30 Haziran 2008 Pazartesi

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın Ardından…

M.NİHAT MALKOÇ

Günümüzde futbol bir heyecan ve göz zevki olmaktan öte bir endüstriye dönüştü. Futbol artık sadece futbol değil. Bu piyasada büyük paralar dönüyor. Dünyanın gözü kulağı futbolda artık… Futbolla yatıp futbolla kalkıyoruz. Dünyanın büyük takımları büyük şirketler kadar kazanıyor. Günümüzde futbol kulüpleri de borsaya açılıyor. Özellikle transfer dönemlerinde futbol piyasasında 200 milyar dolarlık para akışı gerçekleşiyor. Bazı ülkelerin bütçesinden daha büyük bütçeye sahip dünya kulüpleri var. Dünyanın en zengin futbol takımı olan İngilizlerin efsanevi Manchester United’ının bugünkü değeri bir milyar sterlin, yani yaklaşık 982 trilyon TL’yi buluyor. Fabrikalar gibi, onların da çalışanları, tesisleri, ihracat ve ithalat işleri var. Büyük rakamlar dönüyor futbol piyasasında. Futbol bulunduğu yeri kalkındırıyor. Büyük paralarla yapılamayacak reklâmlar futbol aracılığıyla çok daha etkili olarak yapılabiliyor. Dünya Kupası ve Avrupa Kupası organizasyonlarında büyük paralar dönüyor. Reklâm gelirleri, bilet satış paraları, televizyon yayın ücretleri toplanınca futbolun büyük şirketlerden daha fazla kazandırdığı açıkça görülüyor. Futbol bacasız fabrika gibi…

İlki 1960’ta düzenlenen Avrupa Futbol Şampiyonası’na o zamanlar ilgi pek yoktu. Bu yıl Avusturya ve İsviçre’nin ev sahipliği yaptığı Avrupa Futbol Şampiyonası’nı geride bıraktık. Finallerde oynanan 31 karşılaşmada, toplam 77 gol atılırken, maç başına 2.48 gol ortalamasına ulaşıldı. 12 golle ilk sırada yer alan İspanya’nın ardından Hollanda ve Almanya 10’ar, Türkiye ise 8 golle şampiyonayı tamamladı. Turnuvaya katılan 16 takım da gol atarken, Avusturya, Fransa, Yunanistan, Polonya ve Romanya birer gol kaydedebildi. İspanya’dan David Villa dört golle turnuvanın gol krallığını elde etti. Villa, şampiyonada bir maçta üç gol atan tek oyuncu unvanını da kazanırken, Rusya karşısındaki dört golden üçüne imza atmayı başardı. İspanyol oyuncu diğer golünü ise grup maçında İsveç’i 2-1 yendikleri mücadelede kaydetti. Gol kralı David Villa’nın ardından üçer golle Semih Şentürk (Türkiye), Hakan Yakın (İsviçre), Roman Pavlyuchenko (Rusya) ve Lukas Podolski (Almanya) sıralandı.

Bu yıl yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası’na Türkiye damgasını vurdu. Otoritelerin pek şans tanımadığı Türkiye ilk maçta Portekiz’e yenilince yenilgilerin devam edeceği kanaati pekişti. Fakat sonraki maçlar puslu havanın dağılmasına, güneşin doğmasına vesile oldu.

Türk futbol takımının mevcut teknik direktörü Fatih Terim iddialı, sinirli ve gururlu bir insan olarak bilinir. Biraz da başına buyruk bir kişidir. Bu özelliklerini beğenmeyenlerin sayısı az değildir. Avrupa Futbol Şampiyonası’nda mücadele edecek milli takım kadrosu açıklandığında herkes Terim’i eleştirdi. Seçilen kadrodaki futbolcuları beğenmediler. Terim bu kadroyu seçmekle büyük bir risk almıştı. Başarısız olsaydı bedelini ödeyecekti. Türk milli takımını daha maçlar başlamadan eleştirenler mahcup oldu. Portekiz mağlubiyeti sonrası Fatih Terim’i darağacının dibine kadar götürdüler. Fakat sonraki maçlarda milli takım önce İsviçre’yi, sonra Çek Cumhuriyeti’ni, ardından Hırvatistan’ı yenerek yarı finallere kadar geldi. Yarı finalde de çok iyi bir futbol sergilememize rağmen Almanya’nın son dakika golüne engel olamayıp turnuvadan acı bir biçimde elendik. Fakat Türkiye, Avrupa’nın en iyi dört takımından biri oldu. Avrupa’nın futbol devlerinden Fransa, İtalya, Hollanda ve Portekiz Türkiye’nin ardında kalarak yarı final heyecanını bile yaşayamadı. Türkiye’ninki az bir başarı değildir. Durum böyle olunca Terim’i darağacının dibine kadar götürenler, müspet neticeyi görünce onu omuzlara alıp döndüler. Hem o Terim, turnuvanın en iyi teknik direktörü seçildi.

Bu yılki Avrupa Futbol Şampiyonası’nı kolay kolay unutamayacağız. Kahraman futbolcularımız bize ilkleri yaşattılar. Son dakikalarda gelen goller yüzümüzü güldürdü. Futbolun beşiği sayılan Avrupa’ya futbol resitali verdik. Dünya mazlumlarının ve dünya Müslümanlarının medar-ı iftiharı olduk. Türkiye yarı finalde elense de gönüllerin şampiyonu oldu. Bizlere bu güzellikleri yaşatan futbolculara ve teknik kadroya şükranlarımızı sunuyoruz.

Ömer Güner’in “Düşler ve Düşünceler”i

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon’un en köklü ve donanımlı gazeteci ve yazarlarından biridir Ömer Güner… Güner’in Trabzon basın tarihindeki yeri ve önemi herkes tarafından takdir edilir. 1925 yılında Trabzon’da doğan Güner, 83 yıldan beri Trabzon’un meselelerine tercümanlık ediyor. 1976 yılından beri emekli hayatı yaşayan Güner, hiçbir zaman dünyadan elini ayağını çekmemiştir; daima hayatın içinde olmuştur. Trabzon’un son yarım yüzyılını onun kaleminden okuduk. Gazeteciliğe 1961 yılında Trabzon’da yayımlanan “Ses” gazetesinde başlayan Ömer Güner, 1962’den sonra aralıksız olarak Cumhuriyet gazetesinin Trabzon muhabirliğini yaptı. Bu görevinin yanında Trabzon’da yayınlanan pek çok dergi ve gazetede kalem oynattı. Uzun zamandan beri hasta olmasına rağmen Karadeniz gazetesindeki yazılarına devam etmektedir.

Trabzon basınının kıdemlilerinden olan Ömer Güner iki dönem Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yapmıştır. Bu arada Basın Konseyi temsilciliğinde de bulunmuştur. Kendisi sarı basın kartı sahibidir. Trabzon basınına hizmetlerinden dolayı Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Özel Ödülüne layık görülmüştür. Onun yazdığı yazıların bir kısmı gazetelerin nisyan bulutları arasından kurtarılıp kitap haline getirilmiştir. İlk kitabı “Gök Renginde Trabzon”, ikinci kitabı “Düşler ve Düşünceler” bu tarz eserleri arasında sayılır.

Trabzon’un usta gazetecilerinden Ömer Güner’in “Düşler ve Düşünceler” adlı kitabını okudum geçenlerde. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Yayınları arasında Haziran 1997’de yayınlanan bu değerli kitabı Ahmet Özer basıma hazırlamıştır. 240 sayfadan meydana gelen bu kitap “Düşler” , “Düşünceler” adları altında iki ana bölüme ayrılmıştır. Kitabın “Düşler” kısmında “Trabzon’dan Sydney’e Bir Uzun Serüven”, “Basında Trabzon Esintisi” adlarıyla iki ana başlık açılmıştır. Bu ilk bölümde özellikle Ümran Baran’la ilgili bilgi ve hatıralara yer veriliyor, mektuplardan alıntılar sergileniyor. Bu mektuplar bir anlamda geçmişe şahitlik ediyor. “Basında Trabzon Esintisi” adlı alt bölümde Trabzon kökenli basın ve kültür adamlarından Cemal Rıza Osmanpaşaoğlu, Ömer Akbulut, Şevket Çulha, Muzaffer Korlu, Arslan Pulathaneli, Ahmet Selim Teymür, Kemal Aydar, Ömer Turan Eyüboğlu, İbrahim Örs, Ziyad Nemli, Örsan Öymen gibi köşe taşı isimlere dair bilgi ve anılara yer veriliyor.

