30 Mayıs 2009 Cumartesi

Zağnos Vadisi'nde Hilmi Yavuz'la Başbaşa

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon Valiliği’nin himayelerinde gerçekleştirilen Kitaplı Hayaller Vadisi-Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nin onur konuğuydu yaşayan son büyük şairlerimizden Hilmi Yavuz… İki günden beri Hilmi Yavuz’la beraberiz. Bir zamanlar gecekondu bölgesi olan Zağnos Vadisi’nde şimdi güller açıyor. Zira burası artık kentsel dönüşümle bambaşka bir görünüm kazandı. Sayın Valimiz Nuri Okutan burayı daha da güzelleştirmek ve anlamlı kılmak için bu yıl ilki gerçekleştirilen Kitaplı Hayaller Vadisi- Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’ni burada yapmayı uygun gördü.

1. Kitap Şenliği’nin ilk gününde şair olarak önce Hilmi Yavuz’la karşılaştım. Büyük bir sorumlulukla herkesten evvel gelmişti şenlik alanına. Bir ev sahibi olarak şehrimize teşriflerinden dolayı duyduğum memnuniyeti ifade ettim kendisine. Hatıra fotoğrafı çektirdik. Gün boyunca hep aynı mekânları paylaştık kendisiyle. Hilmi Yavuz açılışta güzel bir selamlama konuşması yaptı. Anlamlı konuşmasıyla ve kente yakınlığıyla Trabzonluların sevgisini kazandı. Can kulağıyla dinlediğim konuşmasında şu duygu ve düşüncelere yer verdi:

“Bu kente İstanbul ve Ankara’dan sonra en çok gelenlerden biriyim. Trabzon insanının ve doğasının bir sonucudur bu. Trabzon insanının son derece aydın ve cana yakın oluşu, doğası… Günün birinde emekli olursam Trabzon’da bir ev tutup yaşamayı düşündüğümü de dostlarıma sık sık söylemişimdir. Trabzonlu şairleri biliyorum. Şiire değer ve önem veren insanları biliyorum. Trabzon’u hakikaten çok seviyorum. Peygamber Efendimizin bir mübarek Hadis-i Şerifi vardır: ‘Davete icabet gerekir’ diyor. Davete icabetin sünnet olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla beni Trabzon insanı ve Trabzon doğası ne zaman çağırırsa, bu davete icabet etmeyi de emir biliyorum. Trabzon benim için ayrı bir anlam taşıyor.”

Kitap şenliğinin ikinci gününde Hilmi Yavuz’un imza günü olacağı söyleniyordu. Ayrıca Hilmi Yavuz’la okuyucuları arasında bir de söyleşi imkânı olacaktı. Bu düşüncelerle gittik Zağnos Vadisi’ne… Pazar günü olmasına rağmen kalabalık yoktu Kitaplı Hayaller Vadisi’nde. Şair ve yazar Hilmi Yavuz, Vali Nuri Okutan’la birlikte kitap şenliğinin yapıldığı alana teşrif etti. Öncelikle Hilmi Yavuz’un değişik fotoğrafçılar tarafından çekilmiş fotoğraflarının yer aldığı mini bir sergi açıldı. Bu sergiyi gezdikten sonra Hilmi Yavuz son kitabı olan “İslam’ın Zihin Tarihi(Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri)” ni okurları için imzaladı. İmza programı bir hayli uzun sürdü. Fakat beklediğimiz söyleşi bir türlü başlamadı. Şair-yazar Hilmi Yavuz’un yanı tenhalaşınca fırsattan yararlanarak kendisiyle söyleşiyi başlattım. Söz sözü açtıkça etrafımızdaki kişilerin sayısı da gittikçe arttı. Söze dâhil olanlar oldu. Böyle bir manevra yapmasaydım Hilmi Yavuz söyleşisi olmayacaktı. Bir saatin üzerinde bir zaman kendisiyle her konuda konuşma imkânı buldum; söyleştik işte.

Türk şiirinin son dönemdeki köklü çınarlarından biri olan Hilmi Yavuz, sözünü sakınmayan bir insan… İçinde ne varsa onu dışarıya yansıtıyor. Çok kere lafı gediğine oturtuyor. Düşünceleri derin ve bir o kadar da tutarlı… Nezaketi de hiçbir zaman elden bırakmıyor. ‘Doğrucu Davut’ özelliğini de kimliğinde saklıyor. Her zaman harbice, delikanlıca konuşuyor. Türk şiirini çok iyi biliyor. Şairlerin karakterlerini ustaca tahlil ediyor.

Hilmi Yavuz’la olan sohbetimiz İsmet Özel’le başladı. Bilindiği gibi İsmet Özel bir programda ‘Türk şiiri son dönemlerde çok yazlaştı’ demişti. Bu sözü kabul etmeyen Hilmi Yavuz da ‘Asıl yozlaşan Türk şiiri değil, İsmet Özel’in kendisidir’ demişti. Böylece polemiğin fitili ateşlenmişti. Ok yaydan çıkmıştı. Şair ve yazarlar arasında meşhur olan kalem kavgası zincirine bir halka daha eklenmiş oluyordu. Bunları hatırlattıktan sonra İsmet Özel’in son çıkışı hakkında neler düşündüğünü sordum ona. Keşke sormaz olaydım. Meğer Hilmi Yavuz, İsmet Özel’e ne kadar da içerlemiş. Bir dokundum, bin âh işittim tabir caizse… Yavuz; İsmet Özel’in son yıllarda ne dediğini bilmediğini, bir sözünün öbürünü tutmadığını belirtti. İsmet Özel’in kötü bir şair olduğu kanaatini kendince sebeplerle kanıtlamaya çalıştı.

Hilmi Yavuz ismi hemen herkesin hafızasında bir yönüyle yer tutar… Bazılarına göre, şair, bazılarına göre akademisyen, bazılarına göre edebiyat eleştirmeni, bazılarına göre televizyoncu, bazılarına göre de gazetecidir. Fakat en doğrusu şu ki o, bunların hepsidir.

Son dönem edebiyatımızın yaşayan çınarlarından Hilmi Yavuz, Kitaplı Hayaller Vadisi-Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nin onur konuğuydu. O, bilmem kaçıncı kez gelmişti Trabzon’a… 70. yaş gününü de Trabzonlu sevenleriyle Trabzon’da kutlamıştı Hilmi Yavuz… Trabzon Belediyesi ile Ada Dergisi tarafından ortaklaşa düzenlenen “70. Doğum Yılında Hilmi Yavuz” adlı bir de sempozyum düzenlenmişti. Birçok kıymetli şair ve yazar; Hilmi Yavuz’un şairliği, yazarlığı ve kültür adamlığı üzerine bildiriler sunmuştu. Hilmi Yavuz enine boyuna tanıtılmıştı bu vesileyle.

Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nde en çok ilgiyi Hilmi Yavuz gördü. Hayranları onunla bir kare fotoğraf çektirmek için birbiriyle yarıştı adeta. Kitap imzalatmak için onun önünde sıra oluşturdu sevenleri. O da büyük bir sabır ve hoşgörüyle okurlarına imzaladı kitaplarını. Hatta birçoğuyla kısa da olsa sohbetler etti. Bu konuda ben şanslıydım. Zira imza programının sonunda Hilmi Yavuz’la bir saatlik bir sohbet etme imkânı buldum. Pek de düzenli ve planlı olmayan dost sohbetiydi bizimkisi. Kamera filan da yoktu sözlerimizi kayda alan. Onun için rahat konuştuk. İsmet Özel’le girdik Orhan Pamuk’la çıktık muhabbet kapısından... Türkiye’de şöhretli bir yazar olan Yavuz, her sorumuza cevap verdi.

Hilmi Yavuz, şiir serüvenini anlattı ana hatlarıyla. Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde, İstanbul’da TOBB Üniversitesi’nde ders verdiğini, bu yüzden de Ankara’yla İstanbul arasında mekik dokuduğunu, fakat işini çok sevdiği için bundan keyif aldığını söyledi bize. Necip Fazıl’la tanışıp tanışmadıklarını sordum. Tanışmadıklarını belirtti. Onun usta şair olduğunu dile getirdi. Sezai Karakoç’a bakış açısını sordum. Sezai Karakoç’un toplumdan kopuk, kendi köşesinde uzlet içerisinde yaşamayı seven usta bir şair olduğunu söyledi Hilmi Yavuz…

Fırsat bulmuşken Hilmi Yavuz’a şiirde ölçü, şekil ve kafiye konusunu sordum. Hece ve aruz ölçüsünün artık misyonunu tamamladığını, kendisinin aruzla yazmayı bildiği halde bu tarz şiirler yazmadığını, şiirlerini ayağı yere basan imgelere dayandırarak serbest tarzda yazdığını dile getirdi. Ben de ona; aslında ölçü konusunda bağnaz olunmaması gerektiğini, bazı şiirlerin aruzla, bazılarının heceyle, bazılarının ise serbest yazılınca güzel olduğunu söyledim. Önemli olanın şekil değil, duygu yoğunluğu ve özü yansıtma olduğunu belirttim.

İsmet Özel, kendisine ‘kötü şair’ diyen Hilmi Yavuz’a vermiş veriştirmişti yakın geçmişte. Hilmi Yavuz için ‘Etnik ve kulübümsü cemaatten kuvvet alıyor.’ demişti Özel… Hilmi Yavuz’un cevabı çok sert olmuştu: ‘Bu sözleri ispatlamalı. Yoksa şerefsizdir.’ demişti. Bu konuya girdiğimizde Hilmi Yavuz’un sesi biraz daha yükseldi. Onun son dönemlerde ne dediğini bilmediğini, unutulmanın sancılarını çektiğini, hatırlanmak ve gündeme gelmek için böyle saldırılarda ve iddialarda bulunduğunu söyledi. ‘İsmet Özel’in ne yapacağı belli olmaz, o belki de geldiği yere de dönebilir’ açıklamalarıyla bu konudaki düşüncelerini paylaştı bizimle. Ortamı daha da germemek için konuyu değiştirdik. Günümüzdeki dergilere bakışını sordum. Şiirlerinin niçin dergilerde yer almadığını merak ettiğimi söyledim ona. Edebiyat alanında ciddi dergilerin olmadığını, onun için de şiirlerinin dergilerde yayınlanmasına izin vermediğini söyledi. Şiirlerini kitap boyutuna gelince okuyucularıyla paylaştığını belirtti.

