizgilerle Nazım Hikmet” adlı bir çizgi roman hazırlamıştır.

Hayatın perdelerini indiren Savaş Dinçel, zaman içerisinde güzel yapımlarda rol alarak, hafızalarımızda yer etmişti. Son senelerde Ekmek Teknesi dizisindeki Fırıncı Nusret’i, Ağır Roman’daki Berber Ali’yi canlandırmıştı. Dincel, son dönemde “Sessiz Gemiler” dizisinde de rol almıştı. Oynadığı tiyatro oyunları arasında Yaprak Dökümü, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Godot’u Beklerken, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye, Keşanlı Ali Destanı, Vişne Bahçesi, Artiz Mektebi, Küçük Prens, Hamlet ilk akla gelenlerdir. Yazdığı oyunlar Uçurtmanın Kuyruğu, Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye adlarını taşır. Son yıllarda rol aldığı yapımlar arasında “Bir İhtimal Daha Var, Esir Kalpler, Eve Dönüş, Sevda Çiçeği, Ölümüne Sevdalar, Abdülhamit Düşerken, Üç İstanbul, Hababam Sınıfı Güle Güle, Sinekli Bakkal, İttihat ve Terakki, Azmi, Çemberler, Bizi Güldürenler” sayılabilir.

Ziya Öztan’ın yönetmenliğini üstlendiği “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” filmlerinde İsmet İnönü’yü canlandıran Dinçel, Ali Poyrazoğlu ve Münir Özkul ile birlikte çalıştı. Dinçel, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” adlı filmdeki rolü ile Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneğinden (ÇASOD), Sinema Yazarları Derneğinden (SİYAD) ve 20. İstanbul Film Festivali kapsamında “En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini aldı. Yani bir rol ona üç ödül birden getirmişti.

Dinçel, bir sigara tiryakisiydi. Önemli bir ameliyat geçirmiş olmasına rağmen sigaradan vazgeçememişti. Belki ölümünü de bu sigara tiryakiliği beraberinde getirmişti.

Evinde geçirdiği iç kanama sonucu 20 Aralık 2007 tarihinde hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Savaş Dinçel’in cenazesi, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde yapılan törenin ve Teşvikiye Camii’nde öğleyin kılınan namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.

Usta tiyatrocu ve sinema oyuncusu Savaş Dinçel’in, daha güzel yapımlarda rol alacakken, ani ölümü bütün sanatseverleri derinden üzmüştür। Zira böyle büyük ustalar nadir yetişiyor. Onların bıraktığı boşluklar öyle kolay kolay dolmuyor. O, her rolün hakkını fazlasıyla veren, kaprissiz, alçakgönüllü, konumunu bilen ve ona göre hareket eden bir sanatçıydı. Sanatın onurunu her şeyin üstünde tutardı. Mesleğine derin sevgisi ve saygısı vardı. Oynadığı oyunlarda ve filmlerde rol yapmaz, adeta olayı yaşardı. Verilmesi gereken mesajı ve duyguları başarıyla verirdi. Bu da onun büyümesine, halkın beğenisini kazanmasına zemin hazırlamıştır. Türk sineması eşine az rastlanır bir oyuncusunu kaybetmiştir. 65 yaşında aramızdan ayrılan Savaş Dinçel’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

18 Aralık 2007 Salı

Kurban Bayramının Anlamına Vakıf Olmak

M.NİHAT MALKOÇ

Kurban İslam itaat kültürünün önemli bir yansımasıdır. Zorlu bir imtihana tabi olduğumuz bu dünyada bedenî ve malî ibadetlerle görevli kılınmışız. İbadetlerimizi Allah’ı hoşnut etmek, gazabından uzak durmak için büyük bir aşkla ve şevle yerine getiririz. Vaktinde ifa etmemiz gereken ibadetlerden birisi de kurban kesmektir. Fakat bu sadece malî gücü yeterli olanlara yönelik bir emirdir. Gücü yetmeyenlerin böyle bir sorumluluğu yoktur.

Kurban bazı mezheplere göre vacip, bazılarına göre de sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.) yaşadığı sürece kurban kesmiş, ümmetine de bunu tavsiye etmiştir. Zekât vermekle yükümlü olacak kadar zengin olanlar, bayram namazından sonra, kurban bayramı günlerinde bu ibadeti yerine getirirler. Kişiler kesilen kurbanın birazını yer, birazını ayırır, geri kalanını da Allah rızası için muhtaçlara tasadduk ederler. Böylece sene boyunca evine et girmeyenler gerçek manada bayram etmiş olurlar. Onların sevincini görünce bizler de bayram etmiş oluruz. Böylelikle muhtaçlarla varlıklılar arasındaki sevgi ve dayanışma bağları kuvvetlenmiş olur.

Türkiye’de dinî ve millî değerlerimizi bir türlü kabullenemeyen kesimler, kurbanı bir fırsat bilip bu milletin binlerce yıllık dinî ve millî kıymetlerini hedef tahtası olarak bellerler. Bu kişiler ve kurumlar kurbanı şiddetle ilişkilendirirler. Oysa şiddet, hayvana eziyet etmek ve hiç ihtiyaç yokken onu kesmektir. Fakat kurbanda ne keyfilik ne de eziyet vardır. Keyfilik yoktur, zira kurban Allah’ın emirlerinden biridir. Hayvanlar incitilmez. Böylece ibadetten elde edilecek sevap artırılır. Bunların aksine davranışlar gösterenlerin yanlışlıkları şahsîdir, bu olumsuzluklar ancak kendilerini bağlar. Bunlar İslama mal edilemez. Kötü örneklerin de hiçbir zaman emsal olamayacağı aşikârdır. Kurbanı yorumlayanların bunları bilmesi gerekir.

Bazı kesimler Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne girmesiyle bir kısım değerlerinden vazgeçeceğini iddia ediyorlar. Vazgeçeceğimiz değerlerden birisi de kurbanmış. Korkmayın AB’ye gireceğimiz filan yok. Üstelik girsek bile Avrupalılar, bizim sözde hayvan dostlarından daha geniş ufka sahiptirler. Bizimkiler gibi sapla samanı birbirine karıştırmazlar.

Avrupa dedim de aklıma geldi. İspanya AB üyesi değil mi? İspanya bütün dünyada boğa güreşleriyle tanınan bir turizm ülkesidir. Boğalara nasıl davranıldığı, arenalarda nasıl hunharca şişlenip öldürüldüğü herkesin malumudur. AB onları görmüyor mu? Onlar görmüyorsa bizim yerli hayvan dostları buna neden ses çıkarmıyorlar? Bunun yanında Çinliler ve Japonlar bu çağda bile kedi köpek yemekten çekinmiyorlar. Onlara niçin tepki göstermiyorsunuz? Sizin derdiniz hayvanlar değil, inancını yerine getiren Müslümanlardır. Güya bir açık yakalamış gibi durduk yerde bu milletin dinî değerlerine saldırıyorsunuz. Sizi kurban kesmeye zorlayan yok; inanmıyorsanız kesmeyin. Bari başkalarının ibadetlerini gölgelemeye ve lekelemeye kalkışmayın. Herkesin inancı ve görüşü kendini bağlar.

Hayvan haklarını hepimiz savunuyoruz. Fakat bütün hayvanların ve diğer varlıkların insanın faydasına sunulduğunu da biliyoruz. Kurbanın merhamet ölçüleri içerisinde temiz ve uygun ortamlarda kesilmesine diyeceğimiz yok. Kurban tabiî ki sıhhî şartlarda kesilmelidir. Lakin bunu saptırıp kurbanın özüne saldırmak çirkin bir davranıştır. Hayvan haklarını savunduğunu söyleyenlerin, eşref-i mahlûkat olan insana da sahip çıkmalarını, onun da haklarını savunmalarını bekleriz. Zira Bosna-Hersek, Kosova, Doğu Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve Irak gibi İslam beldelerinde kan gövdeyi götürüyor. Yüzünüzü biraz da oraya çevirin. Vatanları için kurban olanların çığlıklarını duyalım.

Kurban bayramını ruhuna uygun bir biçimde yaşayalım ve yaşatalım। Bu bayramda cimrilik ve aç gözlülük edip etleri dolaplara yığmayalım. Diğer günlerde et alabilecek kimseler bu anlamlı paylaşma gününde kurbanlarını fakirlere tasadduk etsinler, etsinler ki bayramlar gariban için de gerçek anlamda bayram olsun. Yoksullar, varlıklılara özenmesin, el açmasın. Hepinizin mübarek Kurban Bayramını en iyi dileklerimle kutluyor, Müslüman ve Türk âlemi için hayırlara ve uyanışımıza vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.

Kurban Hayvan Katliamı mı?

M.NİHAT MALKOÇ

Müslümanların dini vecibelerinden birisidir gücü yetenlerin kurban kesmesi… Her yıl gerçekleştirilen bu kulluk eylemi, kulu Allah’a yaklaştırır. Sözlükte yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Gücü yeten her müminin kurban kesmesi gerekir. Kurban kesmek, zengine Hanefi’de vacip, diğer üç mezhepte sünnettir. Sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın zirvesi olan kurban malî ibadetlerden biridir. Gücü yetmeyenin böyle bir vazifesi yoktur.

Bazı kesimler hadlerini aşıp kurban ibadetini hayvan katliamı olarak görmekte, onun yerine fakirlere sadaka vermeyi önermektedirler. Konuyu ayrıntılı incelemeye geçmeden evvel belirtelim ki böyle bir şey mümkün değildir. Zira kurbanın temsilî bir anlamı vardır. Üstelik kurban kesmek katliam falan da değildir; islamın beş şartından biridir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim kurbana değinmiş ve onunla ilgili şu hükümleri getirmiştir:

“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hacc 22/34)

“Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de, istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik… Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hacc 22/36–37)

Kurban kesmek, akıllı, buluğ çağına ermiş, dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve misafir olmayan Müslüman’ın yerine getireceği malî bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 20 miskal (80.18 gr.) altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir; dolayısıyla Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakârlığın nişanesi olarak kurban kesmelidir.

Kurban konusunda ciddi çelişki ve yanılgılarımız vardır. Çoğu insan kurbanı keser kesmez buzdolabına doldurmaktadır. Oysa kestiğimiz kurbanlarla ihtiyaç sahiplerini sevindirmek ve onlara senede bir kez olsa da et yeme imkânı sağlamak gerekir. Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, birinin de evde bırakılmasını tavsiye etmiştir. Ailenin durumuna göre etin tamamı da evde bırakılabilir. Ancak, toplumda muhtaçların arttığı bu dönemde kurban etinin çoğunun, hatta tamamının dağıtılması uygun olur. Fakat bizler kasaptan et almış gibi ne varsa kendimiz için kullanıyoruz; kâr, zarar ve kilo hesabı yapıyoruz. Böylelikle kurbanlarımız gayesinden uzak düşüyor. Kurban etinin fakirlere dağıtılması bu bayramı fakirler nezdinde bayram kılacaktır.