Ömer Güner’in “Düşler ve Düşünceler” adlı eserinin ikinci bölümü “Düşünceler”e ayrılmış. Bu ana bölüm “Kent ve İnsan”, “Trabzon: Bitmeyen Sevda”, “Oy Yaylalar Yaylalar”, “Aydın Olmanın Anlamı”, “Yaşayıp Giderken” adlı alt bölümlere ayrılmıştır. “Kent ve İnsan”da İdil Biret’ten Şinasi Özdenoğlu’ya, Temel Şükrü Doğru’dan Faik Ahmet Barutçu’ya, Ahmet Şener’den Haluk Ongan’a, Gündoğdu Sanımer’den Ahmet Özer’e kadar çeşitli simalar hatıraların ışığında gözler önüne seriliyor. Böylece tarihe tanıklık ediliyor. İkinci alt bölüm olan “Trabzon: Bitmeyen Sevda” da Trabzon’a ve bu şehrin kurumlarına dair görüşlere yer veriliyor. “Oy Yaylalar Yaylalar” adlı kısımda Trabzon’un yaylalarının eşsiz güzellikleri ve yayla şenlikleri konu ediniliyor. “Aydın Olmanın Anlamı” adını taşıyan kısımda Atatürk ve eğitim konuları irdeleniyor, çıkarımlarda bulunuluyor. Kitabın “Yaşayıp Giderken “ adını taşıyan son kısmında Güner’in Batum, İstanbul ve Ankara gezilerine dair intibalara yer veriliyor. Trabzon’un değerleri ve değerlileri kitapta vitrine çıkarılıyor.

Bu kitapta Trabzon’un dünüyle bugünü arasında köprü kuruluyor. İyi ki gazete köşelerindeki bu kıymetli yazılar iki kapak arasına alınmış, unutulmaktan kurtarılmıştır. Bu yazılar geçmişten bugüne Trabzon’da kendi çapında çalışan kültür ve sanat adamlarına ve yaşanmış hadiselere ışık tutuyor. Böyle kitapların ulusal değeri tartışılsa da yerel değeri tartışılamaz. Yerel düzeyde değer ifade eden bu tarz kitapları çok önemsiyorum.

Ömer Güner uzun yıllardan beri bu şehrin kültürüne, sanatına, birbirinden kıymetli portrelerine ayna tutuyor. Trabzon’u çok seven ve ömrünu bu şehirde geçiren Ömer Güner’in güçlü kaleminden bu şehrin hayatını okumak herkese doyumsuz hazlar verecektir. O, gazetecilikteki ilk günkü heyecanını devam ettirmektedir. Kendisine Allah’tan şifa diliyorum.

29 Haziran 2008 Pazar

Üryan ve İsyan Üzerine

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzonlu genç şairlerden Ömer Turan’ın ilk kitabı “Üryan ve İsyan” elimde… Kitap, Kıyı Dergisi Yayınları arasında çıkmış. Kitabın kapağındaki üç serçe, şiir sofrasına buyur ediyor sizi. Bembeyaz bir zemin üzerindeki bu üç serçe sanki şiir tarlasında imge avcılığına soyunmuş izlenimi veriyor bize. Kitap sanki şairin Trabzonlu oluşuna işaret edercesine 61 sayfadan meydana geliyor. 1971 yılında Yomra’da doğan Ömer Turan’ın arka sayfadaki kısa biyografisini okuyunca doğrusu şaşırıyorum. Çünkü şair ilk şiirini 2006 senesinde Hayal dergisinde yayınlamış. Yani 35 yaşında şiir dünyasında ‘ben de varım’ demiş. İlk şiirini yayınladıktan iki yıl sonra da bu ilk kitabını okuyucularıyla buluşturmuş. Kitaptaki özgün ve birbirinden güzel şiirleri okuyunca insan içinden “Bugüne kadar neredeydin be birader!...” diyesi geliyor. Bir şair okuyucusuyla buluşmak için niçin bu kadar uzun süre bekler?

Trabzonlu şair Ömer Turan’ın ilk şiiri 2006 yılında Hayal dergisinde yayınlandıktan sonra diğer şiirleri Mortaka, Maviada, Çalı, Cümle, Ada dergileriyle Taka gazetesinde görülür olmuş. Yani geç kalmışlığını bir anlamda telafi etmeye çalışmış. Şahsen tanıdığım ve dostluk kurduğum bir duygu işçisi Ömer Turan… Duygularını şiire ustaca yansıtan Turan’ın bu ilk kitabındaki şiirlerinin belli bir seviyenin üstünde olduğunu görünce şairin gelecekte yazacaklarına dair beklentilerimiz ve umutlarımız artıyor. “Üryan ve İsyan” kitabı “Kent Fazlası” ve “Ömer Hayyam’a Mektuplar” adlarıyla iki bölüme ayrılmış. Kitaba adını veren “Üryan ve İsyan” ifadesi “kınına veda eden hançer” şiirinde geçiyor. Üryan’ın kelime anlamı ‘çıplak’ demektir. Şair isyanla üryanı aynı potada eriterek farklı bir yaklaşım getirmiş şiirine.

Ömer Turan’ın şiirlerine bakınca hemen hepsinin yepyeni imgelerle kurulduğunu görüyoruz. Şiir deneyimi çok eskilere dayanmasa da şair kendine bir imge şatosu kurmuştur. Şiirde açık ifadeyi tercih etmemiştir. Okuyucuya hazır mesajlar vermemiştir. Bu şiirleri okuyanlar verilmek istenen duygu derinliğini anlamak için kendilerini yormak mecburiyetindedirler. Onun imge avcılığını Trabzonlu şairlerden Zekeriya Saka şöyle ifade ediyor: İmge atına binmiş bir şair Ömer Turan. O, imge atını, mitolojilerin alev atlasında, karda, boranda, fırtınada delice sürüyor ve tökezlemeden hedefine ulaşıyor.” Bu düşüncelere ben de aynen katılıyorum. Zira günümüz şiiri ferdiyetçi bir anlayışı beraberinde getiriyor. Şairler kendilerine müstakil şiir kozaları örüyorlar. O kozadan içeri girenler hiç görmedikleri, alışık olmadıkları bir şiir dekoruyla karşılaşıyorlar. Ömer Turan’ın şiirlerinde de bu farklı imge dokusunu görebiliyoruz. Bu farklılık ve özgünlük insana umut ve heyecan aşılıyor.

Ömer Turan’ın şiirlerinde bilindik kalıplar zorlanıyor. Bu şiirlerde yeni dünyalara yelken açılıyor. Şair kendi sesiyle kendi şiir dokusunu inşa ediyor. Şiirlerin çoğu ferdiyetçi bir ruh halinin tezahürleri olsa da bu şiirlerde biraz da bu kitaba ismini veren isyanın izlerini görebiliyoruz. Kitaptaki her dize alışılmışın dışında küçük harflerle başlıyor. Şairin özgün form arayışı içerisinde olduğu buradan da belli oluyor. Kitapta okuduğum şiirlerde altını çizdiğim dizelerden bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum: “nal seslerinde yarıldı bozkır… hokkasından korku yağan tarih… içerken şarabı/dudakta/kanadığını gördüm üzümün… ipini çektim bu kentin… ninniler uyutuldu… sürgünler bir hüznü ikiye bölüyordu… deniz çekildi gökyüzüne… gece sessizce söküldüm sokaktan… bu şiiri suya iğneliyorum… gizli bir şehvete soyundu kent… aşk heybemizde kutsanmış yolluk… ölecek zamanımız yoktu… boşluğu kaşıyıp duruyor telaş… sesini bahçe duvarında unutan serçeyiz… bulutlar uyaksız döker öfkesini…” Bu ve benzeri dizeler ilk bakışta özgün ifadeler olarak dikkat çekiyor.