Konu geldi Nobel Ödüllü Türk Yazar Orhan Pamuk’a dayandı. İtiraf edeyim ki aslında sözü o noktaya ben getirdim. Hilmi Yavuz, Orhan Pamuk’tan da hiç haz almıyor. Pamuk’un Nobel alacak düzeyde Türkçeye vakıf bir insan olmadığını, Nobel Ödülünü kıymetsizleştirdiğini ifade ediyor. O, Pamuk’un romanlarını okuyanların yarıda bıraktığını söylüyor. Hilmi Yavuz, Trabzon’a ve bu kentin kalem erbaplarından Nazan Bekiroğlu’ya, Kenan Sarıalioğlu’ya, Yaşar Bedri’ye ayrı bir kıymet veriyor. O, Trabzon’u çok seviyor. Türk şiirinin dev şairlerinden biri olan Hilmi Yavuz’u da Trabzonlular çok seviyor. Bu gönül köprüsünün her geçen gün daha da sağlamlaştığını sevinerek söyleyebiliriz. Trabzon’un fahri hemşehrisi olan şair Hilmi Yavuz’un uzun ve bereketli bir ömür sürmesini diliyoruz.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Kitaplı Hayaller Vadisi

M.NİHAT MALKOÇ

Daha düne kadar çirkin bir görüntüye sahipti Zağnos Vadisi… Her taraf çarpık gecekondularla doluydu. Şiddetli yağmur yağınca evleri sular basıyor, her taraf çamur deryasına dönüyordu. Buradaki hayat, insanlara reva görülecek bir hayat değildi. Bu çarpıklığı gören devlet yetkilileri bu işe el attı. Zağnos Vadisi’ndeki gecekondular kamulaştırıldı. Bu iş mahkeme süreciyle birlikte uzun zaman aldı. Gecekondu sahipleri paralarını alınca yıkımlar başladı. Hükümet burayı park ve gezinti alanı yapmak için kolları sıvadı. TOKİ’ye ihale edildi bu iş… Kısa zamanda vadinin çirkin yüzü değişti. Surların hemen yanı başında güzel bir yeşil alan kazandı Trabzon. Başbakan tarafından törenle açıldı.

Zağnos Vadisi’nin hikâyesi kısaca bu… Bugünlerde Zağnos Vadisi modern bir görünüme kavuştu. Artık bu güzel vadinin yüzü gülüyor. Şimdilerde köprü üstünden geçerken gururla bakıyoruz bu güzel parka. Modern Trabzon’un tebessümü çarpıyor gözümüze. Bir zamanlar burada ilkel bir hayat yaşayan insanlar, artık başka yerlerde kendilerine layık modern evler alarak hayatlarını devam ettiriyorlar. Onların da kötü talihi değişti bir anda. İnsanlar gezip dolaşıyor, stres atıyor bu yemyeşil, pırıl pırıl mekânda. Su sesleri şehrin gürültüsünden bunalanlara iksir oluyor. Zihinler duruluyor. Trabzon’a layık bir yer burası. Şehrin özlenen yüzü Zağnos… Bu yüz Trabzon’a çok yakışıyor. Olması gereken buydu zaten.

Bir zamanlar Trabzon’un gecekondu bölgesi olan Zağnos Vadisi bugünlerde büyük bir heyecana sahne oluyor. Trabzon Valiliği “Okuyan Şehir Trabzon” sloganıyla hayata geçirdiği okuma kampanyası kapsamında büyük bir kültür, sanat ve edebiyat etkinliğine imza atıyor. 23–31 Mayıs 2009 tarihleri arasında kültür ve sanat dünyasının seçkin isimleri Trabzon’la buluşuyor. Trabzonlu öğrenciler ve şehir halkı, kitaplarını severek okuduğu isimleri yakından görme ve tanıma imkânına kavuşacak bu etkinlikle. Trabzonlular bir hafta boyunca kitabın duru ve dost dünyasında soluklanacaklar. Sevilen yazarlar okurun ayağına kadar gelecek.

Göz zevkini bozan gecekondudan kitaplı günlere giden aydınlık bir yol düşünün… Zağnos Vadisi Parkı bu yıl Kitaplı Hayaller Vadisi’ne dönüşüyor. 23–31 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek şenlikte 50 edebiyatçı-yazar imza ve söyleşiler ile okurlarıyla buluşuyor. Açılışını Kültür Bakanı Sayın Ertuğrul Günay’ın yapacağı kültür ve sanat şenliğinin onur konuğu ise Edebiyatçı-Yazar Doğan Hızlan ve Hilmi Yavuz... Bu güzel şehri hiçbir zaman terk etmeyen, bunu aklından bile geçirmeyen Trabzon’un edebiyattaki gururu, akademisyen, hikâyeci ve romancı Nazan Bekiroğlu da bu kitap şenliğinde okurlarıyla birlikte olacak; bir de konuşma yapacak. Trabzon Belediye Başkanı Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu’nun, Trabzon Valisi Nuri Okutan’ın ve Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’ın konuşmaları ile başlayacak açılış töreni yayınevlerinin stantlarının gezilmesi ile devam edecek…

Şenlik öncesinde, valilik bünyesindeki okulların öğrencilerine katılımcı yazarların eserlerinden ücretsiz dağıtılacak. Yazarlar şenlik süresince kitap dağıtımının yapıldığı okulları ziyaret ederek kitaplarını imzalayacak ve öğrencilerle sohbet edecek. Okullardaki etkinliklerin yanı sıra Zağnos Vadisi’nde yazarların imza programları olacak. Yazarlar halkla kaynaşacak. Trabzon, aşağıda adlarını sıraladığım birbirinden önemli şair ve yazarları misafir edecek:

“Ahmet Turan Alkan, Ali Çolak, Ayla Kutlu, Aysel Gürmen, Aysel Korkut, Bestami Yazgan, Beşir Ayvazoğlu, Canan Tan, Doğan Hızlan, Dursun Gürlek, Fatih Erdoğan, Ferda İzbudak Akıncı, Fevzi Samuk, Masalcı Abla Gamze Alıcı, Gülsüm Cengiz, Gülten Dayıoğlu, Hicran Göze, Hilmi Yavuz, İkbal Gürpınar, İnci Aral, Kenan Sarıalioğlu, Mehmed Niyazi, Mehmet Azim, Mehmet Zeki Aydın, Metin Özdamarlar, Mevlana İdris, Muhammet Bozdağ, Murat Çiftkaya, Mustafa Armağan, Muzaffer İzgü, Nazan Bekiroğlu, Nur İçözü, Nuriye Akman, Nurullah Genç, Ömer Sevinçgül, Sara Gürbüz Özeren, Selim Gündüzalp, Sema Maraşlı, Senai Demirci, Serhan Büyükelçi, Sevim Ak, Sevinç Çokum, Sevinç Kuşoğlu, Süleyman Bulut, Timuçin Özyürekli, Ulviye Alpay, Yalvaç Ural, Zeynep Uluant…”

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Günümüzde Öğrenciler ve Şiir

M.NİHAT MALKOÇ

Gençlik boş bırakılmaya gelmez bir kesimdir. Onların bütün zamanlarını faydalı iş ve uğraşlarla doldurmalıyız. Zira gençliği bekleyen büyük tehlikeler vardır. Bazı şer mihraklar gençlik üzerinden toplumu yıkıp tahrip etmek için fırsat kolluyor. Onlara imkân vermemeliyiz. Gençliği tehdit eden mihraklarla mücadele ederek yarınlarımızı aydınlığa çıkarmalıyız. Yarınlar da ancak vatansever bir genç modeli yetiştirmekle aydınlığa çıkar.

Gençlik ‘moda’ diye adlandırılan, birilerinin çizdiği yolda gidiyor ve lüzumsuz işlerle uğraşıyor. Gençliği bu amaçsız ve anlamsız işlerden kurtarıp spora, sanata ve edebiyata yönlendirmeliyiz. Zira spor bedeni diri ve güçlü tutar; hakikatten ilham alan sanat ise, ruhları besler. Sanatla uğraşan ve kültürel birikimi olan aydınlanmış bir gençlik, yarınlarımız için güven demektir. Gençlerin sanatın her dalını sevmesini ve onlarla uğraşmasını sağlamalıyız.

Zamanımızda öğrenciler arasında şiire olan ilgi son derece düşüktür. Çünkü şiir ciddi bir sanat dalıdır ve belli bir seviye gerektirir. Günümüzde öğrenciler şiire ilgi duymuyorlar. Okumayı ciddiye alan çalışkan öğrenciler gece gündüz demeden üniversite sınavlarına hazırlanıyorlar. Onların başını kaldıracak ve kaşıyacak zamanları yok dersek yeridir. Aklı fikri üniversite sınavında olan bir öğrencinin şiirle ciddi olarak ilgilenmesi ne kadar mümkündür? Aslında şiir insanı rahatlatır, dinlendirir. Ders çalışmaktan çok bunaldığınız bir zamanda elinize bir şiir kitabı alıp rahatlayabilirsiniz. Fakat öğrenciler bunu pek yapmıyor. Genellikle şiire, hikâyeye ve romana zaman ayırma hususunda cimri davranıyorlar. Oysa çok çalışan bir insanın zihni belli bir zaman sonra yorulur. İşte o esnada okuyacağı bir şiirle, hikâye veya romanla pekâlâ dinlenebilir. Bu, onların iç dünyalarını da genişletir ve rahatlatır. Bu psikolojik rahatlama yönteminin farkında olanlar olsa da, sayıları çok azdır. Onlara şiirin güzelliğini fark ettirmeliyiz. Zaman zaman ders dışı okumalarla rahatlamalarını sağlamalıyız.

Öte yandan okumayı ciddiye almayan, öğrenciliği sadece okula gidip gelme olarak görenler, zaten kitap okumazlar. Onlar vizyona yeni giren filmleri, bin bir çeşit bilgisayar oyunlarını takip ederler. Onlar internet kafelerde zaman öldürürler, kalabalık caddelerde volta atarlar. Her taşın altından onlar çıkarlar. Onlara şiiri ve kitap okumayı sevdirmek zordur. Aslında onların içerisinde de duygu yoğunluğu olanlar çoktur. Ancak planlı ve düzenli bir çalışmayla bu yoğunluk söze ve yazıya dökülebilir. Gençleri bu yöne yönlendirmek hiç de kolay değil. Fakat bence her şeye rağmen onları güzel sanatlara ve şiire yönlendirmeliyiz.

Okullarda şiiri sevdirmek için şiir yazma ve okuma yarışmaları düzenlenebilir. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı değişik zamanlarda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenliyor. Fakat bu yarışmalara ilgi bir hayli düşük oluyor. Bunda öğrencilerin ilgisizliğinin yanında düzenlenen yarışmaların da iş savma kabilinden, adet yerini bulsun diye yapılması önemli bir etkendir. Yetkililer öğrencilerin ilgisini çekecek konularda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemelidir. Bu yarışmalarda öğrencinin yazma iştahını kabartacak miktarda ödüller verilmelidir. Örneğin vergi hakkında, verem hakkında şiir yarışmaları düzenleniyor hemen her yıl… Bu konularda derinliği olan şiirler yazılamaz; ancak kompozisyon yazılabilir. Fakat neticede kaliteli eserler çıkmayacağı bilinse de düzenleniyor. Daha ciddi yapılmalı bu işler…

Bence her okulun bir peryotik yayın organı(dergi, gazete) olmalıdır. Öğrenciler bu yayın organını bir yazı atölyesine çevirmelidir. Bizler okullarımızda duvar gazeteleri hazırlıyoruz sürekli… Bu gazetelerde belli şairleri, yazarları, belirli gün ve haftaları işliyoruz. Okul içinde şiir ve kompozisyon yazma, şiir okuma yarışmaları düzenliyoruz. Ders yoğunluğu içerisinde bunlara yeterince ilgi olması beklenemez zaten. Bir kere hafta içi öğrencinin her saati dolu, akşamleyin servis gelip öğrencileri alıyor, hafta sonu herkesin okul kursu veya dershanesi var. Öğrenciyle özel olarak çalışılacak, güzel sanatlara, şiire yoğunlaşacak zaman kalmıyor. Öğrenciler yarış atına döndürülmüş, başarı sadece derslerle ve sınavlarla ölçülüyor. Durum böyle olunca şiir rafa kaldırılıyor. Şiiri raftan indirip hayatın merkezine almalıyız.