Kurban ibadetini saptıranların ve onu hayvan katliamı olarak niteleyenlerin art niyetli oldukları aşikârdır. Bu ibadet yeni icat edilmedi ki… Yeryüzünde1400 yıldan beri kurban kesiliyor. Kurban kesmek, Müslümanlıktan önce diğer Hak dinlerde de vardı. Yahudilerin de, Hıristiyanların da Peygamber olarak kabul ettikleri atamız Hz. İbrahim(a.s)’ın sünnetidir kurban… Hz. İbrahim, oğlunu kesmeyip, bir koçu kestiği için, bu sünnet asırlardan beri devam etmektedir. Bizler biraz da o günün hatırasına kesiyoruz kurbanlarımızı.

Kurbanı bir hayvan katliamı olarak niteleyenler acaba diğer günlerde kasapların kestikleri hayvanları görmüyorlar mı? Hayvanlar sadece kurban bayramında mı kesiliyor? Kasaplarda satılan etler de neyin nesi? Bunların zoru hayvanları korumak filan değil, ibadet olan kurbanı hayatımızdan silmektir। Üstelik hayvan haklarını savunan(!) bu kişiler astragan kürk giymekten de geri durmazlar. Giydikleri kürklerin bir hayvanın öldürülmesiyle elde edildiğini görmezlikten gelirler. Bütün bunlar birer çifte standart ve çelişki değil de nedir?

16 Aralık 2007 Pazar

Kurban Teslimiyettir…

M.NİHAT MALKOÇ

Yüce İslam’ın bütün Müslümanlara vacip kıldığı emirdir kurban… Onun içindir ki bu vazife nam olsun diye değil, ibadet olduğu için yapılır. Fakat günümüzde bazı insanlar gösteriş olsun diye kurban kesmektedirler. Onun içindir ki kurbanı bir gösteriye dönüştürmektedirler. Kurbanın kan akıtmakla, Allah’a teslimiyetin remzi olduğunu unutanlar, bu işe de nefislerini bulaştırmaktadırlar. Allah’ın her emrinde sayısız hikmetler vardır. Kurbanın da hikmetleri pek çoktur. Kurban yüce Rabbimize teslimiyetimizin şiarıdır. Bu teslimiyetin en güzel örneğini Hz. İbrahim’le onun sevgili oğlu Hz. İsmail vermişlerdi.

Yüce Kur’an’da da ifadesini bulan bu yaşanmış hadise hepimize ibret olacak cinstendir. Bilindiği gibi Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek üzere şimdiki Harem-i Şerif'in bulunduğu yere getirdiğinde içinde hiçbir korku ve tereddüt yoktu. Mademki yüce Yaradan böyle bir şey istemişti, onu her şeye rağmen yerine getirilmeliydi. Hakk’a ve hakikate dair sırların muhtevasını kulların bilmesi muhaldi. O zaman yapılacak iş, sabır ve tevekkülle, verilen vazifeyi ifa etmekti. Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i kurban etmekle görevlendirildiğinde kendini toparlamış, duygularını bir kenara bırakarak kulluğunu ön plana çıkarmıştı. Mademki kuldu, o zaman Rabbinin emrine ram olacaktı. Kulluk ve samimiyet imtihanla ölçülebilirdi.

O, kendisine emredileni gerçekleştirmeye giderken bugünkü moda tabirle blöf yapmıyordu. Emre amade bir ruh haliyle niyetini gerçekleştirmeye kararlıydı. Bu tavır Hz. İbrahim Aleyhisselamın kulluğunun yüceliğini göstermeye yetecek bir davranıştı. Peki, öte yandan kurban edilecek olan Hz. İsmail’in Rabbine ve babasına yönelik teslimiyetine ne demeli? Bunu bizim gibi ruhları karanlıklardan ve karalardan arınmamış insanlar anlayabilir mi? Hangi birimiz durup dururken, göz göre göre bıçağın altına girmeye, ölmeye rıza gösterebilir ki? Yüzünü tam anlamıyla Hakk’a dön(e)meyenler bu sırrı anlayamazlar.

Hz. İbrahim’in oğluna bıçak çekecek olması kininden değil, teslimiyetindendi. Malum olduğu üzere Hz. İbrahim’in Sare annemizden çocuğu olmayınca, “Ya Rabbi eğer beni çocuk sahibi kılarsan onu sana kurban edeceğim” diye bir söz vermişti. Verdiği söz yıllar sonra kendisine hatırlatılmıştı. Eşi Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmail, delikanlılık yaşına gelince verdiği sözü yerine getirmesi istendi kendisinden. Halilullah (Allah dostu) olan İbrahim Peygamber, bu ahvali oğlu İsmail’e açmıştı. Bu durum karşısında Peygamberin oğlu Hz. İsmail de en az babası kadar büyük bir adanmışlık ve teslimiyet bilinci içerisinde hareket ederek babasına şöyle demişti: “Ey babacığım! Sana emrolunanı yerine getir.” (Sâffât, 37/102) diye kendince son sözlerini söylüyordu. Bir adım sonra gerçekleşecek ilahî lütuftan da habersizlerdi. Yüce Yaradan onları imtihan ediyordu. Onlar bunun farkındaydılar.

Allah, Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim’in bu zorlu imtihanının seyrini ve neticesini ayrıntılı bir şekilde biz kullarına duyuruyor. Bu hadiseden payımıza düşen sırları almamızı istiyor. Ayette bu olay şöyle özetleniyor: “Her ikisi de Allah’ın emrine teslim olup, İbrahim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: ‘İbrahim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk).’ deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz! Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık ki o da, bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir: ‘Selam olsun İbrahim’e!’ Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz.” (Saffat, 37/103–110) Kurbanın özündeki bu büyük sırları kavramadan kurban kesmek yavan bir ibadetten öteye gidemez. Bazılarının sandığı gibi kurban sadece bir et bayramı değildir.

Ne büyük bir imtihandı Hz। İbrahim’inki… Hangi birimiz bu sınavdan onun kadar rahat ve başarıyla çıkabilirdik. Verdiğimiz sözü çabucak unuturduk. Fakat o unutmadı, Allah için en değerli varlığına bıçağı dayadı. Allah da onu mükâfatlandırdı. Bizler de o hadiseden sonra kurbanı bir adanmışlık ve teslimiyet ruhu içerisinde sembolik olarak değil, bir sembol olarak kesiyoruz. Ne mutlu kurbanını sembolik değil, adanmışlık sembolü olarak kesenlere…

12 Aralık 2007 Çarşamba

Usta Bir Heykeltıraşın Ucuz Ölümü

M.NİHAT MALKOÇ

Türkiye’de trafik kazaları almış başını gidiyor. Gün geçmiyor ki birileri trafik kazasından hayatını kaybetmesin, kolunu bacağını kaybedip yaralanmasın. Dışarı çıkıp da eve sağlam dönmek şükür sebebi sayılıyor. İnsanlarımız bir türlü kurallara uyarak adam gibi araba kullanmayı öğrenemedi. Her şey gözler önünde gerçekleşiyor ama hiç kimse yaşanan olumsuzluklardan ibret almıyor. Böyle olunca da benzer sebepler benzer sonuçları doğuruyor.

Türkiye’de ölümlerin önemli bir bölümünü trafik kazaları oluşturuyor. Bazı kişiler işine veya evine birkaç dakika erken varabilmek için canını tehlikeye atıyor. Bu tehlike başkalarının hayatını da karartabiliyor. Ya alkol kullanıp da direksiyon başına geçen yarı akıllılara ne demeli? Onları anlamakta herkes gibi ben de zorlanıyorum.

Trafik terörü genç yaşlı demeden insanlarımızın yüzünü solduruyor; yuvalar dağılıyor, babalar çocuksuz, çocuklar babasız kalıyor. Hemen her akşam televizyon ekranlarında buna benzer bir sürü trajediye şahit oluyoruz. Yüreğimiz burkuluyor, üzülüyoruz, gözyaşı döküyoruz, fakat asıl alınması gereken nasihatleri almıyoruz. Durum böyle olunca geçen zaman hiçbir şeyi değiştirmiyor, hadiseler ve tarihi gerçekler tekerrür ediyor.

Trafik canavarı nice değerlerimizi elimizden alıp toprağın kara bağrına saldı. Bu kişilerin çoğunu, hayatlarının baharında, bu ülkeye daha nice hizmetler verebilecek bir yaşta ve konumda iken kaybettik. Bu kayıplar ülkemizin hızını kesti. Zira eğitimli ve mahir insanlar kolay yetişmiyor. Onların yeri kolay kolay dolmuyor. Ben bunları millî kayıp olarak görüyorum. Bunlar ülkemizin adını dünyaya duyuran ender insanlardır.

Trafik terörüne en son dünyaca ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem’i verdik. Üstelik sahasında parmakla gösterilebilecek kadar seçkin bu değerli bilim adamı şehirlerarası yolculuk sırasında ölmedi. Ne gariptir ki İstanbul’un bir semtinden başka bir semtine giderken geçirdiği elim bir trafik kazası neticesinde öldü. Onunla birlikte arabada bulunan başkaları da öldü, eşi yaralandı. “Devlet Sanatçısı” ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem, Üsküdar’da meydana gelen trafik kazasında, hayatını kaybetti. Öktem, bir kamyonun yol açtığı zincirleme kaza sonrası araçta sıkışarak can verirken, kazada, aralarında Öktem’in eşi Semra Öktem, kızı Pınar Doğan ve asistanı Kadir Özyalçın’ın da bulunduğu dört kişi de yaralandı.

Beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrılan Tankut Öktem, usta bir sanatkâr ve bir ilim adamıydı. Doğuştan sanatkârlık ruhuna sahipti. 1940 senesinde Konya’da doğan Öktem, çocukluk yıllarını ailesinin memuriyeti nedeniyle Edirne ve Muş’ta geçirmişti. Annesi veterinerdi. Oğlunun sanatla uğraşmasını çok istediği için onu çok küçük yaşlarda sanata yönlendirdi. Edirne’de başladığı ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı. Lise son sınıfa geçtiği sene Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun Seramik bölümüne kayıt yaptırdı. Üniversitede hocasının teşvikiyle heykele yöneldi. Bu okulun üçüncü sınıfında iken Dünya Genç Heykeltıraşlar yarışmasında birincilik ödülü aldı. Bu onun tanınmasına, önünün açılmasına vesile oldu. Sahasıyla ilgili olarak pek çok üst görev alarak bunları başarıyla yerine getirdi.