Trabzonlu genç şair Ömer Turan, şiirlerinde sade bir dil kullanıyor; soyutlamalara ağırlıklı olarak yer veriyor. Onun dizelerinde edebî sanatların hemen hepsine rastlıyoruz. “avluda/ konuşur bizimle sardunya”, “atın yasını tutuyor han” dizelerinde teşhis(kişileştirme), “susuyor, susuyor, susuyor” dizelerinde tekrir, “çarşılar gününe göre giyiniyor” dizesinde mecaz-ı mürsel(ad aktarması) sanatı yapılıyor. Şair Turan’ı tebrik ediyor, başarılar diliyorum.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Şair H. Mustafa Tomaç’ın Ardından…

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm bir güzel insanı daha aramızdan ayırdı. 21 Haziran 2008 tarihinde Trabzon’un önemli söz üstatlarından biri olan Hüsnü Mustafa Tomaç’ı kaybettik. Mustafa Tomaç Ağabeyin 1934 senesinde Trabzon’un Beştaş(Kanliga) köyünde başlayan hayat yolculuğu 21 Haziran 2008 tarihinde son buldu. O da her nefis gibi ölümü tattı. Bizler de günü gelince ölümü tadacağız. Ne mutlu bu dünyadan hoş bir seda bırakarak göç edenlere…

74 yıllık hayatına pek çok güzellik sığdıran Tomaç, Trabzon’un sevilen simalarından biriydi. Trabzon Gazipaşa İlkokulu’ndan sonra Trabzon Sanat Enstitüsü’nü ve 1965’te de Tekniker Okulu’nu bitirmişti. 1952-53 yıllarında TBMM inşaatlarında, 1955’te Trabzon’da Karayolları 10. Bölge Müdürlüğü’nde çalışmıştı. 1958’de askerlik görevini Erzurum’da yedek subay olarak yapmıştı. 1959 yılında Sağlık Müdürlüğü bünyesinde memur olarak çeşitli görevlerde bulunmuştu. 1968’de Zonguldak Bayındırlık Müdürlüğü’nde, 1970’de KTÜ Fen Heyeti Müdürlüğü’nde kontrolörlük yapmıştı. 1972 yılında Trabzon Bayındırlık Müdürlüğü’ne naklen geçmişti. Bu kurumda uzun yıllar inşaat kontrolörlüğü görevini yapmış, 1981 yılında emekli olmuştu. O, 27 yıldan beri kendi halinde bir emeklilik hayatı sürdürüyordu. Gündüzleri bağ bahçe işleriyle uğraşıyor, geceleri de şiirle meşgul oluyordu.

Ebediyete uğurladığımız Hüsnü Mustafa Tomaç’ı yıllardan beri tanırım. Girdiği ortamlarda farkı fark edilirdi. Ağırbaşlı, beyefendi bir kişilik sahibiydi. Az ve yerinde konuşan bir insandı. Malayani sözlerden kaçınırdı. Sohbetinden zevk alınırdı. Hüsnü Mustafa Tomaç, şiirlerini 1950’li yıllardan itibaren yazmaya başladı. Yani ilk şiirini kaleme aldığında 16 yaşında bir delikanlıydı. O günden, son nefesini verdiği 2008’li yıllara kadar 58 yıl boyunca her fırsatta şiirler yazdı. Bu süre içerisinde “Rüzgârı Yükselen Ses, Bir Güneşten Bir Güneşe, Cudi mi - Ararat (Ağrı) mı, Kapaksız Kitap” adlı kitaplara imza attı.

Mustafa Ağabey’in elimizdeki son kitabı “Kapaksız Kitap” adını taşıyor. 146 şiiri iki kapak arasına alan bu kitaptaki şiirler hecenin en güzel örnekleri olarak arz-ı endam ediyorlar. Hayat tecrübelerini mısralara döken Tomaç’ın bu son kitabında didaktik unsurlar ağır basmaktadır. Bu kitaptaki şiirlerde övgüden yergiye kadar yediden yetmişe her mevzu ustaca işleniyor. O, şiire geniş bir açıdan bakmıştır. Onun şiirlerinde toplumsal hiciv ağırlıktadır. Tomaç, yerli kültürün bütün motiflerini şiirlerinde nakış nakış işliyor. Onun şiire ve şairliğine dair görüşlerini kendi ifadelerinden öğreniyoruz. Şiire ve şairliğine dair şunları söylüyor:

“Ahlak sınırlarını zorlamadan, insanlar arasındaki ilişkilerden doğan şiirsel tavırları açık ifadelerle, fakat doğru ve dobra olarak dile getirdim. Bunu yaparken; öğretici ve eğitici olduğum kadar, yerici de oldum. Bazen bir ayet, bir hadis, bir atasözü ve bir deyim şiirime tema oldu. Kendime özgü bir üslupla her türlü şiiri denedim. Heceye ağırlık vererek rubai, muhammes, beyit tarzlarına yer verdiğim gibi serbest şiiri de işledim. Buna ilave olarak lirik ahengiyle monolog-diyalog şekillerle şiirlerimi biçimlendirmeyi ihmal etmedim.”

Tomaç’ın ölümü Trabzon için önemli bir kayıptır. Onun gibi beyefendi, sevgi dolu ve hoşgörülü insan pek azdır. O bu güzel hasletleriyle anılacaktır. O, eşinin ölümünden sonra iyice hassaslaşmış, yalnızlığını içine gömmüştü. O şimdi belli ki eşinin yanında pek mutludur.

İnsanlar doğar, büyür ve ölürler. Mühim olan çok yaşamak değil, doğru yaşamaktır. Mustafa Tomaç Ağabey inanan bir insandı. Onun içindir ki ölümden korkmuyordu. Hak dostlarının gözüyle bakıyordu ölüm hadisesine. Mevlana ölümü düğün gecesi olarak görüyordu. Tomaç da ölümü dosta kavuşma olarak tanımlıyordu. Bunu aşağıdaki dörtlükte açıkça görebiliriz. Sözlerimi bu dörtlükle bitirirken kendisine Allah’tan rahmet diliyorum:

“Hayat bahçesinde güldü
Açtı, soldu ve döküldü
Âlem sandı Tomaç öldü
Bilmezler aslına döndü.”

14 Haziran 2008 Cumartesi

Camilerin Görevi ve Ahmet Yüter Örneği

M.NİHAT MALKOÇ

Arapça bir kelime olan caminin sözlük anlamı “toplayan”dır. Müslümanların ibadet mekânı olan camiler kulluk görevlerimizi ifa ettiğimiz yerlerdir. Camiler Müslümanlığın şiarıdır. Camiler Müslümanların toplu halde veya tek başına namaz kılıp, ibadet ettikleri umuma açık mübarek mekânlardır. Türkiye’de 80 bin civarında cami bulunmaktadır. Bu camilerin tamamına yakını halkın hayırlarıyla yapılmıştır. Devlet bu camilerin çoğuna imam atıyor ama camilerin elektrik, su, bakım ve onarım giderleri hayırseverler tarafından karşılanıyor. Türkiye’de camiler bir türlü dolmuyor, insanları camilere bir türlü çekemiyoruz.

İnsanları toplayan ve aynı kutsal değerler etrafında bir araya getiren camiler günümüzde verimli olarak kullanılmıyor. Bakıyorum da camilerimiz gün boyu bomboş… Vakit namazlarında küçük camilerin ilk safları bile dolmuyor. Bizde sanırım yanlış anlaşılan bir şey var. Camilere haftada bir uğruyor Müslümanlar… İnsanlar camileri cumadan cumaya kullanıyor. Oysa camiler Müslümanların huzur bulduğu, her zaman gelip gittiği yerler olmalıdır. Camiler zenginle fakiri aynı çatı altında birleştiriyor. Birlik ve beraberliğin en güzel provası camilerde gerçekleştiriliyor. Yanlış yerlerde huzur arayanların bir an evvel bu yanlıştan dönüp cemaat şuurunu ve kulluk huzurunu camilerde yaşaması ve yaşatması gerekir.

Günümüzde camiler yeterince verimli kullanılmıyor. Camilerin sadece ibadet mekânı olarak değil, eğitim yuvası olarak da kullanılması gerekir. Cumadan cumaya verilen belirli gün ve haftalara dair vaazlarla insanların vicdanlarını besleyemezsiniz. Bazılarının dediği gibi Türkiye’de cami israfı yok, camilerin verimli kullanılamaması meselesi vardır. Türkiye’de yeni camiler yapmaktan daha önemli iş, bu mekânları hakkıyla ve layıkıyla kullanmaktır.

Türkiye’de camilerle halkı istenilen düzeyde kucaklaştıramadık. Beş vakit namazını kılanlar da camilere yeterli ilgi göstermiyor. Demek ki cemaatle namaz kılmanın kendi başına namaz kılmaktan 27 kat daha sevaplı olduğu gerçeğini insanlara anlatamadık, bu düşünceyi aşılayamadık. Camilerle cemaati aynı paydada birleştirmedik. Camileri sadece ibadet yeri olarak algıladık. Camileri cumalık ibadet mekânlarına dönüştürdük. Sadece cuma namazını kılmak için bu kadar masrafa gerek var mıydı? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verilerine göre, toplam 76 bin 922 caminin 6 bini atıl durumda, 2 bin 919’u sadece Ramazan aylarında ibadete açılıyor, bin 424 cami ise mevsimlik olarak kullanılıyor. Bin 494 cami kapalı, 9 bin 981 camide ise hiç kadro yok. Bu da gösteriyor ki camiler yeterince ve gereğince kullanılmıyor.