17 Mayıs 2009 Pazar

Eurovision Saçmalığı Yahut Türkçenin Gözyaşları

M.NİHAT MALKOÇ

Her yıl Mayıs ayının ortalarında Eurovision Şarkı Yarışması gerçekleştiriliyor. Onlarca ülke bu yarışma için bir yıl boyunca yoğun hazırlıklar yapıyor. Onlara sorsanız Avrupa’nın en iyi müzik parçasını ve solistini seçiyorlar. Neye göre? Ölçütleri neler? Bunlar standart değil; alabildiğine öznel bakış açıları… Eurovision Şarkı Yarışması hakkında tutarlı ve gerçekçi bir yazı yazmak için 16 Mayıs Cumartesi gününün gecesi onca zillete katlandım.

Eurovision Şarkı Yarışması yine bildiğiniz gibi… Yarışmada herkes komşularına puan veriyor. Şarkı yarışmasından çıkmış, siyaset arenasına dönmüş sanki. Yarışmada hiçbir şey gerçekçi ve tarafsız değil… Böyle deli saçması bir yarışma niçin 53 yıldan beri devam eder, bunu bir türlü anlayabilmiş değilim. Bu yarışmanın dünya ve Avrupa müziğine katkısı var mıdır? Hiç zannetmiyorum. Zira bu yarışmada maksat, müziği ileriye taşımak değil.

Ülkemiz Tanzimat’tan beri Avrupa’nın peşine takılmış gidiyor. Teknolojide ve bilimde mi? Nerdeee? Müzikte, modada, gösterişte!... Düşünüyorum da Türkiye niçin Türk dünyasıyla birlik olup böyle bir organizasyona öncülük etmez. Türk Cumhuriyetleri ve Türk toplulukları bir şarkı veya türkü yarışması vesile edilerek pekâlâ bir araya getirilebilir. Bu yarışmayla Türkçe tekrar o eski görkemli günlerine döndürülebilir. Bu aynı zamanda kültürel kaynaşmaya da katkıda bulunur. Azeri, Kazak, Özbek, Türkmen, Kırgız halk müziği de böylece canlandırılmış olur. Yani Türkçe Olimpiyatları’nın büyüklere uyarlanmış şekli gerçekleştirilebilir. Bunu yapmak için fazla bir külfete de gerek yok. Her şey hazır… Helva yapacak marifetli ellere ihtiyaç var… Bırakın Avrupa’nın peşinden koşmayı Allah aşkına!...

TRT bildiğim kadarıyla Eurovision Şarkı Yarışması’na büyük paralar aktarıyor. Bu para bizim vergilerimizden oluşuyor. TRT gibi bir kurumun Türkçeyi hiçe sayarak İngilizce bir şarkıyla böyle bir yarışmaya katılması, bu yarışmaya yüklü miktarlarda para aktarması akıl alır davranış değil. Göz göre göre Türkçeye ihanet ediliyor. Müstemleke ruhu hortlatılıyor. Bu durum ülkemizin izzetini ve iffetini zedeliyor. TRT’yi bu tutumundan dolayı kınıyorum. Elektrik faturalarımıza ilave edilen yüzde ikilik payı da helal etmiyorum kendilerine.

Her yıl Haziran ayında Türkçe Olimpiyatları yapılıyor. Bu olimpiyatlarda onlarca ülkeden yüzlerce öğrenci Türkçe şiirler okuyor, şarkı ve türküler söylüyor. TRT yüzde yüz Türkçe şiirlerden ve şarkılardan oluşan, Türkçeyi şahlandıran bu güzel etkinliğe ne kadar maddî ve manevî katkıda bulunuyor? Hiçbir şeyi bize benzemeyen, Türkçeyi bile yarım yamalak konuşan bir kadına çuval dolusu para veriliyor. İş Türkçe Olimpiyatları’na gelince cepleri akrep doluyor. ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ dedikleri bu olsa gerek…

Belçikalı Hadise’nin bu yarışmada birinci ol(a)madığına doğrusu sevindim. Dördüncü olarak bitirdiler bu yoz yarışmayı. Keşke ilk 10’a bile giremeseydiler. Bu yarışmada dereceye girmek, yapılan deli saçmalıklarını onaylamak anlamına geliyor. Yani ‘dereceye girmişseniz gittiğiniz yol, yaptıklarınız doğrudur’ anlamı çıkıyor bundan onların mantığına göre…

Bu yılki yarışmayı baştan sona takip ettim. Baktım ki geçmiş yıllardan bir farkı yok bu seneki yarışmanın. Her zaman olduğu gibi Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimine 12, Kıbrıs Rum Kesimi de Yunanistan’a 12 puan veriyor. Bu, 32 yıldan beri hiç değişmiyor. Onlar böyle yapıyor da biz farklı mı yapıyoruz? Biz de bu yıl 12 puanı Azerbaycan’a verdik. Tabii ki onlar da bize verdi 12 puanı… Kuzey ülkeleri, Slav ülkeleri, Balkan ülkeleri hep birbirlerine verdiler en yüksek puanları. Yani ‘Al gülüm ver gülüm ‘ durumları söz konusu. Bir ehli vicdan çıkıp da bunu niçin sorgulamıyor? Eurovision’u millî mesele haline getirenler; bu yarışmada millî değerlerimizle alenen alay edildiğini, özümüzden ne kadar uzaklaşıldığını görmezler mi? Türkiye’yi Hadise gibi ecnebi kültürlerden beslenenler asla temsil edemez.

Hadise, birinciliği kazansaydı Türkiye mi kazanmış olacaktı? Bence hayır!… Çünkü bir kere şarkı benim anadilimde değil. İlginçtir ki bu yarışmadaki dansçılar bile Türk değil. Şarkı yarışmasını bacak şova dönüştürerek bu milletin değerleriyle alay edenleri kınıyorum.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir Canlı Tarih Vardı: Şevket Çulha

M.NİHAT MALKOÇ

Ecel gemisi, acı siren sesleriyle hayat limanına uğrayarak oradan topladığı yolcuları ebedî âleme taşıyor. Bu mahzun göç, dünyanın yaratılışından bugüne dek durmadan devam ediyor. Bu göç dünyanın yıkılışına kadar da öylece devam edecektir. Göçenlerden çok, arkada kalanlar yıkılıyor. Fakat Yunus Emre’nin şu veciz beyti bizleri biraz olsun rahatlatıyor:

“Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın.”

Biz Müslümanlar, ölümü bir hicret olarak görüyoruz. O yüzden de ölümden korkmuyoruz. Ölümü ‘şeb-i arus(düğün gecesi)’ olarak gören Mevlana’nın torunlarıyız biz… Ama her nedense hüzünlü oluyor göçler… Hele hizmetleriyle sembolleşen kişilerin ölümü derin bir elem veriyor insana. Merhum Şevket Çulha’nın ölümü de vaktiyle beni çok üzmüştü.

Trabzon’da ‘yürüyen tarih’ olarak adlandırılan Şevket Çulha, 1911’de Boztepe’de dünyaya gelmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda Ordu’ya göç etmek zorunda kaldılar. O yıllarda, o çocuk yaşında büyük sıkıntılar yaşadı. Okula orada başladı. Trabzon’un kurtuluşundan sonra bu şehre geri döndüler. Cudibey İlkokulu’na kaydoldu. Ticaret Okulu’na devam etti. 1927’de Yeni Yol gazetesinde spor muhabiri olarak çalışmaya başladı. Bir ara Belediye Başkâtip Muavinliği yaptı. Daha sonra Tekel İşletmesinde çalıştı. Belediye Meclisine seçildi.

Merhum Şevket Çulha Ağabey’le Karadeniz Yazarlar Birliği’nin kuruluş aşamasında, Trabzon İl Halk Kütüphanesi’nde tanışmıştım. Çok dolu, asaletli ve ciddi bir insan olduğu her hâlinden belliydi. Ben o zamanlar yirmi yaşlarında tığ gibi bir delikanlıydım. Toplantıdaki en genç isim bendim. Bu durum rahmetli Şevket Abi’nin de dikkatini çekmiş olacak ki yanıma yaklaşıp sorular sormuştu bana. Bir süre öylece muhabbet etmiştik. Sonunda da gelecekte iyi bir kalem erbabı olacağımı söyleyerek iltifatlarda bulunmuştu bana. Güç ve moral vermişti.

Ben Karadeniz Yazarlar Birliği kurucuları arasında en genç üyeydim. Şevket Çulha da en yaşlısı…. Seksen yaşında bir insanın bu gibi etkinliklere katılması doğrusu garibime gitmişti. Şevket Abi, 1911 ilâ 1996 yılları arasında dolu dolu 85 yıl ömür sürdü. Hayatını hayırlı hizmetler yolunda tüketti. Ölümüne dek onlarca vazifeyi başarıyla ifa etti.

Sporla iç içe bir insandı o... 1930 ilâ 1951 yılları arasında Trabzon Spor Bölgesi Genel Sekreterliği, Hakem Komitesi Başkanlığı, Ceza Kurulu Başkanlığı, Denizcilik Ajanlığı, Spor Bölge İl Müdürlüğü, Atletizm ve Futbol Ajanlığı yaptı. Spora gerçekten büyük hizmetler etmiştir. Bu arada İdman Ocağı, Gençler Kulübü, Karadeniz Kulübü, Şehir Kulübü, Kızılay, Çocuk Esirgeme, Verem Savaş gibi kuruluşlarda başkanlık ve üyeliklerde bulunmuştur.

O, aynı zamanda usta bir kalemdi. Trabzon tarihinin canlı şahitlerinden birisiydi. Yeniyol, Halk ve Şehir, Karadeniz, Kuzey Haber gazetelerinde; Akın, İnan dergilerinde uzun yıllar yazarlık yaparak tarihî birikimlerini yeni nesle aktarmıştır. O, ‘Basın Şeref Kartı’ sahibi olan ender simalardan biriydi. Ölmeden önceki son vazifesi Karadeniz Yazarlar Birliği Yazarlar Meclisi Başkanlığı’ydı. O, daima insanlara rehber ve yardımcı olmaya gayret etti.

Çulha, Atatürk’ün Trabzon’a gelişini çok iyi hatırlayan ve en önemlisi de karşılama merasiminde görev alan tarihî şahsiyetlerden birisiydi. Trabzon’un mâzisini onun kadar iyi bilen ikinci bir isme rastlamak zordur. Muhacirlik günlerinin acılarını yaşayan bir insandı. Bu mevzulardaki hatıralarını değişik yayın organlarında dile getirmiştir. Gençler bunları okumalı.