Çok sayıda eseri ve ödülü bulunan Prof. Öktem, 1999 yılında ‘Devlet Sanatçısı’ seçilmişti. 1973 yılına kadar modern heykeller yapan, 1970’li yıllarda figüratif çalışmalara başlayan ünlü heykeltıraş Öktem, daha sonra çok figürlü anıtlar yapmaya yöneldi.

Anıtlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Milli Mücadele yıllarını konu edinen Prof। Öktem’in eserleri arasında, dünyanın en yüksek üçüncü anıtı olan Kuvayi Milliye ve Atatürk Anıtı, Atatürk ve Harbiyeli Anıtı, Çanakkale Şehitliği’nde yer alan Yaralı Asker Anıtı, Amasya Tamimi Anıtı, Zonguldak Maden İşçileri Anıtı, Kastamonu Türk Kadınları Anıtı, Balkan Savaşı Anıtı, Magosa Büyük Özgürlük Anıtı, Atatürk-İnönü-Fevzi Çakmak Anıtı, Nazım Hikmet Heykeli, Uğur Mumcu Anıtı, Deniz Kızı Heykeli, Piyade Atatürk Anıtı ve Seul’de bulunan Sevgi Anıtı da bulunuyor. Yaşasaydı kim bilir daha nice emsalsiz anıtlar dikecekti. Fakat o, ölmeden evvel adını hafızalara kazıyarak gitti. Allah rahmet eylesin.

8 Aralık 2007 Cumartesi

Bir Kalem Daha Sükût Etti: Erhan Bener

M.NİHAT MALKOÇ

Hayatımız pamuk ipliğine bağlı sanki… Her şey yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmış… Bizi ayakta ve diri tutan “can” denen o ipliğin gücü… Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir.” Öyleyse, tel kopana kadar dünya denen bu fena yurdunda güzel bir iz bırakmalıyız. İz bırakmayan bir insanın yaşadığının delili ne olabilir ki?… Tekrar dünyaya dönüp “Ey efendiler… Bu dünya denen mezrada ben de yaşadım. Şunu şunu yaptım, sonra da ebedî yurduma göçtüm” diyemeyeceğinize göre, adınızı ebedileştirecek eserler vermeniz gerekir. Bu eserler çeşit çeşittir. Mimarsanız görkemli bir yapı, müzisyenseniz eşsiz bir beste, doktorsanız bir can, mühendisseniz hünerli bir buluş, öğretmenseniz geleceğe altın nesiller, şairseniz şiirler, yazarsanız hikâye ve romanlar bırakabilirsiniz. Eserleriniz ayakta kaldığı müddetçe sizler de dünya üzerinde yaşarsınız.

Türk edebiyatına çok sayıda eser kazandıran Erhan Bener’in dünyadan göçüşü, ebedî âleme gidişi bana “insan ve eser” ilişkisini hatırlattı. Zira insan eseriyle vardır. Horasan erlerinden Hâdim’de medfun büyük evliyadan Mevlânâ Ebû Sâid Muhammed Hâdimî der ki: “Kâmil odur ki, bıraka dünyada bir eser/Eseri olmayanın yerinde yeller eser” Gerçekten de öyle değil midir? Bence kişiye ölmek değil, asıl unutulmak koyar. Yazar Bener, giderken unutulmayacağını da fısıldadı kulaklara. Zira adını yaşatacak onlarca eser bıraktı geride.

Edebiyatımızın usta kalemlerinden birisiydi Erhan Bener… O pek çok sahada eser veren çok yönlü ve zengin bir kalemdi. Herkes gibi şiirle başlamıştı edebiyata. 1948 senesinde şiirlerini “Sesler” adı altında iki kapak arasına almıştı. Şiirin ardından 1953’te ilk romanı olan “Acemiler” i yazmıştı. Bu yazma macerası ömrünün son demlerine kadar soluksuz devam etmişti. Türk edebiyatı zincirine yeni halkalar eklemişti. Bu halkalar roman türündeydi daha çok… “Yalnızlar, Loş Ayna, Ara Kapı, Baharla Gelen, Elif’in Öyküsü, Macellos da Vinci’nin Serüvenleri, Oyuncu, Böcek, Ölü Bir Deniz, Sisli Yaz, Ortadakiler, Tekilleşme, Bir Büyük Bürokratın Romanı, Anafor, Hınzır Kız, Dönüşler, Köleler ve Tutkular, Işığın Gölgesi, İlişkiler” onun Türk roman külliyatına kattığı doyumsuz eserlerdir. “Aşk-ı Muhabbet Sevda, Gece Gelen Ölüm, Günbatımı Öyküleri, Denizaşırı Öyküler, Yaralı Aşklar, Bir Demet Mimoza, Aşk Nereye Kadar” adlı öykü kitaplarını anmadan geçmek ustaya haksızlık olur.

Bener, hayatı boyunca 30’un üzerinde kitaba imza attı, kimi eserleri de yabancı dillere çevrildi. Çocuk kitapları, çevirileri ve radyo oyunları da bulunan Bener’in “Yalnızlar”, “Ölü Bir Deniz”, “Böcek”, “Aşk-ı Muhabbet” ve “Sevda” adlı eserleri sinemaya ve televizyona uyarlandı. Bener’in, “Hızır Doktor”, “Bürokratlar” ve “Şahmeran” adlı oyunları, İstanbul Şehir Tiyatrosu, Ankara Halk Tiyatrosu ve Ankara, Konya, Diyarbakır Devlet Tiyatroları’nca sahneye konuldu. Sahnelenen bu oyunlar izleyicisinden tam not aldı.

Bu kadar çok ve özgün eserler veren bir yazarın ödüllendirilmemesi haksızlık olurdu. O da pek çok usta yazar gibi ödüller almış, aldığı bu ödüller onun yazma şevkini fazlasıyla artırmıştır. Erhan Bener, Fransız-Türk Kültür Cemiyeti, Yunus Nadi ve Orhan Kemal roman ödüllerine, Haldun Taner, Yunus Nadi ve Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Öykü ödüllerine, Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülüne layık görüldü. Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü altın madalyası sahibi olan Erhan Bener, Fransa’nın uluslararası “Sanat ve Edebiyat Ustası” ve Uluslararası Film Festivalleri Kurumu’nun “Sanat Çınarı” unvanına da sahipti.

Seksenine merdiven dayadığı bir dönemde aramızdan ayrılan Bener, yaşı ileri bir safhada olmasına rağmen hayal kurmaya ve kurduğu hayalleri okuyucularıyla paylaşmaya devam ediyordu. Hayattan elini eteğini çekmemişti, nefes aldıkça hayat yaşanmaya değerdi. Onun hayata bakışı sevgi ve hoşgörü temeli üzerine bina edilmişti. Doğrusu da bu değil miydi zaten. Söz sarrafları olan şair ve yazarlara da hayata sevgiye hâkim noktadan bakmak yakışırdı. O da kendine yakışanı yaparak yaşadıkça okuyucularına muhabbet bahçesinden güller derdi. Kalem sustu… 08 Aralık 2007’de edebiyatımız bir değerini daha toprağa gömdü.

6 Aralık 2007 Perşembe

Altın Kuşağın Son Yıldızı: Vüs’at O. Bener

M.NİHAT MALKOÇ

Türk hikâyeciliğinin altın kuşağının son yıldızı olarak görülen Vüs’at O. Bener geçtiğimiz aylarda hayatını kaybetmişti. 83 yaşında hayata veda eden bu değerli kalem, hikâyeyi şiire yaklaştırmıştı. Uzun ömrüne rağmen az sayıda hikâye yazmıştı. Mükemmeliyetçi bir sanat anlayışına sahipti. Az ve öz yazmayı ilke edinmişti. Kelimeleri yerinde ve tabir caizse iktisatlı kullanırdı. O, sözlere hakkını veren bir hikâyeciydi.

Peki, kimdi Vüs’at O. Bener? Okuyucuları ne kadar tanıyordu onu? 1922 yılında Samsun'da doğmuştu. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Bener, modern Türk öykücülüğünde “altın kuşak” olarak tanımlanabilecek 1950 kuşağının önde gelen isimlerinden birisiydi.

Bence yarışmalar yazarları doğuran anadır. Onlar yeni simalarla buluştururlar bizi. Kenarda köşede kalmış yazarlar, ciddi yarışmalar sayesinde keşfedilir. Bener de böyle bir yarışma neticesinde kalem hayatına atılmıştı. Vüs’at O. Bener, 1950’de New York Herald Tribune gazetesi ile Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışmasında ”Dost” adlı öyküsüyle adını duyurdu. Vüs’at O. Bener’in, yarım yüzyılda ortaya koyduğu az sayıda öykü, roman ve oyunu bulunuyor. 1950’li yıllarda yazdığı öyküleri genellikle Seçilmiş Hikâyeler, Varlık, Yeditepe dergilerinde yayınlandı. Bu öykülerden bir bölümü “Dost” adı altında (1952); bir bölümü “Yaşamasız” ismiyle kitaplaştırıldı(1957).

1962 yılında ilk oyunu Ihlamur Ağacı basıldı, oyun Türk Dil Kurumu’nun 1963 yılı tiyatro armağanını aldı. 1977 yılında 29 öyküsü yine “Dost” adı altında, tek cilt halinde basıldı. Öykülerinden, “Dost” Fransızca’ya; “Batak” Almanca’ya; “İlki” İngilizce’ye çevrildi. Öyküleri, yabancı ve Türk antolojilerinde yer buldu. Bunlar onun ismini daha da büyüttü.

Yazarın ikinci oyunu İpin Ucu, 1980 yılında Abdi İpekçi Armağanı’nı kazandı. İlk romanı “Buzul Çağının Virüsü” 1984 yılında basıldı. İkinci romanı “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları” 1991 yılında yayınlandı. “Siyah-Beyaz” adlı kitabı 1993’te basıldı.

Vüs’at O. Bener, dili güzel kullanan bir yazardı… Yani çalakalem yazmazdı. Titiz bir dil işçiliği gözükürdü hikâyelerinde… Onun içindir ki 83 yıllık hayatında yazdığı eserlerin sayısı son derece azdır. Bu, onun dil hassasiyetinden kaynaklanan bir durumdur. Onun hikâyelerinde ülke insanının kültürel yelpazesini bütün ihtişamıyla görmek mümkündür.

Kendisine özgü bir cümle yapısı vardı O’nun… Yani üslûp sahibi bir insandı… Bunu uzun yıllar boyunca ısrarla yazarak kazanabilmişti. Eserlerinde taklit edilmiş, iğreti ifadelere rastlamak zordur. Zaten az sayıda eser vermiş bir yazarın bugün konuşuluyor olması onun ancak özgün bir anlatıma sahip olmasıyla açıklanabilir. Demek ki önemli olan özgünlüktür.