İnsanları cem eden(toplayan) camiler Peygamberimiz zamanında meşveret yeri olarak da kullanılırdı. Osmanlı devleti zamanında camiler birer kültür merkezi konumundaydı. Oysa günümüzde camiler sadece ibadet amaçlı kullanılıyor. Toplamda milyonlarca metrekare kapalı alana sahip camileri kendi içine hapsetmek doğru değildir. Günümüzde özellikle merkezi camiler eğitim amaçlı kullanılabilir. Camilerde zengin kütüphaneler oluşturulabilir. Bu kütüphaneler halkın istifadesine sunulabilir. Bu mekânlar elden geçirilip yeniden yapılandırılarak buralarda hat, tezhip, ebru gibi İslam sanatları kursları verilebilir. Camilerde sadece imamlar vaaz verecek diye bir şart yoktur. Alanlarında uzman kişiler, cami ortamına uygun düşen konularda cemaati bilgilendirebilirler. Böylelikle cemaatin ufkunu genişletebiliriz. Her hafta aynı konuları tekrar tekrar dinlemekten bıkan cemaat camiye daha pozitif bir gözle bakmaya başlar. Farklı simalar cemaat üzerinde daha büyük etki bırakabilir.

İstanbul’da görev yaptığı camiyi eğitime ve sosyal hayata açan Ahmet Yüter adlı değerli aydın bir imam var। Yüter, Topkapı Teknik Oto Sanayi Sitesi Çinili Camii’nde her cuma günü, namazdan sonra yaklaşık üç bin kişiyi bilim dünyasının önde gelen isimleriyle buluşturuyor. Bugüne değin Mim Kemal Öke’den Yavuz Bülent Bakiler’e kadar onlarca isim cemaate bilgi ve tecrübelerini aktarmış. Ahmet Yüter daha sonra bu konferansları yazıya dökerek kitaplaştırmış. Yüter’in bu faaliyetlerini duyanlar cumaları bu camiye koşuyor. Aslında diğer imamlarımız da camileri ilim, irfan ve kültür akademilerine çevirebilirler.

Şimdi Besteler Suskun… Göç Etti Avni Anıl…

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm meleği Azrail, kıymetli kıymetsiz ayrımı yapmadan “Her canlı ölümü tadacaktır” ayeti gereğince canları ötelere taşıyarak ölümsüzleştiriyor. Gün geçmiyor ki sala sesleriyle uyanmayalım. Gerçi son yıllarda şehirlerde sala seslerini pek duymuyoruz. Zira ölümü çağrıştıran bu sesler, insanların moralini bozuyor diye artık şehirlerde yankılanmıyor. Oysa gerçeklerin üstünü örterek onları bertaraf edemeyiz. Ölüm de hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir. O hepimizin tadacağı, bazı kişilere göre acı, bazı kişilere göre tatlı olabilecek bir duygudur. Bu, kişinin sürdüğü ömrün içeriğine göre değişiyor. Kişi cenneti de, cehennemi de dünyadan götürüyor. Kimseyi suçlamaya, boşu boşuna yakınmaya hakkımız yoktur.

Ölüm bu sefer de bestelerin gür sesi olan Avni Anıl’ı susturdu. Türk musikisinin gelmiş geçmiş mühim şahsiyetleri arasında çok önemli bir yere sahip olan Avni Anıl, arkasında birbirinden kıymetli besteler bırakarak aramızdan ayrıldı. O, bundan sonra duygularımızı coşturan besteleriyle yaşayacak. 23 Nisan’da doğmuştu Avni Anıl… Çocukların bayram ettiği bir günde dünyaya gelmişti. 23 Nisan 1928 tarihinde İstanbul’da doğan Anıl, seksen yıllık uzun ve verimli bir hayat sürdükten sonra 14 Haziran 2008 tarihinde çok sevdiği güzel İzmir’de hayatını kaybetti. Anıl’ın 120’nin üzerinde bestesi vardı. Kültür Bakanlığı 1998 yılında yerinde bir kararla kendisine Devlet Sanatçısı unvanını vermişti.

Polislikten gelme bir bestekârdı O… Askerliği sonrası Polis Enstitüsü’ne giren Avni Anıl, 1955 yılında polislikten ayrılmış ve gazeteciliğe başlamıştı. Üç yıl Akşam gazetesinin sanat sayfasını yönetmişti. 1955-1967 yılları arasında İstanbul Radyosu’nun haber servisinde çalışmıştı. 1967’de ‘Anıl Yayın Ajansı’nı kurmuş, Dünya gazetesinin sanat sayfasını yönetmişti. ‘Musiki ve Nota’ dergisini çıkarmıştı. İki kızı bulunan ve hayatını İzmir’de sürdüren Avni Anıl, beynindeki bir rahatsızlık nedeniyle iki defa hastanede tedavi görmüştü.

Türk sanat müziği denince akla gelen ilk isimlerdendi Avni Anıl… İlk bestesini 1951 yılında yapan Anıl, 57 yılda pek çok unutulmaz besteye imza atmıştı. Müzik eğitimine Üsküdar Halkevi’nde 1943 yılında başlayan ünlü bestekâr, ilk derslerini Emin Ongan’dan almıştı. “Musiki Sözlüğü” adlı dört ciltlik eserinde musiki tarihi için önemli hatıralar yayımlamıştı. Şarkılarından birçoğu, son elli yılın en sevilen şarkıları arasında sayılıyordu. Avni Anıl’ın dillerden düşmeyen, gönül telimizi oynatan ve unutulmayan bestelerinden bazıları şunlardır: “Biraz Kül Biraz Duman, Ağla Gitar, Aşk Bu Değil Yapma Güzel, Akşamın Olduğu Yerde Bekle Diyorsun, Gözlerin Bir Aşk Bilmecesi Sorar Gibi, Mihrabım Diyerek Sana Yüz Vurdum, Kaderimde Hep Güzeli Aradım, Öyle Dudak Büküp Hor Gözle Bakma, Dilşâd Olacak Diye Kaç Yıl Avuttu Felek, Bir Peri Masalı Kulaklarına, Gün Be Gün Yaşanan O Hatırayı Unutup Bir Yana Atmak Olmaz ki...” Hiç unutulur mu bu şarkılar?...

Türk müziğinin yaşayan en büyük isimlerinden biri olan bestekâr Avni Anıl, göçüp giderken arkasında hoş bir seda bıraktı. O, bestelere bir ömür adayarak, Türk müziğine büyük katkılarda bulunmuştu. Türk müziğinin tartışmasız duayenlerinden biriydi Avni Anıl… Sağlığında adına beste yarışmaları düzenlenmişti. Yaşarken kıymeti bilinen ender şahsiyetlerden biriydi. Rast makamından hicaz makamına kadar her makamda beste yapan Anıl, gençlerimize Türk müziğini sevdirmişti. Anıl’ın TRT repertuarında pek çok eseri vardır.

Türk sanat musikisine ölümsüz eserler kazandıran Anıl, hicaz makamındaki “Dil Şad Olacak” adlı bestesiyle tanınmıştı. Arkasından nihavent makamındaki “Biraz Kül Biraz Duman” adlı bestesi şöhret basamaklarını tırmanmasına zemin hazırlamıştı. Onun, beste yapmanın dışında ülkeyi baştanbaşa gezme sevdası vardı. Ülkemizi gezmek için vesile arardı.

Müzikte kaliteye çok önem verirdi Avni Anıl... Onun eserlerinin geniş kitleler tarafından çok sevilmesi ve kalıcı olması, sanırım bestelerini bir kuyumcu titizliğiyle yapmasındandır। Kanaatimce, onun bıraktığı boşluk kolay dolmayacak. Avni Anıl dünyadan göç eylese de birbirinden değerli şarkıları gönüllerde yankılanacak. Allah rahmet eylesin.

Bir Beyefendi Şair: Halit Macit

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon’un değerleri ve değerlileri saymakla bitmez. Bu değerlerden ve değerlilerden biri de İnşaat Mühendisi-Şair Halit Macit Beyefendi’dir. Bu ‘beyefendi’ ifadesini özellikle kullanıyorum. Çünkü onun en belirgin vasıflarından biri de beyefendiliğidir. Onunla tanışıp konuşanların ilk izlenimi bu özelliğine dairdir. Halit Macit Ağabeyi 18 yıldan beri tanırım. Karadeniz Yazarlar Birliği’nin kuruluş aşamalarında kendisiyle tanışmıştım. Tabii ki ben o zamanlar yirmisinde bir delikanlıydım. O da ellilerindeydi. Halit Macit, Trabzon’da doğmuş ve bu şehirde yetişmiş bir hizmet eri, bir idareci ve bir söz üstadıdır. 1939 yılında Trabzon Merkez Yeşilova Köyü’nde doğan Macit, 1959-60’da Erkek Sanat Enstitüsü’nü, 1964-65’de Tekniker Okulu’nu, 1969-70’de Yüksek Tekniker Okulu’nu ve 1991–92 döneminde de Cumhuriyet Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ni bitirmiştir. O zamanlar imkânlar bugünkü gibi geniş değildi. O, okumanın erdemine inanmış, çok zor şartlarda tahsil hayatını sürdürmüştür.