Canlı tarih merhum Şevket Çulha’nın, ömrü boyunca yaptığı vazifeleri başlıklarıyla sıralarsak sayfalarımız kâfi gelmez. Araştırmacı-Yazar Mustafa Yazıcı’nın yaptığı hesaplara göre Çulha, 85 yıllık ömrü boyunca üç yüz yıllık hizmet görmüştür. Böyle insanlar çok nadir geliyor dünyaya. Araştırmacı-Yazar Murat Yüksel Bey, Şevket Çulha’yla görüntülü vesika niteliği taşıyan mühim televizyon programları yapmıştı. Trabzon’un tarihî ve kültürel mâzisi konusunda araştırma yapmak isteyenler bu program kayıtlarından yararlanabileceklerdir. 13 Kasım 1996’da aramızdan ayrılan gazeteci-yazar Şevket Çulha’yı unutmadık, unutmayacağız. O, vefakâr Trabzonluların hafızasındaki yerini hep koruyacaktır. Allah rahmet eylesin.

Atatürk ve Türk Gençliği

M.NİHAT MALKOÇ

İnsan hayatının ergenlikle orta yaş arasındaki dönemine “gençlik” diyoruz. Gençlik bulunmaz bir nimettir şüphesiz. Fakat insanlar her nedense bunu yaşlandığında anlayabiliyorlar. Vaktinde kıymeti bilinmeyen ve gereğince yaşanılmayan bir gençliğin yaşlılıkta değeri fark edilse ne ehemmiyeti var? Giden gitmiştir, geriye bir sürü, zor seçilen solgun hatıralar kalmıştır. Ama hatıra deyip de geçmeyelim; hatıralardır bizi hayata bağlayan… “Keşke” dememek için gençlik yıllarını dolu dolu yaşamalıyız, kendimizi yetiştirerek geleceğe hazırlamalıyız. Gününü gün etmek, duygularına esir olarak hovardaca takılmak gençliği bataklığa götürür. Bataklığa sürüklenen gençlik bir ülkeyi tez vakitte bitirir.

Yarınlarımızın teminatı olan gençleri çağın gereklerine uygun olarak yetiştiren milletlerin gelecek endişesi yoktur. Zira onlar yarınlarını emniyet altına almışlardır. Çünkü gençler istikbalimizin sigortasıdır. Fakat bu sigortayı sağlam tellerle bağlamazsak kısa devre yapma ihtimali vardır. Bunu da ancak gençlerimizi ecnebi hayranlığından kurtarıp millî ve yerli kültür unsurlarıyla besleyerek gerçekleştirebiliriz. Yabancı kültürlerin boyunduruğu altına giren nesiller her an patlamaya hazır saatli bomba gibidir. Ne zaman, nerede patlayacakları belli olmaz. O bomba batlayınca onun şarapnelleri bize de zarar verebilir.

Gençlik bir tarlaya benzer. O tarlaya ne ekerseniz orada o biter. Hiçbir şey ekmezseniz yabani otlar ve dikenler biter. Nadasa bırakırsanız siz farkında olmadan başkaları ısırgan eker. Onun içindir ki bu tarlayı büyük bir itinayla ve zamanında ekmeliyiz ki yabani otlar yetişmesin. Gençlerden şikâyet edenler vicdanlarıyla şöyle bir hesaplaşsınlar. Acaba ne ettiler, ne buldular. Her şeyin bir sebebi var elbet. Bizler gençlere yatırım yaparsak bunun semeresini görürüz. İyi eğitilmiş gençler bir ülkenin hazır kıtasıdır. O ülkenin sırtı asla yere gelmez.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük komutan Atatürk, gençliğe olağanüstü derecede kıymet veren bir insandı. Biliyordu ki bugünün orta yaşlıları yarının ihtiyarları olacaktı. Daha sonra onlar bu dünyadan göçecek ve yerlerini gençlere bırakacaklardı. Atatürk bunu biliyor ve emaneti teslim edeceği gençlere güveniyordu. Bunu şu ifadelerde görebiliriz: “Gençler, cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve kültür ile insanlık değerinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve sürdürecek sizsiniz.”

Atatürk, gençliğin kıvrak zekâsından ve enerjisinden yararlanılması gerektiği kanaatindeydi. O, yaşadıkça gençlere güvenmiş ve onlardan faydalanmıştır. Gençlerle daima çok iyi diyalog kurmuştur. Bunu da şu sözlerle dile getirmiştir: “Arkadaşlar, Gençliğe bakın, Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum.”… “Vatanın bütün ümidi ve geleceği size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. Biz her şeyi gençliğe bırakacağız... Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.”…“Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri ( Türkiye Cumhuriyeti Devleti ) ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak.”

Her millet, gücünü gençlerinden alır. Gençler yarınlarımızın umududur. Onların varlığından hız ve haz alırız. Fakat gençlerin millî ve manevî değerlerine sahip çıkması ve bu kaynaklardan beslenmesi gerekir. Aksi takdirde yoz bir gençlik sizin için tehdit unsuru olur.

“Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir ” diyen Atatürk bu konuda öğretmenlere düşen görevin ağırlığına işaret etmiştir. Gerçekten de öyle değil midir? Yedi yaşında öğretmene teslim ettiğimiz çocuğumuzu 22–25 yaşları arasında meslek sahibi olmuş yetişkin bir kişi olarak teslim alıyoruz. 15 yıl boyunca öğretmenlerin hünerli ellerinde yoğrulan evlâdımız olgun bir insan olarak bize dönüyor. Bu da gösteriyor ki gençler gerçekten de Atatürk’ün de belirttiği gibi öğretmenlerin eseridir. O zaman öğretmenlerimizi de millî ve manevî değerlerle donatmalıyız ki onlar da bu konuda gençleri layıkıyla yetiştirebilsinler. Atatürk’in izinde giden Türk gençliği ondan aldığı güç ve ilhamla yarınları aydınlatacaktır.

Bayrak Şairi Arif Nihat Asya’nın 100. Doğum Yılı

M.NİHAT MALKOÇ

Bilindiği üzere Arif Nihat Asya, bundan tam yüz yıl önce 1904 senesinde dünyaya gelmişti. Şu anda 2004 yılını idrak ediyoruz. Yani bu yıl Arif Nihat’ın yüzüncü doğum yılı… O, yüksek tahsilini İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde tamamlayarak Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni oldu. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik ve idarecilik görevlerinde bulundu.

Geçen hafta(06 Mart 2004 Cumartesi ) Trabzon’da Hamamîzade İhsanbey Kültür Merkezi’nde T.C.Kültür Bakanlığı ve İlesam(İlim Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) Trabzon Temsilciliği tarafından “Doğumunun Yüzüncü Yılında Bayrak Şâiri Arif Nihat Asya” konulu bir panel düzenlendi. Panel başlamadan evvel İlesam Trabzon İl Temsilcisi Araştırmacı –Yazar Jeoloji Yüksek Mühendisi Ahmet Musaoğlu “100. Doğum Yılında Arif Nihat Asya” panelinin açış ve takdim konuşmasını yaptı. Onun ardından İlesam Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Osman Oktay kürsüye gelerek gündemle ilgili kişisel duygularını dile getirdi. Oktay şöyle dedi: “Bu gibi kültürel toplantıları daha çok İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde yapıyorduk. Meğer yanılmışız. Bugün bu kalabalığı görünce bunu fark ettim.”

Sayın Oktay’ın bu tespitini ve samimi itirafını biz yıllarca dile getirdik. Türkiye’nin İstanbul’dan ibaret olmadığını, Anadolu’da kültürel açıdan büyük bir açlık, boşluk ve potansiyel bulunduğunu söyleyip durduk ama sesimizi işittiremedik. Trabzon gibi tarihî ve kültürel açıdan zengin bir şehirde her hafta böyle bir faaliyetin yapılması zorunludur.

Ardından İlesam Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehmet Kocaoğlu kürsüden dinleyicilere seslenerek şu çarpıcı açıklamalarda bulundu: “Bizim kadar kültürüne ve medeniyetine kayıtsız bir millet göstermek bilmem mümkün müdür? Geçtiğimiz yıllarda Batılı Ermeni lobileri “Ararat” isimli bir film çektiler. Bu filmde Türkler vahşi, katil ve canavar bir millet olarak gösterildi. Sanki bütün Ermenileri kılıçtan geçirerek kesip doğramışız. Filmde böyle bir tarihî yalan işleniyor. Bu film Batılı bir ülkenin aleyhine çekilseydi dünyanın hiçbir yerinde yayınına izin verilmezdi. En kısa zamanda yayından kaldırırlardı. Biz ne yaptık? Bu filmin dünyadaki gösterimini engellemeyi bir yana bırakın, Türkiye’de izlenmesine devlet olarak izin verdik. Neymiş efendim, demokrasi adına, hoşgörü adına!.. Neyse ki Türk vatandaşı bir kısım ehli insaf Ermeni, bu filmde anlatılanların tarihî gerçeklerle bağdaşmadığını söyleyerek filmin yayından kaldırılmasına sebep oldular.”

Bu kısa konuşmalardan sonra paneli yöneten Ahmet Musaoğlu, katılımcı konuşmacılardan KTÜ Rektörlük Türk Dili Bölüm Başkanı Doç. Dr. Osman Kemal Kayra, Gazeteci Yazar İbrahim Metin, şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler salondakileri selâmlayarak panele başladılar. İlk sözü alan Osman Kemal Kayra, öncelikle Arif Nihat Asya’dan evvelki dönemlerin sosyal, kültürel ve siyasî hayatını özetledi. Şair ve yazarları değerlendirirken onların yaşadıkları dönemin göz ardı edilmemesini, mutlaka dikkate alınmasını tembihledi. 1850 ile 1918 arasındaki senelerin Türk’e kefen biçildiği zor yıllar olduğunu hatırlattı.

Misafir katılımcılardan Konyalı İbrahim Metin, Arif Nihat Asya’yla ilgili pek çok hatırasının olduğunu, hatta Büyük Şair’in kiracısı olma bahtiyarlığını da yaşadığını belirtti.

Onların ardından Türkiye’nin yaşayan Dede Korkut’u, Türk şiirinin çınarlarından, Türkçenin ve Türkiye’nin sevdalısı çok kıymetli şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler, aziz dostu Arif Nihat Asya’yla ilgili şu enteresan değerlendirmeleri ve tespitleri yaptı:

“Arif Nihat Asya, bizim sulh zamanlarımızdaki kahramanlarımızdandır. Balzac milleti tarif ederken: “Millet edebiyatı olan topluluktur.” diyor. Ne kadar doğru!.. Gençlerimiz Arif Nihat’ı yeterince tanıyıp bilmiyorlar. Onu bilmeyenler büyük bir kültürel çıkmazın ve karanlığın eşiğindedirler. Benim şahsiyetimin şekillenmesinde Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl Kısakürek ve Mehmet Akif Ersoy gibi isimlerin büyük tesiri vardır. Onların yazdıkları ve yaşadıkları, karakterimin şekillenmesinde etkili olmuştur.