O, hikâye, roman ve oyunlarında gündelik hadiselerin yansımalarını konu edinmiştir daha çok… Bunu, yazdığı eserlerin çoğunda görmek mümkündür. Fakat sıradan olayları dile getirirken dilin sihirli gücünden azamî derecede yararlanmıştır. Olaylar sıradan olsa da anlatım sıradan değildir. Anlatımdaki güzellik, sıradan mevzuları bile zevkle okunur kılmıştır.

Vüs’at O. Bener şiirle de uğraşmıştır. Fakat biz onu şair olarak değil, hikâyeci olarak tanıyoruz. Roman ve oyun da yazmıştır ama asıl ses getirdiği edebî tür hikâyedir. Şiirlerini “Manzumeler” adı altında bir araya getirmiştir. Manzume aslında ölçülü ve kafiyeli, edebî değeri pek fazla olmayan şiir diye algılanır bizde… Fakat onun şiirlerinde ölçü ve düzenli bir kafiye sistemi yoktur. Belki de şiirde iddialı olmadığını ifade etmek için şiirlerini böyle bir isim altında okuyucuya sunmuştur. Bence şiirleri vasat olmaktan öteye gidemez.

O, pek çok yazar gibi şiire de merak salmıştır. Şiirlerindeki imajlar soyut ve kapalıdır. Sıradan bir okuyucunun bu imgeleri çözüp anlamlandırması hiç de kolay değildir. Düzyazıya yaklaşan anlatım tarzı, şiirlerinin bir başka özelliğidir. Orhan Veli tarzı kısa ve ilk görünüşte sıradan gibi algılanabilecek şiirsel söyleyişleri vardır. “Sitem” bunlardan birisidir:
“Nur içinde yat anacığım Mecbur muydun beni doğurmaya Bir daha yapma”
Başkent Hastanesi’nde uzun süre tedavi gören Bener, 31 Mayıs 2005’te vefat etti. Bence kalemin susması âlemin susması anlamına gelir. Vüs’at O. Bener’in hayattan göçüşüyle birlikte bir kalem sustu, bir âlem sustu… Yarım yüzyıl boyunca yazan bu kalemin vedası da sessiz oldu. Gazetelerde koca puntolu harflerle bahsedilmedi ölümünden. Ölümü televizyonları günlerce meşgul etmedi. Sözlerimi bu usta yazarın, fakat vasat şairin “Ölüm” adlı dörtlüğüyle noktalıyorum. Kim bilir belki de ötelerde öykülerine devam ediyordur:

“Ölüm süzmüş gözlerini
Testi yazıtlarında sözü geçmez
Uzun fısıldadığı sen değildin hiç
Geceye yineler ak doğumları”

Bir Mahalle Ki...

M.NİHAT MALKOÇ

Tiyatro, hayatımıza renk ve ahenk katan görsel bir sanattır. Her gün aynı hayatı tekrar edip duran insanlar, tiyatroda başkalarının hayatlarını seyrederek rahatlıyorlar. Daracık bir hayatta sıkışıp kalanlar, tiyatroya giderek duygu ve görüş alanlarını genişletebilirler. Hayata bu açıdan bakınca, tiyatrosu bulunan şehirlerde yaşayanları şanslı görüyorum. Trabzon da bu şanslı şehirlerden birisidir. Çünkü tiyatro bu şehre çok şey kazandırmaktadır.

Tiyatrosu olmayan şehirlerin bu ihtiyacını ancak turnelerle karşılayabiliriz. Günümüzde Anadolu insanı turneler sayesinde tiyatro zevkini yaşayabilmektedir. Aslında turnelerin daha da artırılması gerekir. Sahnelenen her oyun Anadolu’yu baştanbaşa dolaşmalıdır. Fakat bazı şehirlerimizde oyun oynanacak salon bile bulmak mümkün değildir.

Turne kapsamında Ankara Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Bir Mahalle Ki…” adlı oyun Trabzon’da sahneleniyor. Oyunu izlemek için Trabzon Lisesi’nin sanatsever öğrencileriyle beraber 07 Aralık 2007 Cuma günü Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi’ne gittik. Oyuna büyük bir ilgi vardı. Tiyatro salonu ağzına kadar doluydu.

Münir Canar’ın yazıp yönettiği oyunun dekor tasarımını Güven Öktem, kostüm tasarımını Sevgi Türkay, ışık tasarımını Zeynel Işık, müziği Kemal Günüç hazırlarken, dans düzenini ise Hakan Odabaşı ve Nilgün Bilsen yapıyor. Hepsi de işlerinde birbirinden başarılı olmuş… Oyunun geniş bir oyuncu kadrosu var. Bu kadroda şu isimleri görüyoruz: Fikret Ergin, Aydın Uysal, Sabri Özmener, Neşet Erdem, Levent Şenbay, Nejat Armutçu, İsmet Numanoğlu, Volkan Duru, Fikriye Musluoğlu, Göktürk Arıkan, Hasan Ataman, Seda Özgiş, Erengül Öztürk, Halil İbrahim Yaman, Murat Kavas, Sinan Hürkardeş, Sinem Çekerek, Fahrettin Ünal, Fikri Özdemir, Mertol Aytekin, Tolga Ünsal, Hakan Şenlik, Fırat Erdoğan”

Oyunun hem yönetmenliğini, hem de yazarlığını yapan Münir Canar; son dönem tuluat tiyatrosunun önemli temsilcilerindendir. Usta oyuncu günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu durumu üstü kapalı bir tarzda gözler önüne seriyor. Oyunda bir İstanbul mahallesinde muhtar olan Pişekâr’ın mahalledeki evleri, bakkalı ve çeşmeyi yabancılara satışı ile gelişen olayları anlatmaktadır. Başarılı bir fars oyunu olan “Bir Mahalle Ki”, ortaoyunu yöntemiyle sahneye konulmuştur. Oyun aşağıdaki şiirsel ifadelerle özetlenebilir:

“Bir nefeste yüzyılları aştık da geldik, Öyle bir mahalle ki a dostlar, evlere şenlik. Tellallar çıkarıp bir güzel sattık, Alan, niye aldı acaba diye hiç sormadık.”

Oyunun yazarı ve yönetmeni Münir Canar, ömrünü tiyatro sahnelerinde geçirmiş başarılı bir sanatçımızdır. 1945 doğumlu olan sanatçımız 1967’den beri Ankara Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaktadır. 1983–1984 döneminde “Kanlı Nigar” adlı oyunla İsmail Dümbüllü ve Sanatsevenler Derneği’nin en iyi erkek oyuncu ödülünü almıştır. Bu önemli sanatçımız, televizyonların ilk dizilerinden olan Kaynanalar adlı dizide uzun yıllar Kâtip Kerim rolünü oynamıştır. Bunun yanında Beybaba, Fırtına dizilerinde de rol almıştır.

“Bir Mahalle Ki” adlı oyunda şenlik ve müzik hiç bitmiyor. Oyun fasılla başlıyor zaten… Davul zurna hiç susmuyor. Oyun erkeklerden kurulu… Kadınlar oyunun sonundaki dans bölümünde görülüyorlar. Kavuklu’nun karısını bir erkek oyuncu canlandırıyor. Kavuklu ile Pişekâr sürekli çatışma halinde görülüyor. Kavuklu halkı, Pişekâr iktidarı temsil ediyor. Bu da halkla iktidar sahiplerinin birbirleriyle olan münakaşalarını hatırlatıyor bize. Son yıllarda Türkiye’de yabancılara mal satılması, her şeyin peyderpey özelleştirilmesi eleştiriliyor burada. Ne zamanki halk bedava olan suyu parayla alır, sürekli zamlarla karşılaşır, işte o zaman özelleştirmenin, AB’nin, İMF’nin karşısına dikilirler.

Bizler Trabzon Lisesi öğretmenleri ve öğrencileri olarak oyundan büyük keyif aldık। Oyuncuları çok beğendik ve başarılı bulduk. Zevkli ve eğlenceli bir sanat gecesi geçirdik.

Trabzon Lisesi’nde Rusya Halk Dansları Şöleni

M.NİHAT MALKOÇ

Rusya’yla Türkiye, tarihî ilişkileri yüzyıllar ötesine uzanan iki büyük devlettir. Ruslarla ilişkilerimiz her dönemde üst düzeyde olmuştur. Bilindiği gibi devletlerarası ilişkilerde duygusallığa yer yoktur. Her devlet uluslararası ilişkilerde duyguyu değil, mantığı esas alır. Bu doğal bir yaklaşımdır. Mantık da her devletin kendi çıkarlarının ön planda olması gerektiğini söyler. Türkiye-Rusya ilişkilerine de bu pencereden bakmak gerekir.

Türkiye’yle Rusya arasında ekonomik, ticarî ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi çerçevesinde yapılan anlaşmaların sayısı hiç de az değildir. Son yıllarda bu iki ülke arasındaki ticaret hacmi de geçmişe nazaran çok artmıştır. Bu yakınlık yeni ilişkileri ve dostlukları beraberinde getirmiştir. SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni görüntü, pek çok şeyin değiştiğini gösteriyordu. Nitekim öyle de olmuştur. Rusya, tarihî bir değişim ve dönüşüm neticesinde dünyaya yepyeni bir siyasî şekil vermiştir. Bu değişim neticesinde yeni devletler tarih sahnesine çıkmıştır. Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan etmiştir.

Rusya’nın yeniden yapılanması çerçevesinde Türk-Rus ilişkilerinde Trabzon’umuzun konumu da apayrı bir önem kazanmıştır. Sınır kapıları karşılıklı olarak açılmış, insanlar gidip gelmeye başlamıştır. Öncelikle bavul ticareti yapılmıştır. Trabzon’da Rus Pazarı kurulmuş, Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan getirilen mallar burada satışa sunulmuştur. Yine bu değişim sürecinde Rusya Trabzon’a ne kadar çok değer verdiğini göstererek bu şehre başkonsolosluk açmıştır. Bugün bu başkonsolosluk Türkiye ile Rusya arasında önemli bir köprü vazifesi görmektedir. Bu köprü; kültürü de, ticareti de, siyaseti de birbirine bağlamaktadır. Artık Türkiye ile Rusya arasındaki önyargılar en az düzeye inmiştir.