Çalışmayı ve insanlara faydalı olmayı hayatının gayesi olarak gören Halit Macit, hiçbir zaman boş durmamış, daima bir şeyler üretmiştir. 1960-1964 yılları arasında İstanbul Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsü’nde öğretmenlik, 1964- 1966 yılları arasında Yedek Subay öğretmenlik, 1966-1968 yılları arasında Trabzon Belediye Fen İşleri Müdürlüğü, 1968-1989 yılları arasında İmar ve İskân Bakanlığı Trabzon İl ve Bölge Müdürlüklerinde şef, müdür yardımcılığı, son on yılda da kesintisiz İmar Müdürlüğü görevlerinde bulunmuştur.

Halit Macit, 1980’de mesleki incelemeler için Kıbrıs’a gitti. 1989’da da emekliye ayrıldı. 1989-1994 yılları arasında Trabzon Belediye Meclis Üyeliğinde bulundu, çeşitli mesleki komisyonlarda görevler aldı. O boş durmayı hiç sevmez. Maddî açıdan hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı halde halen Trabzon’da serbest inşaat mühendisi olarak çalışmaktadır.

Onun, bizi daha çok ilgilendiren yönü şairliği ve yazarlığıdır. Onca iş arasına yazmayı da sığdıran Macit, bugüne kadar pek çok dergi ve gazetede yazı ve şiirler yayınlamıştır. Halit Macit’in yazıları ve şiirleri Trabzon’da yayın yapan Türksesi, Karadeniz ve Karadeniz Olay gazeteleri ile Birlik, Yunus, Türk Ocağı dergileri ve İnşaat Mühendisleri Bülteni’nde okuyucuyla buluşmuştur. Fakat eserlerini yerel yayın organlarının dışında yayınlamayı düşünmemiştir. Oysa yazı ve şiirlerinin önemli bir kısmı Türkiye genelinde yayın yapan gazete ve dergilerde yayınlanabilecek derecede sağlam bir yapı ve içeriğe sahiptir.

Halit Macit, sanatın hemen her alanına ilgi duyan, sanatı bizzat yaşayan bir sanat dostudur. O bunu lafta bırakmadı, daima sanatın ve edebiyatın içinde olmaya gayret gösterdi. 1959-1960 yıllarında “Tarih Utandı” adlı tiyatro oyununda rol aldı ve bu oyun için kendisine ödül verildi. Atatürk’ün 100. Doğum yılında TRT’nin açmış olduğu şiir yarışmasında Karadeniz Bölge Birincisi oldu. 1988 yılında İstanbul-Gülhane Etkinliklerinde açılan şiir yarışmasında başarı ödülü kazandı. 1992’de Kemalist Atılım Birliği’nden başarı ödülü aldı.

Yazdıklarını ödüllerle taçlandıran Halit Macit, 18 Mart 1997’de Trabzon Belediyesi tarafından düzenlenen Hamsi Festivali’nde “Hamsiye Hasret” şiiri ile Belediye Kültür Müdürlüğü’nden birincilik ödülü kazandı. Okullara kitaplar hediye ederek kütüphaneler yaptırdığı için Trabzon Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ödüllendirildi. Trabzon Belediyesine hizmetlerinden dolayı Belediye Meclisi’nce plaketle onurlandırıldı. Modern cami projeleri dolayısıyla Trabzon Müftülüğü tarafından ödüle layık görüldü. 4 Nisan 1997’de Karadeniz Yazarlar Birliği’nden onurluk aldı. Bu ödüller onun var olan çalışma azmini ve gayretini daha da artırdı. Hâlâ ilk günkü gibi çalışma gayreti içerisindedir.

İnşaat Mühendisleri Odası, Karadeniz Yazarlar Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Halit Macit, şiirlerini “Bir Ömür Bir Şiir”, “Bir Ömür İki Şiir”, “Bir Ömür Üç Şiir” adlarıyla üç ayrı kitapta bir araya getirmiştir। Halit Macit Ağabey yazı ve şiir çalışmalarını devam ettirmektedir. Trabzon’daki kültür-sanat etkinliklerini düzenli olarak takip etmektedir. Onun sanat ve edebiyat aşkını takdir ediyor, kendisine uzun ve bereketli bir ömür diliyorum.

13 Haziran 2008 Cuma

Çıngız Ata Göçtü Beka Yurduna…

M.NİHAT MALKOÇ

Türk dünyası edebiyatı deyince akla gelen birkaç isimden biriydi Cengiz Aytmatov… O sadece Kırgızistan’ın değil, bütün Türk dünyasının yazarıydı. Onun aramızdan ayrılması sadece Türk dünyası için değil, bütün dünya için bir kayıptır. Aytmatov, Türk dünyasının yaşayan en büyük çınarıydı. O, Kırgızların günümüzdeki Manas’ıydı. Bundan öte Türk dünyasının Dede Korkut’uydu. O bir barış ve kültür elçisiydi. Türk kültürünün tanıtılmasındaki hizmetleri takdire şayandır. Kırgızlar onu çok seviyor, çağın atası kabul ediyorlardı. Kırgızistan’ın adını dünya ölçeğinde duyuran bir yazardı Kırgızların yerel deyimiyle Çıngız Ata… Onu Kırgızlar kadar biz de okuduk ve çok sevdik. Onun kitapları kütüphanelerimizi süsledi. Başımız sıkıştığında, hissiyatımız çıkmaza girdiğinde onun satırlarında soluklandık. O bizim için sırtımızı yasladığımız koca bir dağdı.

SSCB döneminde Türk kökenli olup da huzur bulan bir aydın gösteremezsiniz. Çünkü komünist sistem bu aydınları komünizmin paslı çarklarında ezmiş, kendilerine kimliklerini ve benliklerini yaşama imkânı vermemiştir. Mevcut sistem tehditlerle, gözdağıyla, korkutmalarla onları farklı kimliklere büründürmüştür. Ebedî âleme göç eyleyen Cengiz Aytmatov da bu zorlukları yaşayan aydınlarımızdandı. Üstelik onun babasını komünist Ruslar öldürmüştü. Acıların en büyüğünü henüz dokuz yaşındayken yaşamıştı Aytmatov… Stalin denen zalim, sırf kula kul olmadığı için masum bir insanın yaşama hakkını elinden almıştı. Onlara göre sistemin yaşaması için her şey mubahtı; karşı görüşte olanların topyekûn ölmesi gerekiyordu.

Onun her eseri şaheser kıymetindedir. Son romanı da benzerlerinden çok farklıydı. “Dağlar Devrildiğinde” adlı bu romanını Belçika’da Kırgızistan Büyükelçiliği görevini yaparken Rusça olarak kaleme almıştı. Dağlar Devrildiğinde’de, arka planda iki hikâye ve iki kahraman anlatılıyor. Biri efsane kahramanı olan ‘Ebedi Nişanlı’, diğeri bavul ticareti yapan Elsa… Bu kitabını küreselleşen dünyada, insanlığın kapitalizmle mücadelesinden yola çıkarak kişilerin sorunlarına çözüm üretmek amacıyla yazmıştı. Bu roman Türkiye Türkçesi haricinde, Japonca, İngilizce, Kırgız Türkçesi, Almanca gibi birçok dünya dilinde de yayınlandı. Ne yazık ki bu eserin devamı gelmedi. Yaşasaydı nice güzellikleri paylaşacaktı bizlerle. Bizlere bıraktığı eserler ölümüyle daha bir önem kazanmış bulunmaktadır. Çünkü bu eserlerin devamı yoktur. Yazar söyleyeceği son sözleri söylemiş ve göçüp gitmiştir.

Türk dünyasının medar-ı iftiharı merhum Aytmatov çocukluk ve gençlik yıllarını yoksulluk içerisinde geçirmişti. Son kitabı “Dağlar Devrildiğinde” adlı romanının imza gününde okuyucularıyla paylaştığı bir hatıra yaşadığı zorlukları anlatmaya yeterdi. İmza töreninde yokluklar içerisinde büyüdüğünü dile getiren Aytmatov, kız kardeşiyle ilgili ilginç bir anısını salondaki okurlarıyla paylaşarak şunları söylemişti: “O zamanlar ülke savaş içerisinde olduğu için halk yoksuldu. Ben ve kardeşim ilkokula gidiyorduk. İkimize ait bir çift çarık vardı. Bu çarığı kız kardeşim Roza ile sırayla giyerdik. Bir keresinde çarığı giyme sırası bende olduğu halde kız kardeşimin çarığı giydiğini gördüm ve neden yalın ayak gezmiyorsun diye kendisine kızmıştım...” Aytmatov çocukluk ve gençlik yıllarına ait bu gibi acı hatıralarını romanlarında işlemiştir. Onun romanları hayatından derin izler taşır.