1955’te Hukuk Fakültesi’ni kazanıp Ankara’daki okuluma kaydımı yaptırırken rahmetli babam bana: “Bak oğlum, beni iyi dinle!..Yeni arkadaş muhitini Türk Ocağı arasından seçeceksin.” diye uyarıda bulundu. Galip Erdem ve Arif Nihat gibi dev şahsiyetleri orada tanıdım. Asya’yla abi-kardeş münasebetimiz, vefatına kadar devam etti. Ondan çok şey öğrendim. O, şiirlerinde doğum ve ölümü çok müstesna bir tarzda ifade etmiştir.

Arif, 05 Ocak 1975’te Ankara Numune Hastanesi’nde öldü. Yakınları onu ölümüne yakın günlerde terk ettiler. Eşi Servet Hanım’a: “Hanım şu telefon defterini getir bakalım. Bizim dostlarımız vardı bir zamanlar!.. Ne oldular şimdi?” diye serzenişte bulunmuştu.

Arif Nihat Asya büyük bir şair ve yazardır. Ömrü boyunca 23 şiir, 10 nesir kitabı yazmıştır. Ben de onun eş ve dostuna yazdığı 97 mektubunu derleyerek kitap hâline getirdim.

Asya, asla sıradan bir insan değildi. Onun için de sıradanlığı sevmezdi. O yıllarda Ziya Gökalp’in kardeşi, abisiyle ilgili olarak bir anma programı düzenlemiş Diyarbakır’da. Arif’i de o anma programına çağırmışlar. Fakat o, şu gerekçeleri ileri sürerek, fikirlerinden ilham aldığı ve çok sevdiği Gökalp’in anma programına katılmamış: “Şimdi orada Ziya Gökalp nerede doğdu, nerede öldü, neler yaptı gibi sıradan ve bilindik şeyler anlatacaklar. Ben bu gibi abidevî şahsiyetlerin kuru kuruya anlatılmasına karşıyım. Basmakalıp ifadelerden hoşlanmam. Onun hususi hayatıdır mühim olan. İnsanlar böyle kuru malûmatlardan usandı artık.”

Arif Nihat Asya’nın ne zaman, nerede doğduğu önemli değil. Onun düşünce dünyası ve hususi özellikleri önemlidir. O bir halk adamıydı. Bütün değerlerimize bağlı bir Türk milliyetçisiydi. Atatürk : “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diyor. Kültür bu kadar önemli. Asya, Türk kültürünün bütün değerlerini yaşamış ve yaşatmıştır. Ziya Gökalp, milleti dil ve din birliğine sahip topluluk olarak tarif ediyor. Ne kadar isabetli bir tespit…

Şair Arif Nihat Asya, Türkçenin inceliklerini eserlerinde işlemiştir. Bizlere düşen görev onun ışığını çocuklarımıza götürerek onları aydınlatmaktır. Onun o güzel Türkçesini, nesrini ve şiirlerini yeni nesilleri okutmalıyız. “Bayrak” şiirini ilâhî bir tecelliyle yazmıştır O.

Bugünün tabiriyle medyadan çok şikâyetçiydi Arif Nihat Asya... O yıllarda TRT bir kez olsun onunla program yapmadı. Program yapmayı bir kenara bırakın, kendisinden bir satır bile söz etmedi. Kıbrıs’ta öğretmenlik yaptığı 1960’lı yıllarda Kıbrıs Rum Televizyonu bile kendisiyle bir program yaptı ama bizimkiler böyle bir şeyi akıl etmedi bile. Ne kadar yazık!...

Bizim, kendini radikal diye topluma kabul ettiren sözde aydınlarımızın çoğu bütün millî değerlerimize karşıdır. Bunlardan biri olarak kabul edilen yazarlardan Özdemir İnce, bir Yunanlı dostunun davetine icabet ederek, evine gitmiş. Bir de bakmış ki adamın evinin bahçesinde büyük bir Yunan bayrağı asılıyor. İnce, buna pek şaşırmış. Türkiye’ye dönünce bunu bir yazısında dile getirmiş. Böyle bir şeyi gündeme getirmesine bile tahammül edemeyen aynı zihniyetteki diğer yazar arkadaşları ona büyük tepki göstermişler.

Arif Nihat’tan bahsedilirken onunla özdeşleşen “Bayrak” şiiri okunur da bu şiirin “Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim” bölümü okunmaz. Buna bile tahammül edemezler.

Arif Nihat Asya, gülümsemesini ve gülümsetmesini bilen nüktedan bir insandı. 1940’lı yıllarda Adana’da bir gece, dostuna ziyarete gitmiş. Malûm dönüşte eve yürüyerek gitmek zorunda… Ötelerden bir köpek sesi duymuş. Sesin sahibi köpek, iyice yaklaşmış onlara. Kucağındaki çocuğu Fırat’ı, eşine vermiş. Başlamış köpekle taktik savaşına. Köpek ne yapmışsa o da onu yapmış. Kendi tabiriyle köpekle hırlaşmış; köpeğe köpeğin diliyle cevap vermiş.15 dakika böyle bir hırlaşmadan sonra köpeği kaçırmış. Bunu aynen bana anlattıktan sonra şöyle devam etti: “Yavuz, biz köpekle köpekçe, insanla insanca konuşmasını biliriz.”

Asya, hazırcevap bir insandı. Zamanın Millî Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel, Malatya’da okulları geziyor. O vakitler Arif Nihat Asya da Malatya’da bir lisede müdürlük yapıyor. Tabiî ki birbirini çok iyi tanıyorlar. Çünkü Yücel, bakanlığının yanında yazar olarak da kendini kabul ettirmiş bir isim… Fakat ikisi de farklı düşüncelerin temsilcileri… Bakan, okulun durumunu beğenmiyor: “Bu ne biçim okul; okuldan çok hapishaneye benziyor.”diyor. Asya cevabı yapıştırıyor: “Efendim ben bu okul yapıldıktan sonra geldim. Yoksa siz beni buraya hapishane müdürü diye mi gönderdiniz.” Bakan Yücel çok kızar ama belli etmez. Arif Nihat’ı bırakmaya hiç niyeti yoktur. Tahkire(aşağılamaya) devam ederek eleştirilerini giyimine yöneltir: “Hoca o ne biçim kıyafet… Paçaların çamur içinde...”der. Asya kızar, hatta köpürür. Şu üstü kapalı ve kinayeli cevabı verir: “Sayın Bakan!.. Paçalarımı ağzınıza almayın.” Daha sonra müdürlükten alınarak Türkçe ve Fransızca öğretmenliğine indirilir.

Türk şiirinin son dönemine apayrı bir ses, renk ve soluk getiren Arif Nihat, iyi bir müslümandı. Bir gün bana: “Yavuz sağ elini aç bakayım. Arapça rakamlarla kaç yazıyor, oku!”… Açtım baktım Arap rakamlarıyla 81 yazıyordu. “Sol avucunu aç; onda ne yazıyor?” dedi. Açtım, onda da 18 yazıyordu. “81’le 18’i topla” dedi. Topladım…99… “Bu rakam sana neyi hatırlatıyor?” diye sordu. “Tabiî ki Allah’ın 99 sıfatı!...” diye cevapladım. “Peki, 81’den 18’i çıkarınca kaç kalıyor?” Elbette 63… “Peki bu sana neyi çağrıştırıyor?” diye sordu. Düşündüm!... Aklıma hemen Resulullah Efendimizin ölüm yaşı geldi. Peygamberimiz 63 yaşında ölmüştü. Bana dönerek: “Bak Yavuz! Allah milyarlarca insanın avucuna bu ilâhî mührü vurmuştur. Bu asla tesadüf olamaz. Tesadüf olsaydı birkaç insanın avucunda olurdu.”

Arif Nihat, Adanalı değildi ama orayı çok severdi. Öğretmen olarak uzun yıllar görev yapmıştı orada… 05 Ocak’ta meşhur “Bayrak” şiirini yazdı. Yine 05 Ocak’ta Ankara’da hayata gözlerini kapadı. Hakk’a yürüdü. Ben bu tarihleri de tesadüf olarak görmüyorum.

O, yedi günlükken babasını kaybetti. Çok fakirdiler. Babasından üç şey kaldı ona…Yırtık bir yorgan, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetnamesi ve tahtadan yapılma bir güneş saati!… Bütün bu fakirliğine rağmen hayatının hiçbir döneminde komünist olmadı. Bir gün kendisine: “Üstadım bu memlekette zengin çocukları bile komünist olurken, siz çektiğiniz bu fakirlik ve zorluklara rağmen niçin komünist olmadınız?” diye sordum. Keşke sormaz olaydım. Gözleri irileşti, adeta gürleyerek: “Sen benim Türk olduğumu bilmiyor musun? Bir Türk aç kalsa da asla komünist olmaz.”dedi. Demedi, adeta kükredi.

Nükteleri meşhurdu onun. Eşi Servet Hanım, Kimya öğretmeniydi. O zamanlar onlu not sistemi geçerliydi. Servet Hanım’ın öğrencileri, hocalarını Arif Nihat’a şikâyet etmişler. Bir ilâ beş arasında not verdiğini, beşten yukarı not alamadıklarını, oysa kendisinin genelde beşten aşağı not vermediğini belirttiler. Bunun üzerine Asya şu nükteli cevabı verir: “Biz aile meclisi olarak karar aldık. Birden beşe kadar notlar eşimin, beşten yukarkiler de benim!..”

Lafı gediğine oturturdu o… Aşırı makyaj yapıp soyunan kadınların bu davranışlarının ardındaki sebebin ne olabileceğine dair kendisine soru yönelten bir muhatabına şu cevabı vermiş: “Onlara sayın demişler, soyun anlamışlar; bayan demişler, boyan anlamışlar!..”

Yavuz Bülent Bakiler’in ardından “Bayrak Şairi” Arif Nihat Asya’yla ilgili olarak konuşan Doç. Dr. Osman Kemal Kayra şu değerlendirmeleri yaptı: “Asya bazı yönlerden Yahya Kemal Beyatlı’ya ve Mehmet Akif Ersoy’a benzerdi. O, bazı şiirlerinde Akif’in duygu ve düşünceleriyle örtüşür. Kıbrıs davasının yılmaz savunucularındandı Arif Nihat... Kıbrıs’ta Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görev yaptığı için bu ülke insanının yapısını çok iyi bilirdi. Rumların uzlaşmaz tutumlarıyla ilgili olarak: “Onlar lütfenden anlamaz ulandan anlar; onlar dilden anlamaz elden anlar; Onlar önsözden anlamaz sonsözden anlar.” derdi.