Trabzon’da bunu gösteren gelişmeler yaşanıyor. Rusya Federasyonu Trabzon Başkonsolosluğu’nun ve Trabzon Valiliği’nin Türkiye’de Rusya Kültür Yılı nedeniyle ortaklaşa düzenledikleri “Krasnodar-Trabzon Arasındaki Kültürel İlişkilerin Geliştirilmesi” etkinlikleri Trabzon’da başladı. İlk gün etkinlikleri çerçevesinde Kuban Kazakları Şarkı ve Oyun Çocuk Topluluğu Trabzon Lisesi’ne geldi. Rus dansçılar okul girişinde kalabalık bir öğrenci ve öğretmen topluluğu tarafından çiçeklerle karşılandı. Öğle yemeğini okulda yiyen topluluk elemanları, gördükleri büyük sevgi ve ilgi karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler.

Türk-Rus dostluğu çerçevesinde 05 Aralık Çarşamba günü Trabzon Lisesi Mehmet Ali Yılmaz Konferans Salonu’nda Trabzon Valisi Nuri Okutan’ın da katıldığı, Rusya’dan gelen halk dansları topluluklarının renklendirdiği güzel bir eğlence programı düzenlendi. Programın sunuculuğunu Trabzon Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Eyüp Köse yaptı. Trabzon Lisesi öğrencilerinin salonu tıka basa doldurduğu program, saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla başladı. Daha sonra Rusya Federasyonu Marşı ile Kuban Eyalet Marşı okundu. Rusya yetkililerinin yaptığı konuşmanın ardından Trabzon Valisi Nuri Okutan, Rus misafirlere kısa bir hoş geldiniz konuşması yaptı. Onları Trabzon’da görmekten duyduğu sevinci dile getirdi.

Kalabalık bir basın grubunun da takip ettiği program, Trabzon Fatih İlköğretim Okulu Folklor ekibinin ayakta alkışlanan yöresel oyunuyla başladı. Minik öğrenciler hünerlerini gösterdiler. Ardından salonu ağzına kadar dolduran seyirciler “Kuban Kazakları Şarkı ve Oyun Çocuk Topluluğu”nun güzel bir gösterisini seyretti. Rus kültür adamları Trabzon Valisi Nuri Oktan’a çeşitli yöresel hediyeler sundular. Tuz ve ekmek verdiler. Trabzon Valisi Okutan da onlara bir buket çiçekle karşılık verdi. Çok güzel ve eğlenceli dakikalar yaşandı.

Kin ve nefret politikalarına inat; sevgi ve hoşgörü kültürünün barış ve dostluğun çok önemli bir aracı olabileceği tüm çıplaklığıyla bir kez daha görüldü। Barış sermayesini hoyratça harcayanların yanlış bir yolda olduğu bir defa daha ortaya çıktı. Bu karşılıklı sevgi ve hoşgörü gösterileri, halkların yüreklerinde besleyip büyüttükleri sevgilerinin bütün meseleleri aşacak kudrette olduğunu gösterdi. Rusya’nın Trabzon Başkonsolosluğunun gayretleriyle gerçekleştirilen dostluk ve sanat günleri birkaç gün daha devam edecek.

4 Aralık 2007 Salı

Millî Bütünlüğümüz ve Türkçe

M.NİHAT MALKOÇ

Dil bir iletişim aracıdır. Aynı dili konuşan kişiler bu emsalsiz vasıtayla birbirlerini anlarlar. Harfler seslerin simgeleridir. Bunlar milletten millete değişse de dilin anlam ve önemi bütün milletlerde üst düzeydedir. Dil sayesinde geçmişin maddî ve manevî birikimlerini bugüne aktarabiliyoruz. Bugüne kadar pek çok dil tanımı yapılmıştır. Bu tanımlar, tanımı yapan kişinin ufkuyla sınırlıdır. Bunlar içerisinde en geniş dil tanımı şudur: “Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta; kendi kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; bin yıllar boyunca gelişerek meydana gelmiş bir sosyal kurum; seslerden örülmüş bir ağ; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemidir.”

Dilin bu geniş tanımı üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazsak azdır. Aslında bu tanımın her bir cümlesi üzerine bile bir kitap yazılabilir. Yani o kadar mühim bir araçtır dil… Bir dilin seslerinin karşılığı olan harfler topluluğuna “alfabe” diyoruz. Türkler tarih boyunca onlarca alfabe kullanmışlardır. Bunlar arasında en önemlileri Göktürk, Uygur, Arap ve Latin alfabeleridir. Özellikle Cumhuriyetten evvel altı yüz yılı aşkın bir zaman boyunca kullanılan Arap alfabesiyle milyonlarca cilt kitap yazılmıştır. Fakat bu kitaplar Latin alfabesinin kabul edilişiyle birlikte kütüphanelerin tozlu raflarında derin uykulara dalmıştır. Bugünkü nesil bu kıymetli kitapları okumaktan ve anlamaktan çok uzaktır.

Milli kültürü, dini, dili, sanatı olmayan milletler kısa zamanda yıkılıp yok olmaya mahkûmdur. Modern teknoloji ve kozmopolit değerler, insanları bir arada tutmaya muktedir değildir. Dil, milletleri birbirine bağlayan çimentodur. Dil aynı coğrafyayı, aynı tarihi ve aynı kültürü paylaşan insanları birbirine bağlayan çelikten bir bağdır. Bütün bağlar kopsa da dil bağıyla birbirine bağlanan toplumlar ve fertler asla birbirinden kopmazlar.

Son yıllarda Türkiye’de “Yabancı dille eğitim yapılsın mı yapılmasın mı?” tartışması sürüp gitmektedir. Yabancı dil öğrenmekle yabancı dille eğitim yapmak ayrı konulardır. Öncelikle bunu ayırt etmek, sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekir. Uzun yıllardan beri bir kısım liselerde(Anadolu ve Fen Liseleri) yabancı dil ağırlıklı eğitim verilmektedir. Hatta bir zamanlar bu okullarda diğer dersler de yabancı dille verilmekteydi. Fakat ne öğretmenler söz konusu dersleri yeterince verebilmekte, ne de öğrenciler verilenleri alabilmekteydi. Bunun yanlış olduğu tez anlaşıldı ve mevcut uygulamadan vazgeçildi. Bizler yabancı dil öğrenmenin önemine inanmakla birlikte, yabancı dille eğitimi sömürge milletlerin onursuzca davranışı olarak görmekteyiz. Şayet Türkçe eğitim dili olmaktan çıkarılırsa yarın bu millet bir buz dağı gibi eriyip çözülebilir. Bu da değerlerimizin erozyona uğraması neticesini doğurur.

Bizler millet olarak büyüklüğümüzün farkında değiliz. Bu millet bir zamanlar üç kıtada bayrak dalgalandırmış, onlarca milleti aynı çatı altında huzur ve refah içerisinde yaşatmıştır. Üstelik bunu yaparken bugünkü ABD gibi şiddete ve hileye başvurmamıştır. Bu büyük milletin dili de, dini de kendisine yetecek düzeydedir. Bugün yapılan araştırmalara göre dilimizde 15 bin yabancı kelime bulunurken, diğer dillerde ise 12 bin Türkçe kelime var. Bizler her işte aşırıya gitmeye meyilli bir milletiz. Bir zamanlar dilde özleştirme çalışmaları yapıldı. Nerde bir Arapça ve Farsça kökenli kelime varsa dilden çıkarıldı. Yerlerine nerden çıktığı belli olmayan uyduruk kelimeler getirildi. Fakat sağduyulu milletimiz bu kelimeleri benimsemedi, kullanmadı. Onun içindir ki bu beyhude gayretler sonuç vermedi.

Bir zamanlar Arapça ve Farsçadan alınan kelimeler zamanla değişerek Türkçeye yerleşti. Atatürk’ün dediği gibi “Ketebe Arap’ın; kâtip, mektup bizimdir.” Bunları değiştirip belirsiz ve ucube bir dil meydana getirme gayretleri, bu milletin birlik ve beraberliğine kurşun sıkmaktan farksızdır. Aslında bir zamanlar Atatürk de yanlış yönlendirilerek bu hataya düşürülmüştür. Türkçeyi kuşa döndürmeye, onun kolunu kanadını kırmaya niyetli kişiler, Atatürk’ün gücünden yararlanmayı denemişlerdir. Fakat Atatürk bu oyunu bozmuştur.

Türkçe millî birliğimizin ve bütünlüğümüzün vazgeçilmez teminatıdır. Bu teminat ortadan kaldırılıp yok edilirse diğer birlik unsurları çorap söküğü gibi gelir, milleti millet yapan değişmez unsurlar kaybolur gider. Bu ülkenin millî birliğini ve beraberliğini korumak istiyorsak dilimize, bizleri kenetleyen zengin Türkçemize sahip çıkmalıyız. Bu hususta en büyük görev öğretmenlere ve ailelere düşmektedir. Öğretmenler ve aileler çocukların ne yediğine, ne içtiğine karıştıkları kadar, ne konuştuğuna, nasıl konuştuğuna da karışmalıdır. Çünkü bu büyük şer taarruzuna karşı ancak ortak hareket ederek durabiliriz. Bu konuda Atatürk’ün şu sözü bize yol göstermektedir: “Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Dil, fertler arasındaki duygu, düşünce ve inanç birliğini tesis eder, toplumsal yapımızı şekillendirir. Dağınık toplumlar ancak dillerini koruyarak kenetlenir, tekrar güçlü bir millet olurlar. Milletler ancak dil sayesinde öz benliklerini koruyabilmektedirler. Kuşaklar arasındaki en sağlam köprü dildir. Bu köprü bizi geleceğe bağlar. Dedeyle torunu birbirlerine yaklaştıran, aynı kapta toplanıp çoğalmalarını sağlayan esas unsur dille taşınan maddî ve manevî medeniyettir. Dil bizim yumuşak karnımızdır. Onun içindir ki millî hassasiyetlerimizle uğraşmak isteyenler, işe dili yozlaştırmakla başlamaktadırlar. Bunun ucu kültür emperyalizmine kadar uzanmaktadır. Kültür emperyalizmi ilk icraatına duygularımızı ve irademizi esaret altına almakla başlamaktadır. Yani kale bir anlamda içten fethedilmektedir. Bugünkü savaşların sessizce ve kansızca gerekleşmesi bu yüzdendir.

Bilindiği gibi son yıllarda Türkçeye Batı dillerinden, özellikle İngilizceden binlerce kelime girmiştir. Bu değişim ve istila her geçen gün artarak devam etmektedir. Türkçe, İngilizcenin çöplüğüne dönmüştür. Sokaklarda dolaşırken çok kez yüzümüz kızarıyor. Adeta sömürge bir devlette yaşayanların ezikliğini iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Bizler Avrupa’nın hem teknolojisine, hem de kültürüne açık pazar olmuşuz. Bu sahada gümrük kapılarımızı ardına kadar açmışız. Bunun neticesinde ne yazık ki öz yurdumuzda garip ve parya durumuna düşmüşüz. Sırf bu yüzden bağımsızlığımız bile tehlikeye girmiştir.