Türk dünyasının son dönemlerde yetiştirdiği büyük yazarlardan biri olan Aytmatov, Rusya’nın yaşadığı ve yaşattığı nice karışıklıklara ve savaşlara şahit olmuştu. Bunların acı izlerini “Yüzyüze” “Cemile” “Toprak Ana” gibi eserlerde görebiliyoruz. Onun romanlarında İkinci Dünya Savaşı’nın izleri daha belirgindir. O, romanlarında hayata ayna tutmuştur.

Aytmatov aile kurumuna çok önem veren bir insandı। Çocukluğunun aile ortamını hiç unutmamıştır. Babaannesinin anlattığı masal ve hikâyelerle yerli kültürün ilk motiflerini yüreğine nakşetmiştir. Kırgızistan’ın yemyeşil tabiatı ve yaylaları onun eserlerine yansımıştır. O yaşadıkça dolmuş, duygularını paylaştıkça, yazdıkça boşalmış, rahatlamıştır. İyi ki yazmış, yazmasaydı hayatımızdaki güzelliklerin bir kısmı eksik kalacaktı. Güle güle büyük usta…

10 Haziran 2008 Salı

Nobel’i Göremeden Ölen Duayen Yazar: Cengiz Aytmatov

M.NİHAT MALKOÇ

Bizler onu gündemde tutmak istemesek de ölüm hayatımızın bir parçasıdır. Bizler onu unutsak da o bizleri hiç unutmuyor; vakit gelince kapımızı çalıyor. Ölümü korkutucu görmek ve göstermek amel eksikliğinin bir işaretidir. İnsanca ve Müslümanca yaşamışsanız ölüm hiç de ürkütücü ve korkutucu bir gerçek değildir. Necip Fazıl bu konuda ne de güzel söylemiş:

“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?”

Peygamber Efendimiz öldüyse ölüm güzel demektir. O, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar biraz da ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilmediği için hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici buluyor. Ruh, ölümsüzlüğü arzuluyor. Bu arzunun gerçekleşmesi de fani dünya hayatının tamamlanmasıyla mümkündür. Aslında ölümle ölümsüzlüğe kanatlanıyoruz. Yüce Allah “Her nefis ölümü tadacaktır” (Al-i İmran, 3/185) buyurarak, doğan her canlının öleceğini açıkça bildirmektedir. Rabbimizin bu ayeti yine tecelli etti. Türk dünyasının yaşayan en büyük yazarı Cengiz Aytmatov da ölümü tadarak aramızdan ayrıldı. O şimdi dünyadan göçen efsaneler arasındaki yerini almış durumdadır.

Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” romanının film çekimleri için gittiği Rusya’nın Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’da 16 Mayıs günü rahatsızlanarak tedavi için Almanya’ya getirilmişti. Böbrek yetmezliği teşhisiyle hastaneye kaldırılan yazar, bu alanda dünyanın en iyi hastanelerinden olan Almanya'nın Nürnberg kentindeki Klinikum Nord hastanesinde tedavi görüyordu. Fakat vakti gelen ölüm, bir dakika bile tehir edilemiyor. Aytmatov, Kırgızistan’ın Talas eyaletinin Şeker köyünde 12 Aralık 1928 yılında dünyaya gelmişti. Kırgızistan’da 2008 yılı, Cengiz Aytmatov yılı ilan edilmişti.

Anlaşılan o ki edebiyat göklerinden bir yıldız daha kaydı. Namı dünyaya yayılan, yazdığı eserlerle adını dünyaya duyuran, dünyanın en büyük yazarları arasında gösterilen Kırgız kökenli Türk yazar Cengiz Aytmatov bu ölümlü dünyadan bir elveda bile diyemeden göçtü. Şüphe yok ki Aytmatov daha düne kadar yaşayan en büyük Türk romancısıydı. Onun romanlarında sadece Kırgız kültüründen değil, eski Türk kültüründen de yansımalar yaygın olarak görülürdü. Eserlerinde folklorik unsurları başarıyla kullanırdı. Yerel değerler onun sayesinde evrensel ortama taşınmıştır. Böylelikle yerelden evrensele ulaşmıştır.

Cengiz Aytmatov’un eserlerinde Kırgız kültürünün ve Kırgız sözlü geleneğinin temel taşı olan Manas destanından izler vardır. Aytmatov, Manas’ı defalarca okuyup özünü bilinçaltına yerleştirmiştir. Rusların kültürel ablukası onu Kırgız kültür ve medeniyetinden uzaklaştıracak yerde bu kültüre daha da bağlamıştır. Romanlarında yerli motifleri özellikle kullanma gayreti içerisinde olmuştur. Millet ve fert olarak yaşadığı acı tecrübeleri gerçekçi bir üslupla romanlarında ifade etmiştir. Yeni nesillere millî benlik ve tarih şuuru kazandırmıştır.

Türk dünyasının en büyük yazarlarından biri olan Aytmatov’un eserleri yüzlerce dile çevrilip milyonlarca kişi tarafından okunduğu hâlde kendisi Nobel ödülü alamamıştı. Cengiz Aytmatov’un, yazdıklarıyla ilgili yapmış olduğu şu değerlendirme dikkate değerdir: “Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi millî gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın millî hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar ‘tipik insan’ ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”

Kitapları 157 dile çevrilen ve altmış milyon baskıyla dünyanın en çok okunan yazarı olan Aytmatov’un eserleri arasında: Zorlu Geçit, Yüzyüze, Cemile, İlk Öğretmenim, Elveda, Gülsarı, Beyaz Gemi, Selvi Boylum Al Yazmalım, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları, Toprak Ana, Dağlar Devrildiğinde” sayılabilir। Allah rahmet eylesin.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Ümmetin İhtilafında Hayır Var mıdır?

M.NİHAT MALKOÇ

Müslümanlar bir tespihin taneleri gibidir. Onları toplayan ip de İslam bağıdır. Bu bağ olmasa tanelerin her biri bir yana dağılır. Bu bağın sağlam olması yarınlarımız için güvencedir. Müslümanların hayırda birleşmesi hayırlı neticeler doğurur. Gerçek mümin dalalette birleşmez. Dalalette birleşmek manevî felaketlere zemin hazırlar. Zamanımızda hakikat yolundan ayrılanların sayısı diğer zamanlara göre daha fazladır. Bölünmek yutulmayı da beraberinde getirir. Peygamberimiz ahir zamanda insanların farklı fırkalara ayrılıp hakikatten uzaklaşacağını 14 asır önce haber vermiştir: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan yetmiş ikisi cehennemde, biri de Cennette olacaktır” buyurmuş; “Cennette olan kimlerdir ya Resûlallah?” diye sorulduğunda, “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” demiştir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolunda olanlar hiçbir zaman üzülmeyeceklerdir. Ne mutlu onun yolunda olanlara! Selam olsun Hakk ve hakikat yolcularına!..

Peygamber Efendimizin “ümmetimin ihtilafında hayır vardır” hadisini iyi anlamak gerekir. Bu hususta zaman zaman tutarsız görüşler ortaya atılmaktadır. Burada sözü edilen ihtilaf dinin asli meselelerinde değil, fer’î(ikinci derecede) meselelerinde olan ihtilaftır. Zira dinin asli meselelerindeki ihtilaf kişiyi dalâlete kadar götürür. Fer’î meselelerdeki ihtilaflara içtihat da diyebiliriz. Bunlar mezheplerin doğmasına zemin hazırlamıştır. Dinin asıl meseleleri dışındaki konularda mezheplerin farklı düşünmeleri dinî zenginliktir. Özde bir olma şartıyla teferruatta farklı düşünen mezheplerin doğması bazılarının düşündüğü gibi dinin gücüne halel getirmez; aksine bunda da hayır vardır. Bunun inceliğini görebilenler için zaten hiçbir sıkıntı yoktur. Bilindiği gibi müçtehitler bir meselede ihtilâfa düşseler, isabet edenler iki sevap alırken, yanılmış olanlar bir sevap alırlar. Dinî meselelerdeki doğruyu ararken yanılmaları bile onlara bir günah kazandırmamakta, bunun aksine sevap kazandırmaktadır.