Kendisine Turan ülküsüyle ilgili sorulan sorulara cesurca ve argo tabirle kıvırmadan açık ve net olarak şu cevabı vermiştir: “Her müslümanın Cennete girme ülküsü olduğu gibi, her Türk’ün de Turan ülküsü vardır, olmalıdır!..” Bu kadar açık ve net konuşurdu o…”

Türk’e ve Türk’ün millî ve manevî değerlerine gönül vermiş, bu mümtaz şahsiyetli şairimize doğumunun 100. yılında Allah’tan rahmet diliyorum. Böyle faydalı toplantı ve faaliyetlerin artarak devam etmesini temenni ediyorum. Bu anma toplantısını tertip eden İLESAM Trabzon Temsilcisi kıymetli araştırmacı- yazar Sayın Ahmet Musaoğlu’ya, KTÜ Türk Dili Bölüm Başkanı sayın Doç. Dr. Osman Kemal Kayra’ya, ta uzaklardan teşrif edip gelen Sayın İbrahim Metin’e ve yaşayan Dede Korkut’umuz mümtaz şahsiyet değerli şair ve yazar Sayın Yavuz Bülent Bakiler’e en samimi duygularımla teşekkür ediyor, sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum. Zira böyle değerlere bugün, dünden daha çok ihtiyacımız vardır.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Türkmenistan'ın Kültürel Değerleri ve Sanata Bakışı

M.NİHAT MALKOÇ

2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yurtdışı öğretmenlik sınavını kazandım. Türkiye’nin Türkmenistan’da açtığı okullarda görev yapmak üzere Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gittim. Bu kardeş ülkede üç yıl boyunca öğretmenlik yaptım. Türkiye Diyanet Vakfı’nın maddî desteğiyle açılan Magtımkulu İlahiyat Fakültesi’nde İslam Edebiyatı ve Türkçe derslerine girdim. İlahiyat Lisesi’nde Türk Dili dersleri okuttum. Son olarak da TÖMER’de yabancı öğrencilere güzel dilimiz Türkçeyi öğrettim. Elimden geldiğince Türk kültürünü ve edebiyatını anlattım insanlara. Türkiye’yi tanıtmaya ve sevdirmeye çalıştım. Oralardaki Türk dostlarının sayısını artırdım. Gurbette olsam da güzel günlerdi o günler…

Türkmenistan’da bulunduğum süre içerisinde çok yerler gezdim. Türkmenistan’ın hemen her şehrine gittim. Oradaki tarihî eserleri, özellikle Köhneürgenç ve Merv(Mari) tarihî şehirlerini gördüm ve buralara hayran kaldım. Bu topraklar bizim ata vatanımızdır. Buralarda milletimizin kadim kültürünü bütün çıplaklığıyla görmek mümkündür. Kim ne derse desin bizler bir millet iki devletiz. Türkmenistan’da ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yetmiş yıl boyunca köklü bir komünizm propagandası yapılmıştır. Kültür ve sanat, komünizmin hizmetine verilmiştir. Böyle çorak bir tarlada ne yetişebilir ki? Bir şey de yetişmemiş zaten. Var olanlar da fırtına ve şiddetli rüzgârlarla tarumar olmuştur. Kültür erozyonu yaşanmıştır.

1990’da Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandığında bizler de sevindik. Fakat bu ülkeler görünürde bağımsız olsalar da gerçek anlamda uzun yıllar bağımsız olamadılar. Zira Rusya’nın diktiği fidanlar ağaç olmuştu. Bu ağaçlar meyve vermeye devam ediyordu. Son yıllarda Rusya’nın diktiği ağaçların yanında Türkmenler de kendi değerlerini taşıyan tohumları toprağa saldılar. Artık yeni ve yerli ürünler verilmeye başlandı. Türkmen kültürü barizce kendini gösterdi. Onların bu çizgide giderek iyi bir noktaya varacağına inanıyorum.

Türkmenistan’da sanata ve edebiyata çok değer veriliyor. Özellikle şairler el üstünde tutuluyor. Onların en meşhur şairi Mahdumkulu’dur. Orada Mahdumkulu’nu herkes sever ve tanır. Her yıl üç gün boyunca ‘Mahdumkulu Şiir Günleri’ düzenlenir. Rusya zamanında bu büyük şairin şiirleri kültür piyasasından kaldırılmıştı. Bağımsızlıktan sonra Mahdumkulu’nu yeniden keşfettiler, tanıdılar ve sevdiler. Şair Mahdumkulu onları birbirine bağladı adeta…

Türkmenler Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı ve Nasreddin Hoca’yı da çok seviyorlar ve tanıyorlar. Onların cadde ve sokakları hep kültür sanat ve edebiyat adamlarının adlarını taşıyor. Türkmenistan’da tiyatro gibi görsel sanatlar çok gelişmiştir. Sinema salonu sayısı çok azdır. Kültür ve sanatta yerli değerler ön plana çıkıyor. Fakat Rusya’nın etkisi hâlâ sürüyor bu ülkede. Türkiye’deki kültürel hayattan çok uzaktalar... Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası tarihini ve edebiyatını pek bilmiyorlar. Vaktiyle Rusya’nın kötü propagandalarıyla yanlış bir Türkiye imajı yerleştirilmiş zihinlerine. Bunu silmek için zamana ve gayrete ihtiyaç vardır.

Türkmenler Kur’an’dan sonra bu ülkenin Devlet Başkanı merhum Saparmurat Türkmenbaşı tarafından kaleme alınan ‘Ruhname’ adlı esere çok değer veriyorlar. Kadim Türkmen kültüründen izler taşıyan bu eseri baş tacı ediyorlar. Her yerde ‘Ruhname’ karşılarına çıkıyor. Bu kitabı okumayanlar ve bilmeyenler bir yerlere gelemiyorlar. Ülkede bu kitabı büyük bir aşkla ve şevkle ezberleyenler bile var. Bu kitap onların anayasası gibi…

Türkmenistan’da Türkiye gibi zengin bir basın yayın yoktur. Orada 5–6 tane gazete çıkar. Bunların çoğu da üç-beş sayfadan ibarettir. Hepsi de devletin yayın organıdır. Yani devletin güdümündedirler. Bu gazetelerde yayınlanan şiirler bazı devlet büyüklerini öven ve onların özelliklerini sıralayan şiirlerdir. Onun dışında ciddi bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi yoktur ülkede. Zaten halkın derdi edebiyat değil, geçimdir. Görsel sanatları saymazsak onlar kültür, sanat ve edebiyatta Türkiye’den birkaç yüzyıl geridedirler. Fakat son yıllarda bu sahada da ciddi gayretler göze çarpmaktadır. Artık onlar da başlarını kumdan çıkarmaktadırlar. Sanatın ve edebiyatın bu ülkede gittikçe geliştiğini görmek bizi mutlu eder.

Aşkabat Günleri

M.NİHAT MALKOÇ

Üç yılım geçti ata topraklarında… 2000 yılında İstanbul’dan Aşkabat’a uçtuk bir gece yarısı… Arkamızda bıraktık sevdiklerimizi. İlk kez çıkıyorduk yurtdışına. Onun için fazlasıyla buruk bir ruh halimiz vardı. Onun içindir ki Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya…” dizesi gönül duvarlarına çarpıp yankılanıyordu içimde.

Uzun bir uçak yolculuğu ertesinde üç saat sonra Aşkabat Havaalanı’ndaydık. Evvela bulutların arasından temaşa eyledik şirin Aşkabat’ı… Uçağın lastikleri yere değmeden kanım ısındı bu şehre. Sanki öz vatanıma gelmiş gibiydim. Gerçi bu cümledeki “sanki” ifadesi yersiz… Burası gerçek(öz) vatanımızdı. Ceddimiz buradan Anadolu yollarına düşmüştü. Ata topraklarına ayak basmanın sevinci ve heyecanı vardı içimde. Güneş yanığı yüzleriyle soydaşlarımız karşıladı bizi havaalanında. Fakat havaalanındaki kontrol noktalarından geçmek hiç de kolay olmadı. Sanki işlemler bilerek daha da uzatılıyordu. Bu işin canımızı sıkmasına müsaade etmedik. Zira böyle şeyler sadece burada değil, pekâlâ çok yerde olabilirdi.

Aşkabat İlahiyat Lisesi’nin Müdürü Ahmet Şentürk, havaalanında karşılamıştı beni. Zira bu okulda öğretmenlik yapacaktım. Sahipsiz değildim yani… Sağ olsun, o gece ve bir hafta boyunca kendi lojmanında paşalar gibi misafir etmişti beni. Burukluğum azalmıştı.

Türkmenistan topraklarında Türk parası geçmiyor. Fakat dolarınız varsa onu rahatlıkla manata çevirebilirsiniz. Ülkede resmi kurla gayri resmi kur farklı… Sözde resmi kurla işler yürü(tülü)yor görülse de esas olan serbest kur… Özellikle pazar yerlerinde paranızı manata dönüştürebiliyorsunuz. Fakat bu işlem biraz gizli saklı yapılıyor. Normalde yasak bu iş…

Üç yıl kalacaktık bu topraklarda. Nitekim öyle de oldu. Ata topraklarını bir baştan bir başa dolaşıp tarihi soluduk ruhumuzda. Selçukluların heybetine ve haşmetine şahit olduk çok yerde. Türklüğün ve zengin Türk kültürünün filizlendiği bu güzel topraklarda olmak beni heyecanlandırdı. Gerçi şehrin kimliği Rus kültüründen daha çok izler taşıyordu.

Türkmenistan’ın başkenti ve en büyük şehri olan Aşkabat’ta nice güzellikleri paylaştık. Aşkabat son dönemlerde çok büyük atılımlar yaparak modern bir şehir kimliğine büründü. Büyüdü, serpildi, güzelleşti. 1948 yılında çok büyük bir deprem geçirerek adeta yerle bir olan Aşkabat, özellikle Türkmenistan’ın bağımsızlığını kazandığı yıl olan 1992’den sonra büyük atılımlar gerçekleştirdi. Artık binalar yapılırken o büyük deprem göz önünde bulunduruluyor. Gerçi yüksek binalar yapılıyor ama ona göre güvenlik önlemleri de alınıyor.

Türkmenistan, Saparmurat Türkmenbaşı’nın yurdu… Başta Aşkabat olmak üzere bütün Türkmen şehirlerinde merhum Türkmenbaşı’nın izlerini görebilirsiniz. Aşkabat’ın hâkim bir noktasında Saparmurat’ın altından heykeli bulunuyor. O her yerde ama her yerde…

Aşkabat aslında bir su şehridir. Gerçi çölün ortasında yer almaktadır ama suya hasret bu insanlar çölün ortasında bir vaha oluşturmuşlardır. Şehrin her tarafında su medeniyetinin izlerini görebilirsiniz. Her tarafta görkemli parklar ve bahçeler bulunmaktadır. Şehrin kenarları çöl olsa da şehir merkezinde çölün izlerini göremezsiniz. Her taraf alabildiğine yeşillendirilmiştir. Geniş caddelerin üzerinde devasa yemyeşil ağaçlar yetiştirilmiştir.

Aşkabat, Türkmenistan’ın en büyük şehri... Başkent olduğu için de bütün resmî binalar burada bulunuyor. Ruslardan kalan eski ve köhne binalar yenileniyor; yenilenemeyenler mermerlerle kaplanıyor. Mermer dedim de aklıma geldi. Türkmenistan’da binaların tamamına yakınının dış cephesi mermerlerle kaplanmıştır. Gözünüzün baktığı her yer bembeyaz mermerlerle kaplı… Aşkabat ‘Akşehir’ e dönüşerek zihinlerde derin izler bırakıyor.

Aşkabat, geceleri adeta ışıktan bir masal şehre dönüşüyor. Her taraf büyülü ışıklarla kaplı… Dev parklarda göklere fışkıran sular, ışıklarla bütünleşerek adeta raks ediyor.