Bizler Batının teknolojisini isimleriyle beraber almışız. Kelimelerin önemli bir bölümü teknolojiyle birlikte elini kolunu sallaya sallaya geldi. Oysa buna hiç ihtiyacımız yoktu. Bizim dilimiz sondan eklemeli bir dildir. Binlerce ek ve kök vardır bu dilde. Bunları kullanarak “bilgisayar” örneğinde olduğu gibi yeni kelimeler türetebilirdik. Fakat ne yazık ki öyle yapmadık. Ticarethanelerimize yabancı isimler koyma hususunda birbirlerimizle yarıştık. Bu durum karşısında halk da beklenen tepkiyi göstermedi. Aksine ecnebi kültüre dört elle sarıldılar. Böylelikle varlık sebebimiz olan Türkçemiz büyük bir yara aldı.

Türk dünyasının birliğini imkânsız hale getirmek isteyen Ruslar, Türk dünyasında “Dilde birlik, fikirde birlik, iş’te birlik”, kurmak isteyen Gaspıralı İsmail Bey’in mezarını bile yok ettiler. Bu emsalsiz Türk büyüğünün mezarına bile tahammül edemediler. Kırgız’ı, Kazak’ı, Özbek’i, Türkmen’i, Azeri’yi farklı milletler gibi göstermeye çalıştılar. Bu yüzden beklenen Türk birliği bir türlü gerçekleştirilemedi. Türkiye bu hususta beklenen cesur ve kararlı adımları atamadı. Bu ülkelerin bağımsızlığı sözde kaldı.

Bizler, savaşlarda zor şartlarda kazandığımız zaferleri masa başlarında hilelerle kaybettik. Artık elimizde bir Türkçemiz ve küçülmüş bir coğrafyamız kaldı. Onların kaybolmasına asla rıza göstermeyeceğiz. Bu dili kanımıza, canımıza bedel sayıp koruyacağız. Onların elimizden kayıp gitmesine asla seyirci kalmayacağız. Zira dil giderse vatan da gider.

Geçen zaman Türkçenin aleyhine işliyor. Günümüzde milletimizi cendereye alan dil ve kültür sömürgeciliğinin önüne geçecek Karamanoğlu Mehmet Bey gibi kararlı ve cesur insanlara ihtiyaç vardır. O, bundan yüzyıllar önce dilin gidişatını beğenmemiş, bunun üzerine şu sert fermanı yayınlamıştır: “Bugünden geru divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.”(13 Mayıs 1277) Bu fermandan sonra her yerde Türkçe konuşulmaya başlanmıştır. Bugün Türkçenin itibarını iade edecek kararlı idarecileri mumla arıyoruz. Bu çağın Karamanoğlu Mehmet’ini hasretle bekliyoruz.

30 Kasım 2007 Cuma

Sevgiyle Başlar Her Şey...

M.NİHAT MALKOÇ

İnsanoğlu yüce Allah’ın halk ettiği en muteber varlıktır. Bu nedenle biz insanlar, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri oluvermişiz. Fakat beşere verilen bu kıymet mutlak değildir. Kişi yaptığı hâl ve hareketlerle eşref-i mahlûkat(yaratılanların en şereflisi) olabildiği gibi esfele’s safilin(yaratılanların en aşağısı) mertebesine de düşebilmektedir. Zira günümüzde bunun binlerce canlı örneğini çıplak gözle görebilmekteyiz.

Beşerin kıymeti hiç şüphesiz ki özündedir. Yüce Rabbimiz bu hususta şu hükme varmıştır: “Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra S. 70. Ayet) Pek çok varlıktan üstün kılınan insanoğlu ne diye kendi kuyusunu kazmakla meşgul? Bütün dünya bir araya gelse insanın insana yaptığı kötülüğü yapamaz. Oysa imanın alâmetlerinden birisi de sevgi ve hoşgörüdür.

Gerçek müminler başkalarına kötülük edemezler. İslâm’a göre mümin müminin kardeşidir. Bu, gerçek kardeşlikten(aynı anadan ve babadan doğma) de makbûldür. Peygamberimiz bu hususta da kesin ölçüyü koymuştur: “Müminler birbirini sevmekte, birbirini acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır.”

Hepimiz imandan dem vururuz ama hiçbirimiz bu ince hakikatlere kulak asmayız. Teferruat der, geçeriz. Kabukla özü bir türlü ayrıştıramayız. Meselelerin kabuğunu aşıp özüne inmekte güçlük çekeriz. Sonra da uyanık diye geçinip dururuz. Sevgi yoluna nefret çukurları eşeriz. Sevginin o olağanüstü tılsımını görmezlikten geliriz.

Kişi öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır. Meselelerin halledilmesinde kendimizi merkez üs olarak kabul etmeliyiz. Kendimizi de sevmeliyiz. Fakat sözüm ona, insanı putlaştıran bir kısım hümanist zümrenin oyununa da gelmemeliyiz. İnanç ve törelerimizin gereklerine göre belli bir sınır koymalıyız kendimize. Hak ve halk katında çok muteber ve muhterem bir varlık olduğumuzu asla göz ardı etmemeliyiz. 18. yüzyıl Divan şairlerinden olan Şeyh Galip’in şu beyti bu hususta dikkate alınmaya değerdir:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”
(Kendine hoşça bak ki âlemin özü sensin,
Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)

Yunus Emre sevgiyi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hoşgörüyü evrenselleştirirken ilâhî hakikatleri ölçü edinmişlerdir. Zira bu âlem şefkat ve merhamet üzere yaratılmıştır. Bunu insanlardan beklerken maalesef, daha çok insan haricindeki varlıklardan görüyoruz. Bu demektir ki dünyamızda bir şeyler ters gidiyor. İnsanoğlu ilâhî misyonunu rafa kaldırmış. Kıymet hükümleri şahsîleşmiş. Felâketin ayak seslerini duymamak için sağır numarası yapıyoruz. Oysa gözlerimizi kapamakla gece olmuyor. İş işten geçmeden kendimize bir çekidüzen verelim. Huzuru başka yerlerde değil, çevremizde ve içimizde arayalım.

Günümüzde bazı çevreler insanı ifrat ve tefrit uçlarında dolaştırarak yaratılış amacından uzaklaştırmaktadırlar. İnsan sevgisi ‘hümanizm’ ifadesiyle başka noktalara çekilmektedir. Yeryüzünün, uğruna yaratıldığı insanı anlamaya yanaşmayanlar ve ona farklı yakıştırmalarda bulunanlar her nedense kulluk bilincini dikkatlerden uzak tutmaktadırlar. Oysa insanları sevmek ve güzellikleri paylaşmak esas alınmalıdır. Sevginin pabucunu dama atmaya çalışanların ektikleri nefret tohumları öncelikle kendilerini zehirleyecektir. Kâbe hükmünde olan gönülleri yıkıp harabeye döndürenler huzuru ancak düşlerinde görebileceklerdir. Bu hususta da sözü büyük mutasavvıf şair Yunus Emre’ye verelim:

“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.”

Batı Medeniyeti Karşısında Mehmet Akif

M.NİHAT MALKOÇ

Her milletin kendine mahsus bir medeniyeti mevcuttur. Bunun yanında medeniyetlerin beynelmilel uzantıları da vardır. Bugün, medeniyet kavramı “uygarlık” sözcüğüyle karşılık bulmaktadır. Kültür ve medeniyet kavramlarının içeriği ve kapsamı konusu, bugüne dek çokça tartışılmıştır. Bazıları kültürü millî, medeniyeti evrensel olarak nitelemiştir. Her ikisinin de millî olduğunu söyleyenler de vardır. Bu konulardaki kişisel kanaatler aslında sorgulanmalı ve bu hususta derinleşilmelidir. Mevzumuz bu olmadığı için bunun üzerinde durmayacağız.

Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, ömrü boyunca kâmil bir mümin olarak yaşamıştır. Dünyaya bakış açısı Kur’anî ölçüler dâhilindedir. Müslümanlığın gereği de budur zaten… Dinin bir kısmını kabul edip, bir kısmını çağdışı olarak görmek mümine yakışmaz. O da Müslümanlığı bir bütün olarak görmüş ve öylece yaşamıştır.

Bazı insanlar Mehmet Akif’i, yobaz ve medeniyet düşmanı olarak kabul ederler. Buna dayanak olarak da İslâma tavizsiz bağlanmasını, Batıyı ölçüsüzce eleştirmesini gösterirler. Onlara göre, dünya zamanla değişiyor. Değişen dünyaya ayak uydurmak gerekir. Oysa Akif çağdaş bir insandı. Yani çağın ilminden ve tekniğinden haberdardı. Hiçbir zaman, başını kuma gömerek dünyadan habersiz yaşamayı tercih etmemiştir. Lâkin manevî değerlerinden de asla taviz vermemiştir. Onun için, bazılarının gözünde taassupkâr bir kişi olarak görülmüştür.

Bilindiği gibi “medeniyet” Arapça kökenli bir kelimedir. Bu kelimenin başındaki “mim” harfi kaldırıldığında “deniyet” olarak okunur. “Deniyet” de “hayvanlaşma” demektir. Akif, medeniyetin, deniyete dönüşmesine karşıdır. Onun için, Batı medeniyeti hususunda ince eleyip sık dokumuştur. Çünkü onların inançlarıyla bizimkiler hiçbir zaman birbiriyle bağdaşmaz. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sebep olarak da, Batı’ya körü körüne bağlanışımızı gösterir. Çünkü Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’nın ilim ve tekniğinden ziyade, modası takip edilmiştir. Avrupa’ya teknoloji transferi gayesiyle gönderdiğimiz talebeler, kimliklerini kaybederek melez bir hâl üzere geri dönmüşlerdir. Bilimden nasiplerini alamamışlardır. Akif bu hususta Japonları takdir etmektedir. Çünkü onlar yozlaşmadan Batı’nın teknolojisini ülkelerine taşımışlardır. Gelenek, görenek ve inançlarından asla taviz vermemişlerdir. Ona göre Japonlar, tevhid hariç, müslümanlığın bütün gereklerini, farkında olmadan, yerine getirmektedirler. Akif, biz Müslüman- Türk milletine şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını,
Veriniz mesainize hem de son süratini
Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.”

Akif, ilme ve teknolojiye hayrandır. İnsanların yerinde sayması, onu rahatsız eder. Batı’dan gelen her şeye önyargıyla yaklaşan kaba softalara da kızar. İfrat ve tefritten uzak durulmasını ister. Her konuda ölçülü hareket edilmesinden yanadır. Batı’nın teknolojisini alırken, onu da kendi millî rengimize boyamamız gerektiğini ifade eder. Yani taklide şiddetle karşı çıkar. Çünkü taklit hiçbir zaman aslı kadar mükemmel olamaz.