“Ümmetimin ihtilafında hayır vardır” hadisindeki ihtilaf tarafgirlik anlamında değildir. Burada sözü edilen ihtilaf, müspet ihtilaftır. İslamî hakikatleri insanlığa bildirmede, tebliğ vazifesinde farklı yollar izleyebiliriz. Fakat tebliğin özüne müdahale edemeyiz. İnsanlığa taşıdığımız düşünce, verdiğimiz mesaj aynı olduktan sonra bunun iletme vasıtalarının farklı olması ayrıntı kabilindendir. Bu konuda fikir alışverişinde bulunmakta da sayısız faydalar vardır. Farklı yollardan gitsek de, gidiş yollarımızı birbirimizle tartışıp düşüncelerimizi ortaya koyabiliriz. Fakat bu, yolların üstünlüğü kavgasına zemin hazırlamamalıdır. Aynı hak davada olanların kin, haset ve düşmanlık duyguları içinde olması davaya ihanetten başka bir şey değildir. Bu çeşit menfi duygular zamanla davanın özüne de zarar verebilir. Birbirimizle kavga ederken davanın geniş kitlelere ulaştırılması her an sekteye uğrayabilir. Bizim bu halimizi, kavgamızı ve diyalog eksikliğimizi görenler bize olan inançlarını kaybedebilirler. Böyle bir neticenin manevî sorumluluğunun altından kolay kolay kalkamayız.

Dinin değil de nefsinin hesabına çalışanlar her zaman kaybetmeye mahkûmdur. Müslüman kişi, gerçek dava adamı, nefsinin hesabına çalışmaz, dininin hesabına çalışır. Zaten nefsini hesaba çekmeyen, nefsini semirten kişinin tebliğe soyunması da çelişkidir. Böyle insanların söylediği sözler samimiyetten uzak olduğu için etkili de değildir. Sözün etkisi samimiyetten gelir. Sözümüz gerçek olsa da, yapmadıklarımızı söylememiz tesirli olmaz. Bugünkü tebliğ çatlaklarının özünde samimiyetsizlik, kalbe inemeyiş hastalığı vardır. Esasta ittifak eden kişilerin öncelikle kendi nefis meydan savaşlarını yapıp sonra da ışığı bulamamış kitlelerin nefis savaşlarında gönüllü asker veya komutan olmaları doğru olan bir harekettir.

İslam cemiyet dinidir; toplum hayatını çepeçevre kuşatmıştır। Toplumda yaşayan herkes din kurallarının muhatabıdır. Müslüman’ın görevi bütün insanlığı bu kurallardan haberdar etmektir. Bu herkesin elbirliği içerisinde olmasıyla gerçekleşir. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmaları tebliğ yükünü hafifletir. Görev dağılımı yapıp hem işleri, hem de sevapları bölüşebiliriz. Birlikten rahmet ve bereket, ayrılıklardan da azap doğacağı aşikârdır.

8 Haziran 2008 Pazar

Cemaat Şuuru ve Birlikten Ayrılanlar

M.NİHAT MALKOÇ

Fert olarak hepimizin zayıf noktaları olduğu gibi, güçlü yanlarımız da vardır. Birimize ağır gelen yük, birkaçımıza hafif gelebilir. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diyen atalarımız birlik ve beraberliğin önemini ne de güzel dile getirmişlerdir. Zincirin bir halkası tek başına hiçbir şey olduğu halde diğer halkalarla birleşince çok şeydir. Her halka diğer halkanın tamamlayıcısıdır. Öyle de insanlar ortak hareket edince, ortak paydada birleşip bir araya gelince başaramayacakları, üstesinden gelemeyecekleri mesele kalmaz. Arılar ancak birleşince o doyumsuz balı üretebilmektedirler. Vücudun çalışma mekanizmasına göz attığımızda ortak hareket etmenin, birlik olmanın önemi daha iyi anlaşılabilir. Küçücük bir hücrenin içinde bile büyük bir işbölümü olduğunu görürüz. Bunlar da gösteriyor ki insanların cemaatleşmesinde, hayırlı konularda güçlerini birleştirmesinde sayısız faydalar vardır.

Yardımlaşma, dayanışma, sevgi, saygı ve hoşgörü ekseninde bir araya gelmek İslam’ın özünde vardır. Bu değerler İslam harcıyla birleşince ortak ideallerle şekillenen sağlam bir cemiyet vücuda gelmektedir. İslam güzelin, mükemmelin, faydalı olanın, iyiliğin, hayrın, ahlakî ve insani değerlerin peşindedir. Bunu el ele verip bir cemaat yapısı içerisinde, teşkilatlanarak gerçekleştirmek çok daha kalıcı olur. Böylece fertlere düşen yük de hafifler.

İnsanlarda doğuştan gelen bir enaniyet duygusu vardır. Bu kendisini masum gösterse de, aslında çok tehlikeli bir histir. Bunu tez elden yenme yoluna gidilmelidir. Özellikle ülkemizdeki insanlarda bu hastalık ileri boyuttadır. Her işte kendimizi doğal lider olarak görürüz. Oysa liderlik bir kısım meziyetleri gerektirir. Bu vasıfları taşımayan bir kişinin bir davanın başına getirilmesi o davaya ihanettir. Peygamberimiz, üç kişi bir yola çıktıklarında kendi aralarında bir temsilci seçmelerini tavsiye eder. Yani teşkilatlanmak gerekir. Fakat önder olacak kişinin liderlik vasıfları da olmalıdır. Bugünkü cemaatlerde bu konuda ciddi sıkıntılar vardır. Bir kısım cemaatlerde doğal liderler olduğu için onların tavır ve davranışları sorgulanamıyor. Onları sorgulamak dini hakikatleri sorgulamak kadar tehlikeli sayılıyor. Oysa esas olan davadır. Davaya zarar veren her şey sorgulanabilmelidir, hatta vicdanlarda olsa bile yargılanabilmelidir. Bu gerçekleşmezse zamanla tebliğin özü de yara alabiliyor.

Cemaatler belli amaçlar doğrultusunda bir araya gelmiş topluluklardır. Cemaatlerin elbette belli bir lideri olmalıdır. Fakat bu lider, kendisini kutsal bir varlık olarak görmemelidir. Lider dediğin işleri çekip çeviren, organize edendir. Fakat ülkemizde ne yazık ki bazı cemaat liderleri, savundukları davalarının önüne geçebilecek derecede popülerleşmektedir. Bu sağlıklı bir durum değildir. Çünkü cemaatte esas gaye lideri değil, davayı bir noktaya getirmektir; daha doğrusu böyle olmalıdır. Siz lideri davanın önünde tutarsanız davaya değil, lidere hizmet etmiş olursunuz. Davayı bir kenara bırakıp lideri bir noktaya getirme gayreti içinde olanların mükâfatını Allah değil, ancak hizmetçisi olduğu lider verir. Oysa İslam’da en mühim gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın rızasını cemaat liderinin rızasına tercih edenler, peşin alışverişi seven ve nefsini semirten basiret özürlülerdir.

Allah rızasını kazanmak, ilahî hakikatleri geniş kitlelere duyurmak gayesiyle yola çıkan cemaatlerin sermaye odaklarıyla çıkar ilişkileri olmamalıdır. Cemaatin ayakta durabilmesi ve kalıcı olabilmesi için elbette belli başlı maddi kaynakları olmalıdır. Lakin bu hususta para amaç değil, araç olmalıdır. İşi ticarete döken, davadan aldığı güçle şirketleşen, kendisine tabi olan saf düşünceli insanların sermayesini peşkeş çeken cemaatler zamanla işi ticarete dökebiliyor. Durum böyle olunca cemaatin yaşaması için araç olan para, bir noktadan sonra amaç oluyor. Böyle kapitalist bir anlayışın İslamî cemaat mantığına ve rıza-i ilahiye uymadığı gün gibi aşikârdır. İslam inancında para biriktirme, zenginleşme, dünya malına tamah yoktur. Elbette Müslümanlar da zengin ve güçlü olmalıdır. Fakat amaç; çok biriktirmek, plazalar yapmak değil, eldekilerle İslam’a hizmet etmek, açları doyurmak, muhtaçların elinden tutmak olmalıdır. Müslüman’ı kapitalistlerden ayıran ince nokta budur.

Günümüzde bazı cemaatlerin iyice dünyevileştiğini görüyoruz. Düşünüyorum da bu cemaatler dünya işleriyle uğraşmaktan uhrevî işlere nasıl zaman ayırabiliyorlar? İşi iyice ticarete döken, daha doğrusu işin suyunu çıkaranlara hoşgörüyle bakamıyorum. Onları kapitalist anlayışın savunucularından da ayırmakta zorlanıyorum. Hiçbir kişinin cemaati pazarlama şirketine dönüştürme hakkı yoktur. Müslümanların da ticaret yapma hakkı vardır elbette. Hatta Peygamberimiz “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” buyurmuştur. Buna bir diyeceğimiz yok. Müslümanları ticarî sahadan uzaklaştırmak isteyenler Müslümanların sermayesiyle bu dine saldırmakta bir sakınca görmüyorlar. Fakat sapla samanı da birbirine karıştırmamak gerekir. Cemaatler öncelikle ve özellikle tebliğ işiyle uğraşmalıdır. Hayırseverler de hizmetlerin sağlıklı yürüyebilmesi için cemaatlere yardım etmelidir. Lakin cemaatler holdingleşmemelidir. Çünkü işin içine para girince hile de giriyor. Sonra da bazı ticarî hatalar cemaate ve onun savunduğu dinî değerlere zarar verebiliyor. Bunu göz önünde bulundurarak bazı cemaatlerin ticaretten uzaklaşıp asıl alanları olan dine dönmesi elzemdir. Daha doğrusu bu cemaatler kapitalle din arasında bir tercih yapmak zorundadırlar.