Türkmenistan’da halkın gelir kaynağı hayli düşük… Fakat elektrik, su ve doğalgaz bedava… Petrol ürünleri de sembolik fiyatlarla halka ulaştırılıyor. Sizin anlayacağınız bizde yüz dolara dolduramadığınız depoyu orda bir dolara ağzına kadar doldurabiliyorsunuz.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Cinnet Anaforunda İnsanlığın Son Çırpınışları

M.NİHAT MALKOÇ

Gün her zamanki gibi ışığını karanlığın kucağına bırakıyordu. Güneşin son cılız huzmeleri zulmete direnmek istese de eriyip gidiyordu ufuk çizgisinde. Şefkat ve merhamet bir uzun yolculuğa çıkıyordu gecenin karanlığını boylu boyuna yararak… Sevginin son damlaları da kuruyordu yüreği besleyen ana damarlarda... Cinnet aklı esir almıştı bir kere.

Bir tarafta bunlar yaşanırken öbür tarafta yürekler göğüs kafesine sığmıyordu. Çocuklar eğlenceye çoktan başlamışlardı. Geceymiş, karanlıkmış hiçbiri yoktu onların lügatinde. Onlar ki mayınlı yollardan düşe kalka geçerlerken korkuyu kelepçelemişlerdi çok kere. Daracık dünyalarını iyice daraltmak için çelikten kafesler yapanlara meydan okumuşlardı hayat yarışının en zor etaplarında. Direnmişlerdi direnebildikleri kadar…

Bir kimliği bile yoktu çoğunun; onlara bir kimliği bile çok görmüşlerdi bu yaşam sahnesinde. Kimliksizdiler ama kişiliksiz değildiler. Evleri tabiatın kucağında olsa da ruhları betonlarla çevrilmişti dört bir yandan. Düş kırıklıkları vardı, tamiri imkânsız düş kırıklıkları… Kuşatılmışlığın boğucu havasında daralmıştı yürekleri. Bugünün dünden farkı yoktu onlar için… Takvim yaprakları değişse de onlar için bir şey değişmiyordu daha düne kadar… Yaşadıkları son değişim de aleyhlerinde olmuştu ne yazık ki!... Gecenin içinde bunca kin ve nefretin saklı olduğunu nerden bilebilirlerdi ki!... Gecenin karanlığında karanlık düşüncelerin kol gezdiğini, bir deli pusunun onları hedef aldığını düşünememişlerdi ne yazık ki!....

Gece karanlık yüzünü gizlemişti takvimlere… Zaman durmuştu bir köyün şafağında. Acıyla hüzün aynı teknede yoğruluyordu karanlığın gölgesinde. Yarınların planlaması yapılıyordu uzak bir köyde, sevgiyle donatılmış bir düğün evinde. İki gönül bir olmuştu ama samanlık seyran olamamıştı; zira buna müsaade etmemişti taşlaşmış yürekler… Her şeyin yolunda gittiği demlerde, alınların secdeye değdiği anlarda, yüreklerin Hakk’a ve hakikate açıldığı vakitlerde parmaklar buz gibi tetiklere dokunmuş, canlar güvercin misali birer birer uçmuştu sonsuzluğa. Dünyada kavuşamayan sevgililer toprağın kara bağrında buluşmuştu nihayet… Sadece onlar mı? Nice körpe kuzular da acıyla yüzleşmişti bu karanlık gecede…

Uzakta, çok uzakta bir köy şimdi tükenmişliğin acısıyla yanıp kavruluyor. Bütün başlar öne eğik… On yıllarca kurulamayacak mezarlık bir günde kurulmuş köyün orta yerinde… Herkesin taze bir mezarı var bu bahtsız topraklarda… Kimi annesinin, kimi babasının, kimi kardeşinin toprağını okşuyor minik elleriyle. Anneler, babalar, ağabeyler, ablalar, kardeşler, bebeler, dünya yüzü görmemiş canlar acıların en büyüğünü tattılar. Şimdi 44 can 44 cesede dönüşmüş gecenin karanlığında. Akrabalar sıra sıra dizilmiş ölüm döşeğinde… Geride kalan 70 yetim, geleceğin hesabını yapadursun özlemler her geçen gün daha da irileşecek yüreklerde. Gün gelecek kahırlar bir ateş misali düşecek yüreklerdeki barut harmanlarına. Harlanan ağıtlar bir hançer misali batacak yüreğin en hassas yerine… Yazık çok yazık!… Sevdalar kurşunlandı umutların harmanlandığı yerde; yarınların önü kesildi bir grup silahlı haramilerce… Gül bahçelerine zakkumlar dikildi sevgiden nasiplenemeyen eller tarafından… Maddenin manaya, tenin ruha, hayal kırıklığının ümide taarruzudur bu…

Ağıtlar yükseliyor bir köyün kanayan bağrından… Her birinde acıların, âhların yükselen sesi var. Haritada, bize göre çok uzakta bir köyde yürekler üşüyor. Güneş bile ısıtamıyor yürekleri… Yıldızlar göklerden çekildi tutulan dilekler gerçekleşmeyince. Dolunay bile örtemiyor gecenin karanlığını. Bu taze mezarlık acılar zincirine yeni halkalar ekliyor. Toprak masum ölülerini selamlıyor. 6 çocuk, 17 kadın, diğerleri farklı yaşlarda… Yüreklerde bırakılan boşluklar neyle dolacak şimdi? Bu kan nasıl duracak, bu töre ne zaman bitecek?

‘İnsanlık can çekişiyor’ diyorduk ama bu hadiseden sonra ‘insanlık öldü’ dememiz gerekecek… Tabii ki genelleme yapmamak şartıyla… Fakat bu çağ bizi iyice bencilleştirdi, yüreklerdeki sevgiler maddenin çarklarında ezildi. Bizler Yunus’un sevgi sularında arınmadıkça, Mevlana’nın hoşgörü şafağında uyanmadıkça hayat bayat olmaya mahkûmdur.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

10. Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali

M.NİHAT MALKOÇ

Atatürk’ün dediği gibi “Tiyatro bir milletin kültür seviyesinin aynasıdır” Tiyatro hayata renk ve ahenk katan güzel bir görsel şölendir. Tiyatrosu olan şehirleri hep bahtlı şehirler olarak görürüm; öte yandan tiyatrosu olmayan şehirlere de yanarım, üzülürüm. “Aman çok mu önemli?” diyenleriniz olabilir. Evet, tiyatro çok önemli… Ekmek, su kadar olmasa da… Monotonlaşan hayatımızın açmazlarını açan bir altın anahtardır tiyatro…

Tiyatro bambaşka bir keyiftir; bu keyfi tadanlar onun tiryakisi olurlar. Keşke alkol, uyuşturucu, sigara gibi muzır maddelerin değil de tiyatronun tiryakisi olabilsek. Tiyatro bazen bir mektep misali doğruları, yanlışları ortaya döküp sorguluyor; bazen güldürüyor, bazen düşündürüyor, bazen de hüzünlendiriyor bizi. Zira tiyatronun hayata dönük yüzlerce yüzü var.

Tiyatro aslında bir yaşam biçimi, hayata farklı açılardan bakmanın bir başka yolu… Tiyatro çok kere aç ruhları besler; susuzluktan kuruyan gönüllere bir damla oluverir. O, hayatın merkezine akan bir pınardır. Bu kaynaktan kana kana içmeliyiz. Bu pınarı kirletmeye çalışanlara da asla müsaade etmemeliyiz. Tiyatronun evrensel dilinden faydalanmalıyız.

Her şey 10 yıl evvel ‘Karadeniz’e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Buluşması’ adıyla başladı… Bunun bir geleneksel festivale dönüşeceğini ve her yıl düzenli olarak yapılacağını tahmin etmiyorduk o zamanlar… Bir saman alevi gibi gelir geçer diyorduk. Ama iyi ki öyle olmadı. Trabzon’dan dünyaya bir tiyatro festivali armağan edildi. 21 yıl evvel açılan Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun şimdi 10 yıllık geleneği olan ve büyük ilgi gören nur topu gibi bir festivali var. Bu görsel şölen kapsamında bugüne kadar 21 farklı ülke ağırlandı. Bu ülkelerden 62 tiyatro topluluğu güzel şehrimize gelerek tiyatro adına bütün güzellikleri halkımızla, sanatseverlerle paylaştı. Festival kapsamında bugüne kadar 131 oyun sahnelendi Haluk Ongan’da… Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünce düzenlenen Adana Festivali’nden sonraki en eski festival olma özelliğini taşıyor. Katılan ülke ve grup sayısı bakımından bu festival benzerlerine fark atıyor. Bu da Trabzon’un farkını gösteriyor. Bu kentin bundan sonra kültür, sanat ve edebiyatla anılması gerekir. Trabzon’a da bu yakışır zaten… Zira tarihe baktığımızda güzelliklerle dolu bir Trabzon görüyoruz.

Bu yıl onuncusu düzenlenen Karadeniz Tiyatro Festivali 02 Mayıs 2009 Pazar günü başladı. Bu seneki festivale 14 ülke iştirak ediyor. Festival 15 Mayıs 2009 tarihine kadar devam edecek. O güne kadar tiyatro severler sanatın evrensel diline şahit olacaklar. Romanya, Fransa, Moldova, KKTC, Almanya, Rusya Federasyonu, Polonya, Gürcistan, İspanya, İsrail, Bulgaristan, Kazakistan ve Kanada gibi ülkeler katılıyor bu yılki festivale. Bu seneki festivale Ermenistan ve Azerbaycan’ın katılmaması doğrusu dikkatlerden kaçmıyor. Diyelim ki Azerbaycan, Ermenistan sınır kapısının açılma ihtimali endişesiyle Türkiye’yi protesto ediyor. Peki, bugüne kadar festivale katılan Ermenistan bu yılki tiyatro şenliğine niçin gelmedi?

Bu seneki Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivaline Kazakistan, Polonya ve KKTC ilk kez katılıyor. Bu arada Kanada, festival kapsamında oyun sahnelemeyecek, sadece atölye çalışması yapacaktır. Festivale Romanya ve Moldova’dan ikişer grup katılacaktır.

Karadeniz Tiyatro Festivali her geçen gün daha da güzelleşiyor ve bir gelenek haline dönüşüyor. Geçen on yıl içinde festivalde büyük mesafeler alındığını görüyoruz. Her geçen yıl, başarı çıtasını daha da yukarı çıkarıyorlar. Halkın ilgisi de zaman geçtikçe daha da artıyor. Dil bir sorun olsa da tiyatronun evrensel yanı bu sorunu da ortadan kaldırıyor. Bu arada bu yıl yabancı oyunlar sırasında alt yazılar sahnenin iki tarafına yansıtılacak ve böylelikle izleyicilerin, konuşmaları anlayabilme imkânı olacak. Bu sefer de, oyunu takip etme zorluğu olacak. Fakat bunun başka bir yolu da yoktur sanırım. Yetkililerin belirttiğine göre ilk yıllarda 3 bin 500 olan seyirci sayısı bugünlerde 4 bin 700’e çıkmış… Daha da artması bekleniyor.

Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali bir emeğin ve gayretin ürünü.. Seyircilerin bu emeğin hakkını oyunları seyrederek vermesi gerekir. Katkısı olan herkese sonsuz teşekkürler.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Kanunî Haftası ve Trabzon

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon, Yavuz Sultan Selim’in uzun yıllar valilik yaptığı, onun oğlu olan Kanunî Sultan Süleyman’ın doğduğu müstesna bir şehirdir. Atapark’ta türbesi bulunan Gülbahar Hatun, Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in annesi ve 2. Bayezid’in eşidir. Trabzon’umuz bu mümtaz şahsiyetlerin hatırasını yaşatarak en güzel vefa örneğini göstermektedir.

Kanunî deyip geçmeyin; o Osmanlı’nın en şaşalı dönemlerine tuğrasını basmıştır. Osmanlı tahtında 46 yıl boyunca padişah sıfatıyla oturmuş, bu devletin sınırlarını alabildiğine genişletmiştir. Kanunî, idareciliğinin yanında ‘Muhibbî’ mahlasıyla şiirler de yazmıştır.

Trabzon, Kanunî Haftası’yla canlandı. Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman, doğumunun 514. yıldönümünde doğum yeri olan Trabzon’da çeşitli etkinliklerle anıldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun “Muhteşem” lakaplı 10. Padişahı olan Kanunî Sultan Süleyman’ın doğumunun 514. yıldönümü, Muhteşem Kanunî Vakfı tarafından düzenlenen çeşitli etkinliklerle kutlandı. Trabzon, Kanunî’ye duyduğu sevgiyi ve vefayı gösterdi.

Her yıl 27 Nisan–2 Mayıs tarihleri arasında kutlanıyor Kanunî Haftası… Bu seneki etkinlikler Türk-Macar Dostluk Parkı’nda Kanunî Anıtı önünde basın açıklaması yapılmasıyla başladı. Daha sonra kutlamalar çerçevesinde Uzunsokak’tan başlayan ve Ortahisar’daki Kanunî Evi önünde son bulan bir yürüyüş düzenlendi. Trabzon Belediyesi Mehter Takımı en güzel marşlarımızdan örnekler sundu; yürüyüş boyunca mehter takımı değişik eserler çalarak halkı coşturdu. Genç bir arkadaş Kanunî Sultan Süleyman kılığına girerek tören boyunca halkın içinde bulundu. Uzunsokak’tan başlayan ve Ortahisar’da son bulan yürüyüşe Trabzon Valisi Nuri Okutan, Belediye Başkan Vekili Ergin Aydın, Muhteşem Kanunî Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ali Baki, vakıf yöneticileri ve üyeleri, öğrenciler ve vatandaşlar katıldı. Kanunî Evi önünde devam eden kutlamalarda Kanunî Sultan Süleyman’ı çeşitli yönleriyle anlatan birbirinden güzel konuşmalar yapıldı. Yine burada hafta dolayısıyla düzenlenen spor, resim ve kompozisyon yarışmalarında dereceye giren öğrencilere ve halktan kişilere ödülleri verildi. Kanunî Evi’nde resim sergisi ve araştırmacı-yazar Mustafa Yazıcı’nın eserlerinin gösterildiği 16. Kişisel Kitap Sergisi açıldı. Burada Yazıcı’nın kültürel birikimlerine yer verildi.

Kanunî Haftası kapsamında Ortahisar’da düzenlenen anma töreninde Trabzon Valisi Nuri Okutan uzun ve anlamlı bir konuşma yaptı. Konuşmasında Kanunî’nin insanî, şairlik, idarecilik yönlerine değinerek şunları söyledi: “Bizim tabirimizle Kanunî, Avrupalı tarihçilerin ‘Muhteşem Süleyman’ diye ifade ettikleri Cihan Padişahı Sultan Süleyman, devlet adamlığının yanında bir ilim ve sanat adamıdır. Kanunî Sultan Süleyman, Trabzon’da, şu an üzerinde bulunduğumuz mekânlarda at koşturan, oyun oynayan, eğitim gören bir sultandır. Muhteşem Süleyman, kılıcının üzerine hamsi motifi işletecek, zaferden zafere koşarken sırtında Trabzon ketanından gömlek giyecek kadar Trabzonludur ve ufkunu Trabzon’dan almıştır. Ölünceye kadar her Trabzonlu gibi Trabzon’u hep gönlünde yaşatmıştır.”

Kanunî Haftası etkinlikleri kapsamında KTÜ Prof. Dr. Osman Turan Kültür ve Kongre Merkezi’nde TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız tarafından “Bir Kelimeden Bir Medeniyete Kanunî ve İyilikler Sitesi” adlı bir de konferans verildi. Yediyıldız, katılımcılara slâytlar eşliğinde Osmanlı döneminde vakıflar aracılığıyla yaşama geçirilen eserlerle ilgili bilgiler verdi ve gelen soruları cevapladı.

changeTarget(document.getElementById("news_content"))
Kanunî Haftası etkinliklerini çok önemsiyorum. Kanunî Haftası, şanlı geçmişimizi anmamıza, tarihî değerlerimizi hatırlamamıza vesile oluyor. Böylece gençlerimiz de belli bir tarih bilinci kazanıyor. Bir hafta boyunca yerel ve genel basın bu konuyu işliyor. Hem Trabzon’un, hem de Kanunî Sultan Süleyman’ın tanıtılmasına katkıda bulunuyor bunlar… Yapılan etkinlikler Osmanlı’yı hayatımızın merkezine oturtuyor. Böylece o günleri yâd ediyoruz. Geçmişin şefkat ikliminde soluklanıyoruz. Yarınlara koşarken dünden güç alıyoruz. Bu güzel organizasyonu gerçekleştirenlere gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Kuzey TV’de Gönülden Sesler

M.NİHAT MALKOÇ

30 Nisan 2009 Perşembe gününün akşamı Trabzon’da yerel yayın yapan Kuzey TV’de Ozan Garip Ayata’nın stüdyo konuğuydum. Trabzon’un renkli simalarından biri olan Ayata, köken olarak Bayburtlu olmasına rağmen Trabzon’u çok seviyor. Bu masmavi gök kubbenin altında bu şehrin yağmurlarıyla ıslanan, bu şehrin çeşmelerinden akan berrak sulardan kana kana içen, bu şehrin insanlarını dost belleyen Ozan Garip Ayata, uzun zamandan beri Kuzey Tv’de “Gönülden Sesler” adlı kültür, sanat ve edebiyat içerikli programın yapımcılığını ve sunuculuğunu yapıyor. Cuma akşamlarının yerelde çok sevilen ve seyredilen bu programına konuk olmak benim için büyük bir şerefti. Zira bu sayede Trabzonlu gönül dostlarıyla buluşmuş oldum. Onlara birebir duygu ve düşüncelerimi iletme imkânı buldum.

Ozan Garip Ayata Ağabeyle 20.30’da başladığımız kültür, sanat, edebiyat programı 23.00’da bitti. Programda öncelikle biyografimden bahsettim. Ayata; “Yazmaya nasıl başladınız, anlatabilir misiniz?” sorusunu yöneltti bana. Bu soruya şu uzun cevabı verdim:

“Bu mavi deniz, bu yemyeşil tabiat şair eder insanı... 18 yaşına kadar köyde oturdum. Altı yıl boyunca köyden ilçedeki ortaokula ve liseye yürüyerek gidip geldim. Yani her gün gidiş geliş toplam on kilometrenin üstünde yol yürüdüm. O zamanlar araba yolu yoktu köyümüzde. Daracık patika yollardan gidip geliyorduk. Çoğu zaman yemyeşil fındık bahçelerinden, kestirme yoldan giderdik. Dönüşte yine aynı güzergâhtan otura kalka eve gelirdik. Yarı aç, yarı tok, yarı giyinik… O tabiat benim ruhumu besledi. İlk şiir karalamalarım o dönemdekilerdir. Bu daha sonra daha da gelişti ve bugünlere geldik.

Üniversite sınavını, girdiğim ilk sene kazandım. Hukukçu olmak istesem de yine sevdiğim bölümlerden bir diğeri olan Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğini kazandım. Fakat bizler okulda yeterli eğitim alamadık. O zamanlar her derse branş öğretmeni girmezdi. Ruhumda duygu yoğunluğu vardı ama imla ve noktalama, diksiyon felaketti. Çok iyi hatırlarım; kompozisyon sınavından yüz üzerinden 30 almıştım. Okuduğum bölümü çok seviyordum ama altyapım çok eksikti. İşler istediğim gibi gitmiyordu. Bir gün o da Köprübaşılı olan Ahmet Hilmi İmamoğlu Hocam, odasına çağırdı beni. “Sen bu halinle bu bölümde okuyamazsın, ya kendini geliştir, ya da bu bölümü bırak; başka bölümde oku” dedi.

Oradan çıkınca, Trabzon’da yayınlanan Türksesi gazetesinin o zamanki sahibi merhum Ayhan Kıyak’ın kapısını çaldım. Türksesi Gazetesinde köşe yazısı yazmak istediğimi söyledim. Bakışlarıyla bir süzdü beni. ‘Yazabilir misin, bu iş sanıldığı kadar kolay değildir’ dedi. Ben de kendime güvendiğimi söyledim. Öylece gazetecilik, yazarlık serüvenim başladı.”

Bir gün evvel Trabzon kökenli iki askerimiz Diyarbakır’ın Lice ilçesinde mayın patlaması neticesinde şehit olmuştu. Şehitlerimizden biri İstanbul’da, diğeri de Trabzon’un Arsin ilçesine bağlı Çiçekli Köyü’nde ebedî yolculuğuna uğurlanmıştı. Bu hüzünle ve bu ağır atmosferde başladık programa. Bundan dolayı programa “Şehidim… Âh Şehidim” adlı şiirimle giriş yaptım. Daha sonra özelde şiire, genelde edebiyata yönelmemin serüvenini ana çizgileriyle anlattım. Bugüne kadar yazı ve şiirlerimin yayınlandığı dergilerden, gazetelerden ve internet sitelerinden söz ettim. Trabzon’da şiire ve şaire, yazara ve edebiyata duyulan ilgisizliğin sebeplerini ve sonuçlarını kendimce yorumlamaya çalıştım; analizler yaptım.

Ozan Garip Ayata Ağabey de bir ozan… Bugüne kadar birbirinden güzel şiirler yoğurmuş gönül teknesinde. O bir halk şairi… Şiirlerini hece ölçüsüyle yazıyor. Koşma nazım şeklini kullanıyor çoğunlukla. Şiirlerinde sevgi ve hoşgörü teması dikkat çekiyor. Ozan Ağabeye “Şiir Baba” diyor Trabzonlular… Nereye gitse birkaç şiir okuyor. “Gönülden Sesler” programında da şiirlerinden güzel örnekler verdi. Bir o şiir okudu, bir ben şiir okudum program boyunca... Onun şiirleri kısa ve öz… Benim şiirlerim onunkilere nazaran bir hayli uzundu. Ozan Garip Ayata sordu ben cevapladım... Böylece program iki saati buldu. Seyircilere duygusal ve hoş dakikalar yaşattığımızı düşünüyorum. Teşekkürler “Şiir Baba”…