Akif’e göre Batı, geçmişte Müslüman Türklere karşı kötü bir imtihan vermiştir. Onun için İstiklâl Marşı’nda Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” a benzetir:

“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?”

Burada sözü edilen, yerilen kültür ve medeniyet, Batı’nın ahlâksızlıklarıdır; yoksa ilim ve teknik değildir. Sözlerimi, Akif’in, Batı’nın ilim ve tekniğiyle alâkalı değerlendirmesiyle bitirmek istiyorum: “Avrupalılar’ın ilimleri, irfanları inkâr olunur şey değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalı…”

Akif’in ne kadar doğru söylediğini bugün yaşadıklarımız göstermiyor mu?

Denge Üzere Yaşamak

M.NİHAT MALKOÇ

Bu dünyaya gelirken hangi birimiz ağlamadık? O minik gözlerimiz ışıkla temas eder etmez, ciğerlerimize hayat öpücüğü hükmündeki ilk oksijen iner inmez tepkimiz ağlamak olmamış mıydı? Bu sanki dünyada çekeceklerimize işaretti. İyi bir yere geliyor olsaydık ağlar mıydık acaba? Bu durum biz insanlara bir mesaj olabilir miydi?.. “Ey insan sen dünya denen bir diyara gidiyorsun. Burası senin hakikî vatanın değildir. Sadece ömür denen uzun ve sonsuz yolculuğun etaplarından birisidir; bunu böyle bil ve ona göre yaşa!..”

Alabildik mi bu hayatî mesajı? Hangi birimiz yaşamını bu ölçüye göre sürdürüyor?.. Hangimiz “ Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için; yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız.” hadisini kendine düstur edebiliyor? Huzursuzluklarımızın yegâne kaynağı bu dengeyi sağlayamayışımızdır. Fakat bunu idrak edebilecek akıldan da yoksunuz.

Oysa, gerçek mümin ne dünyaya sırtını çevirir, ne de ahirete!… Dünyaya dört elle sarılıp ahireti unutmak ne kadar yanlışsa; ahireti kazanmak için dünyayı tamamen elinin tersiyle itmek de o derece yanlıştır. Mümin denge üzere hayatını yaşar. O, ifrat ve tefrit noktalarından uzaktır. Çünkü dinin zaten kendisi dengedir. İki cihanda aradığın huzuru bulmak istiyorsan ölçü ve denge üzere yaşamalısın. Öbür yollar çıkmazdır.

Dünyayı ebedî yaşayacağımız bir yer olarak gördüğümüz için kendimizi sonsuz âlemden soyutluyoruz. Onun için de huzursuz oluyoruz. Çünkü hayata bakış mantığımız yanlış ve tutarsız… Yanlışlar üzerinde yükseldikçe huzursuzlumuz o oranda artıyor. Ömrü, dünyevî ve uhrevî diye iki ayak olarak farzedersek, biz bu ayaklardan birini daima devre dışı bırakıyoruz. Tek ayaküstü yaşayan bir insan, iki ayaküstü yaşayan insana göre elbette daha çok yorulacaktır. Yoruldukça da huzuru kaçacaktır. Dünyadan zevk almayan ve de sonsuz âleme yönelik hiçbir hazırlığı olmayan insanların yaşam tarzı budur.

Denge üzere yaşamayan insanların zararı sadece kendilerine değildir. Onlar toplum için de büyük bir tehlike arz ederler. Çünkü bu tip insanlar hep bir tedirginlik içerisinde yaşarlar. Umuttan çok, korku vardır yüreklerinde…. Bu ruh hâli, onları diğer varlıklara karşı sevgisiz ve hoşgörüsüz yapmıştır. Onun için yaşamları kararmıştır bu insanların! Pozitif bir yöneliş göremezsiniz hayatlarında… Başkalarını da umutsuz ederler. Hayata müspet bir katkıları yoktur. Yaşamak onlar için bir yüktür. Aslında kendileri de topluma ve genel anlamda dünyaya yüktürler. Bu kafa yapısındaki kişilerden uzak durmalıyız.

Bütün mevcudat belli bir denge üzere yaratılmıştır. Bunu böyle bilmeli ve ona göre biz de denge üzere yaşamalıyız. Birbirimizin karakter farklılıklarını çatışma sebebi olarak değil, kişisel bir zenginlik olarak görmeliyiz. Birbirimizin kadrini ve kıymetini bilmeliyiz. Çünkü ne biz bu hayatı tapuladık, ne de bu hayat bizi tapuladı. Ansızın ayrılacağız birbirimizden… Her doğan mutlaka ölecektir. Doğmak, ölmektir aslında… Doğumla beraber yaşam kronometresi geri saymaya başlamıştır. Sayılı gün çabuk geçer. Her fâni mutlaka tükenişi yaşayacaktır. Tükeniş demekle yokluğu kastetmiyoruz asla. Çünkü bizim inancımızda yokluk diye bir şey yoktur. Yokluk olarak düşünülen ölüm, aslında sonsuzluğa açılan nuranî bir kapıdır.

Hepimizin içinde sonsuza dek yaşama arzusu vardır. Bu arzu değil midir bizi ölümle düşman eden… Güya ölüm bizi ebedî âlemden alıkoyuyor!.. Tam tersi aslında… Ölüm bize sonsuzluğun kapılarını açıyor. Ruhları dünya gurbetinden kurtarıp ahiret yurdu denen aslî vatanına kavuşturuyor. Allah hiçbir şeyi lüzumsuz yaratmaz. Eğer Rabbimiz bize ebedî yaşama isteği vermişse muhakkak buna karşılık sonsuz bir hayat bahşetmiştir. Her duygunun bir karşılığı vardır. Aslında insanların sonsuza dek yaşama arzusu, ahiretin ve ebedî hayatın varlığına en büyük delildir. Allah bu duyguyu yarattığı hâlde insanlara ebedî yaşama nimetini vermeseydi (hâşâ) abes olurdu. Demek ki ebedî yaşama hissi sonsuz hayata delildir.

Madem ki sonsuz hayat var, korkulacak bir şey değildir ölüm!... Bir de hayatımızı denge üzere yaşamışsak, ölüm dünya meşakkatlerinden kurtulmak, soluklanıp istirahat etmek için bir fırsattır o zaman... Yol azığı olan yolculuktan korkmaz. Azığımız olmadığı için korkuyoruz bu sonsuz yolculuktan… Azık da dünyadaki ibadetlerimizden, sevaplarımızdan başka şey değildir. Ölüm yokluk değil; Allah’a kavuşmaktır. Kim istemez sevgilisine kavuşmayı?... Varlık ummanlarına yelken açmaktır ölüm!.. Yunus’umuz ne güzel söylemiş:

“Ölümden ne korkarsın
Korkma ebedî varsın.”

Hem atalarımızın dediği gibi korkunun ecele faydası yoktur. Akıllı insan, ömrünü ölüm korkusuyla harap etmez. Denge üzere yaşar, ahireti ve hesap gününü dikkate alarak vaktini geçirir; ibadetlere dört elle sarılır; dünyada adını yaşatacak hayırlı eserler bırakır.

Tövbe ve pişmanlık günahların eriyip yok olmasını sağlar. Allah, samimi duygularla pişmanlık duyup yalvaranların elini asla boş çevirmez. Onun en çok sevdiği şey de tövbeleri kabul etmektir. Onun için tövbe kapısı ardına kadar açıktır. Yeter ki bizler bundan istifade etmesini bilelim. Enaniyet duygularına kapılıp şeytanın talebesi olmayalım.

Dünyaya gelirken biz ağlıyorduk, yakınlarımız gülüyordu. Ölüm hâli vuku bulunca her şey nasıl da değişti. İmanla göçenler, sevgililerine kavuşurcasına içten içe gülerek ayrılıyor dünya denen gurbetten!... Bu esnada bu hakikati göremeyen biz fâniler ağlarken, fânilik elbisesini üzerlerinden atan sonsuzluğun bahtiyar yolcuları gülüyor. Onlar ebedi yurtlarına sevinçle yürüyorlar. Rabbim, hepimize gülerek aslî vatanımıza göçmeyi nasip etsin.

Hayatı Anlamlı Kılmak

M.NİHAT MALKOÇ

Günler ne de çabuk geçiyor. Uyuduk sabah oldu, uyandık akşam oldu. Yıllar bir sel misali üzerimize akıp gidiyor. Hani bir zamanlar çocuktuk. Seneler birbirini kovaladı, şimdi çocuklarımız oldu. Bu böyle kalmayacak; Rabbim ömür verirse torunlarımızı da göreceğiz.

Bu akış nereye! Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler günleri, günler ayları, aylar yılları, yıllar da ömrümüzü sürüklüyor. Peki nereye! Menzili düşünüp hesap eden var mı? Sorular bir yumak olmuş zihnimi kemiriyor. Cevaplar hep askıda kalıyor.

Kimler geldi, kimler geçti dünya denen bu zeminden… Bu kervan dur durak bilmeden yoluna devam edecektir elbette. Gelenler ve gidenler olacaktır; ta ki kıyamete kadar... Zira hayat üç aşamadan ibaret: Doğum, yaşam, ölüm!.. Sanki çözümü olmayan bir denklem önümüze konan… Bu denklemi çözen var mı? Olmaz mı? Vardır muhakkak… Onlar ne bahtiyar insanlardır. Hayatı anlamına uygun olarak yaşayan Allah dostlarıdır onlar…

Peki, biz hayatın neresindeyiz? Onu nasıl algılıyoruz? Bu ölümlü dünyada belli bir müddet yaşamaktan maksat nedir? Son nefesimizi verdikten sonra bizi nasıl bir hayat bekliyor? Kendimize bu soruları soruyor muyuz? Yaşantımızı ve bize daima kuyu kazan nefsimizi sorguluyor muyuz? Bu sorulara verdiğiniz cevaplar sizi tatmin ediyor mu? Yoksa bunları düşünecek zamanınız mı yok? Hayatı akışına mı bırakıyorsunuz?

Hayat nefes alıp vermekten ibaret değildir şüphesiz. İnsanları diğer yaratıklardan üstün kılan ve zorlu bir imtihana tabi tutan Allah, bizleri onurlandırmış, eşref-i malkukat derecesiyle de sıfatlandırmıştır. Bununla da yetinmemiş, biz fanilere en büyük payeyi vererek biz günahkâr kullarını dünyadaki halifesi saymıştır. Bu ne büyük bir şereftir bizler için…

Hayatı anlamlı kılmak için neler yapıyoruz? Yaşıyoruz işte!… Peki, bu yeter mi? Kafanızı iki elinizin arasına alın, bir düşünün… Yaptığınız işleri anlamlandırmaya çalışın. Kendinizi sorgulayın imtihana çekilmeden. Yaşadığınız onca yılı şöyle bir süzgeçten geçirin. Süzgecin incecik deliklerinden geçenle üstünde kalan yaşam tortularını bir kıyaslayın. Bunu yaparken de objektif olmaya gayret edin. Acaba neler görüyorsunuz: Müspet mi, menfi mi?

Ortalama yaşam standardının neresindesiniz? Bunu hesaplarken her şeyi paraya endeksleme basitliğinden kurtulalım artık. Kaliteli yaşamak sadece maddeden ibaret değil ki!.. Dünyaya geniş bir perspektiften bakabilirsek görüş açımız ve insani değerler ufkumuz o denli engin olur. Deve kuşu gibi kuma gömülüp hakikatlerden uzak ve bihaber kalamayız.

İnsan hayal dünyasının genişliği nisbetince düşünür, geleceğe dönük planlar yapar. Olmayacak şeyleri düşünmek de hayal kırıklığına zemin hazırlar. Hayallerimiz ulaşabileceklerimizle orantılı olmalıdır. Her konuda olduğu gibi bu hususta da orta yolu tercih etmeliyiz. Öteki dünyayı hesaba katmadan hayatı planlamak hüsrana davetiyedir.

Hayata nasıl ve nereden bakarsanız onu öyle görürsünüz. Hayatı anlamlı veya anlamsız kılmak kendi elimizdedir. Pembe gözlükle bakarsanız güzellikler görürsünüz, kalın camlı, kara çerçeveli gözlüklerle bakarsanız umutsuzluk ve yeis görürsünüz. Aslında bütün güzellikler ve çirkinlikler kendi içimizdedir. Onları yanlış adreslerde aramayalım.

Zaman zaman iç dünyamıza şöyle bir eğilip bakalım. Başka bir tabirle içimize ayna tutalım. Neler gözüküyor? İnceden inceye bir gözlemleyelim. Unutmayınız ki oradan yansıyan güzellikler ve çirkinlikler sizin eserinizdir. Gördüğünüz bu tablonun analizi size kalmış. Ucuz bahanelere sığınmak basit ve sığ insanların karakteristik özelliğidir. Olgun insan miskin miskin oturup bela okuyan insan değildir. Tam aksine; düşünen, çözüm üreten, çıkış yolları arayan insandır. Bilinmelidir ki aslında çözümsüzlük diye bir şey yoktur. Her şey beyinde başlayıp yine orada bitiyor. Yeterki bu çözüm merkezini randımanlı olarak kullanalım. Şunu unutmayın ki hayat her şeye rağmen yaşanmaya değer... Durup dururken hayatı kendimize zehir etmeyelim. Küçük meseleleri büyütmeyelim. Unutmayalım ki güzel bakan güzel görür; güzel gören de hayatından lezzet alır. Güzellikler hayata bakışta gizlidir.

Gazetecilerin En Kıyağı: Ayhan Kıyak

M.NİHAT MALKOÇ

Dünyanın en zor yazılarıdır ölen bir dostun ardından kâğıda dökülenler… Hep zor gelmiştir bana bu tür yazıları kaleme almak… İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Eli ayağı birbirine dolanıyor. Ölen kişi sizin on beş yıllık dostunuz ve ağabeyinizse işin zorluğu katlanıyor üstelik… Zor ama hakikat… Ölüme çare bulan yiğit çıkmadı daha; çıkmayacak da.

“Her can ölümü tadıcıdır” ilâhi fermanı işliyor durmadan… Kıyamete kadar da işleyecektir. İslâm’ın ilk halifesi büyük insan Hz.Ebubekir’e ölümü ne kadar yakın hissettiğini soruyorlar. O da şu ibretli cevabı veriyor: “Nefesimi verdim mi alamayacak kadar, aldım mı veremeyecek kadar yakın bilirim!” Bunu sizler de bir düşündünüz mü?

Her gün belediye hoparlörlerinden ölüm ilanları duyarız da yine de ölümü kendimize yakıştıramayız. Kendimizi en sona bırakırız bu hususta. Hatta sıraya bile koymaya kıyamayız kendimizi. O, kendisinden kaçtığımız ölüm elbet bir gün bizi de yakalayacaktır.

Ölümü hatırlatan ne varsa dışlıyoruz hayatımızdan. Mezarlıkları şehrin en uzağına kuruyoruz görüp de moralimiz bozulmasın diye. Eskiden hemen her caminin önünde bir mezarlık bulunurdu. Cemaat bu kabirlere bakarak kendi sonunun muhasebesini yapardı. Modern şehirlerde mezarlıklara yer yok. Hatta ölümü hatırlatacak hiçbir şey olmamalı etrafımızda!... Oysa biz ölümü unutsak da o bizi asla unutmuyor.

Aslında ölümden korkan ve kaçan, bin kere ölür ömrü boyunca. Akıllı insan ölümden korkmaz; bu ilâhî sonu kabullenir ve ona gereğince hazırlanır. Hem atalarımız ne güzel söylemiş “Korkunun ecele faydası yok” diye. Ölüme karamsar bakmayalım. Çünkü ölüm yok oluş değil, sonsuz bir ahiret hayatının ilk basamağıdır. Ölüm sevgililer sevgilisinin diyarına göç eylemektir. Üstat Necip Fazıl, ölümün güzelliğini bakın nasıl dile getiriyor:

“ Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Muhterem insan Ayhan Kıyak ağabeyi 09 Kasım 2004 Salı günü kaybettik. Bir yıldan beri kanser tedavisi görüyordu. Fakat belli bir süre bu kötü hastalıkla kerhen de olsa dost yaşamasını bildi. Fakat bundan dört ay evvel kendisini gazetede gördüğümde tanıyamamıştım. Bir insan bu kadar kısa zaman içerisinde nasıl bu kadar değişebilirdi. Onun bu hâli hayatın ne kadar değişken ve bir anlamda boş bir meşgale olduğunu hatırlattı bana.

Ayhan abi Trabzon basınının duayenlerindendi. Hayatının 45 yılını gazeteciliğe adayan Kıyak (63), 1959 yılında başladığı gazetecilik hayatı boyunca Sabah, Hayatspor ve Türkspor gazetelerinde ve Anadolu Ajansı’nda çalıştı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nde bir süre başkanlık yapan Kıyak, 2002 yılından bu yana Hizmet Gazetesi’ni çıkarmaya başlamıştı. Ayhan Kıyak, evli ve 3 çocuk babasıydı. Çocuklarına ve eşine değer veren iyi bir aile reisiydi.

Onunla bundan on dört yıl evvel tanışmıştım. O zaman Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenciydim. İçimde büyük bir yazma tutkusu vardı. Her gün kâğıtlara bir şeyler karalayıp duruyordum. Fakat bunları paylaşacağım bir vasıtaya ihtiyacım vardı. Bu gayeyle Türksesi Gazetesi’nin kapısını çaldım. Bu onunla ilk karşılaşmamızdı. Yirmi yaşlarında toy bir insandım o zaman. Beni çok büyük bir ilgiyle karşılamıştı. Gazetesinde yazmak istediğimi söylediğimde gözleri parlamıştı. Benim gibi genç insanların kahve köşelerinde, sokaklarda boş boş dolaştıklarını görerek içinin sızladığını, kendisine ilettiğim yazma teklifini sevinçle karşıladığını belirtmişti.

O zamanlar Türksesi tipo baskıyla çıkıyordu. Yanı elle diziliyordu harfler… Bu zor şartlar altında gazeteyi aksatmadan çıkarıyordu. Her yazı getirişimde uzun uzun sohbetler ederdim kendisiyle. Küçükle küçük, büyükle büyük olurdu. Herkese seviyesine göre konuşurdu. Sohbeti hoştu. İnsan canlısıydı. Yapabileceği hiçbir işe hayır demezdi. Bir ara siyasetin içine de girdi. DYP Trabzon İl Başkan Yardımcısı oldu. Fakat emirle hareket etmeyi sevmediği için, dosdoğru bir insan olduğu için bu alanda fazla ileri gidemedi. Siyasette fazla derinleşemeden parti yöneticiliği makamını terk etti. Anadolu Basın Birliği Genel Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Bu kurumun Trabzon Başkanlığını da sürdürdü. Kısa bir süre olsa da Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yaptı.

Trabzon’da basın denince onun adı hep ilk sıralarda anılırdı. Çünkü hayatı basın içerisinde geçti. Gazetecilik onun için bir yaşam biçimiydi. Fakat basının nimetlerinden pek yararlanamadı. Hep külfetleriyle hemhâl oldu. Gazetecilikten zengin olmayı düşünmedi hiçbir zaman… İsteseydi çok daha farklı yerlerde olurdu. Hep kendi dünyasında, ilkeleriyle tutarlı bir hayatı tercih etti. Sigaraya aşırı bir düşkünlüğü vardı. Sigarayı bırakmayı aklının ucundan bile geçiremezdi. Aç durabilirdi ama sigara içmeden asla!....

Türksesi Gazetesi’ni Erol Üzen’e bırakıp ayrıldıktan sonra ilk göz ağrılarından biri olan Hizmet Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Fakat haftalık çıkıyordu Hizmet… Onun en büyük emeli Hizmet’i günlük çıkarmaktı. Fakat geçirdiği o kâbus hastalık buna izin vermedi. O ölünce, oğulları Serkan ve Aykan, babalarının bu arzusunu gerçekleştirdiler.

Tam on dört yıldan beri iç içe yaşadık Ayhan ağabeyle… Beni de ailenin bir ferdi gibi görerek hep sıcak davrandı. Oğulları Serkan, Aykan, kızı Özlem, sevgili eşi emekli öğretmen Kadriye Hanım çok samimi ve içten insanlar… Kızını çok sevdiği için matbaasının adını da Özlem Matbaası koymuştu. Eşine karşı çok hürmetkârdı. Gazetede sürekli eşine rastlardım. Bir an olsun ayrı kalmaya tahammül edemezlerdi. Oğullarını canı gibi severdi. Bakmaya bile kıyamazdı. Fakat Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi:

“N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.”

O henüz genç sayılabilecek bir yaşta, 63 yaşında aramızdan ayrıldı. Peygamber Efendimiz de 63 yaşında ölmüştü. Onun için 63 yaşına “Peygamber Yaşı” denir İslâm inancında… Yani Ayhan abi Peygamber yaşını idrak ettiği bir dönemde göçüp gitti. Ölüm haberini gazeteden öğrendim… Bu yüzden mahşeri bir kalabalığın cem olduğu cenaze namazına iştirak edemedim. Hakkını helâl eyle Ayhan abi… Ruhun şad olsun güzel insan…