İslamî cemaatlerin kâr ve sermaye odaklı ticaret yapmalarına ne kadar karşıysam eğitimle ilgilenmelerine, örgün ve yaygın eğitime destek vermelerine o kadar taraftarım. Çünkü cehaletin kaynağı şüphesiz ki eğitimsizliktir. Başımıza ne geliyorsa cehaletimizden geliyor. İnsanların asgari bilgi birikimine sahip olmadan ayakta durabilmeleri, tutarlı ve mantıklı davranışlar gösterebilmeleri mümkün değildir. Dinî ilimlerin yanında zamanın pozitif ilimlerini de veren okulların açılması, çağdaş imkânlarla eğitim verilmesi sadece devletin işi olmamalıdır. Tek kanatla uçulmaz. Malumdur ki pozitif ilimlerden güç alan dinî hakikatlerin tesiri çok daha fazladır. Bu hayırlı işe, teşkilat yapısı uygun olan cemaatler de el atmalıdır. Ülkemizde bunun güzel örneklerini veren cemaatlerin olduğunu da biliyoruz.

Cemaatler fikir olarak olmasa da donanım olarak zamana uymalıdır. Zira çağın nimetlerinden Müslümanların da faydalanma hakkı vardır. Peygamber Efendimizin dediği gibi “İlim Müslüman’ın yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” Bu nedenle cemaatlerin düşüncelerini geniş kitlelerle paylaştığı gazeteleri, dergileri, radyo ve televizyonları olabilir. Geçmişteki “bir lokma bir hırka” anlayışı bırakılmalıdır. Çünkü zaman kısadır, yapılacak iş, ulaşılacak insan, kurtarılacak vicdan ve iman çoktur. “Bunu en kısa ve kestirme yoldan nasıl yapabiliriz?” sorusunun cevabını bulmak mecburiyetindeyiz. İnternet bu konuda bulunmaz bir nimettir. İnternetin şer yuvası olmaktan kurtarılması, bu alanda Müslümanların “ben de varım” demesiyle mümkündür. Bu alanda ciddi mesafeler alındığını da memnuniyetle müşahede ediyoruz. Batılıların icadı olan internet bir açık İslam mektebi olma yolundadır.

Cemaatlerin nüfuzlu birilerine tabi olması, onların temel yapısını ve savundukları gerçekleri zedeliyor. Allah rızasını gaye edinen ve insanların elinden tutan, onlara İslamî hayatın güzelliklerini sunan cemaatler tamamen bağımsız olmalıdır. Cemaatin düşüncelerini paylaşan fertlerin zekât veya sadaka olarak verdiği yardımlarda bir mahzur yoktur. Fakat bir kısım siyasî teşkilatlar ve teşekküller para verince akıl da veriyor. Akıl karşılığı para verenlerden uzak durulmalıdır. Çünkü cemaatlerin zaten ortak bir düşüncesi ve ortak aklı mevcuttur. Siyasetin girdiği cemaatte bölünmeler ve kutuplaşmalar kaçınılmazdır.

Cemaatlerin siyasetle işi olmamalıdır. Fertlerin elbette bir siyasî düşüncesi olabilir. Bundan daha doğal ne olabilir ki!... Fakat Allah rızası için yola çıkan bir cemaatin asıl siyaseti İslam’ı yüceltmek ve ona tabi olanların sayısını ve ihlâsını artırmak olmalıdır. Cemaattekiler belli bir siyasî düşüncede birleşmek mecburiyetinde değildir. Siyaset fertlerin vicdanına havale edilmelidir. Cemaatler siyaset üstü olmalıdır. Onlar İslam’ı tebliğ siyaseti gütmelidir.

Gayesi Kur’an’daki İslam’ı geniş kitlelere ulaştırmak olan İslamî cemaatlerin sayısının çokluğu aslında dinî bir zenginliktir. Bunu dağınıklık olarak görmemek gerekir. Fakat cemaatler kendi işlerini bir kenara bırakıp diğer cemaatlerle uğraşıyorsa bu son derece sakıncalı bir durumdur. İnsanların dinden uzaklaştığı, dağılıp yok olduğu, imanın kor ateşe dönüştüğü bu ahir zamanda hiçbir cemaatin birbirleriyle uğraşma ve didişme lüksü yoktur.

Taassup; bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başkasını düşünmeme durumudur. Bu tanımdaki anlayış nerden bakarsanız bakın haddizatında menfi bir düşüncedir. Dinî ve ahlakî değerlere bağlılık, vatan sevgisi ve namus konularında ifrat ve tefrit çizgilerine bulaşmamak şartıyla vicdanî sahiplik duygusu büyük bir zenginliktir. Ruh ve mana köklerimize sahip çıkmamız iç dinamiklerimizi güçlendirir. Bunun ötesinde hakikat olsun veya olmasın, kendi şahsî idrakimizin kabul etmediği düşünceleri muzır görmek, onlarla çatışmak bağnazlıktır. Hiçbir şekilde çatışmaya zemin hazırlamamak, diğer düşünceleri hor ve hakir görmemek, ölçülü olmak şartıyla her düşüncenin yaşama hakkı vardır.

İnsanları dinlemeye ve anlamaya çalışmalıyız. Bu çağın insanlarının en büyük ruhî marazı ‘ben’ merkezli olmalarıdır. Kendimizi hep merkez kabul ediyoruz. Başkalarının düşüncelerine hoşgörü gösterip tahammül edemiyoruz. Bu iletişimsizlik ciddi çatışmalara zemin hazırlıyor. Aslında birbirimizi dinlemeye ve anlamaya çalışsak ortak noktalarda buluşabileceğiz. Adil olmayı bir denesek, başkalarına karşı davranışlarımız bu çerçevede olsa, onlardan da müspet karşılıklar göreceğimizden eminim. Nefis merkezli çatışma kültürü bizi birbirimizden iyice koparıyor. Nefsin kılavuzluğunda enaniyet denizinin azgın dalgaları arasında çırpınıp duruyoruz. Oysa selamet sahiline çıkmak hiç de zor değil. El ele tutuşursak hepimiz kurtuluruz. Fakat bizler bu azgın dalgalarla mücadele etmek yerine birbirimizin batışını kolaylaştırıyoruz. Bu hareket tarzı kimseye bir şey kazandırmıyor aslında.

Ruhlarımızı kirleten, idrakimizin ufkunu karartan taassup, insanlıkla yaşıt bir duygudur. Bu menfi hissiyat, insanlığa bir şey kazandırmamıştır. Zıtlaşma kültürünü besleyen taassup, insanların yalnızlaşmasının nedeni olmuştur; muhakemeye kelepçe vurmuştur. Taassubun olduğu toplumlarda farklı düşünceler filizlenmez. Oysa doğrular farklı düşüncelerin aynı zeminde boy göstermesinden doğar. Hoşgörü kültürü olmayınca farklı düşünceler yaşama imkânı bulamaz. O zaman tek taraflı düşünceler hakikatleri gölgeleyebilir. Gönül dostlarımız Yunus Emre ve Mevlana sevgi ve hoşgörüyle devleşmişlerdir.

Günümüzde bencillikler kışkırtılıyor. İnsanlık mukaddes davaları bir kenara bırakmış, haz peşinde koşuyor. Böyle bir zamanda ve ortamda Müslümanlara düşen görev ve sorumluluklar çoktur. Müslüman sorunlu değil, sorumlu insandır. Onun içindir ki Müslüman sorun çözer, sorun çıkarmaz. Günümüzde bazı cemaatlerin birbirine karşı soğuk ve mesafeli oluşlarını anlamakta zorlanıyoruz. Özde birbiriyle aynı değerleri paylaşan cemaatler ayrıntılarda sıkışıp kalıyor, böylece taassubun çarklarında dağılıp küçülüyorlar.

İnsanlar farklı karakterlerde yaratılmışlardır. Herkes aynı düşünmez, düşünceler bir olsa da düşüncelerin yaşatılma tarzları farklı olabilir. Değişik alternatifleri göremeyen, tek tip insan yetiştirme sabit fikirli nesillerin yetişmesine yol açabilir. Oysa hakikat tek olsa da hakikate giden yollar çoktur. Maksat hakikatse ona giden yolların farklı olmasında herhangi bir beis yoktur. Neticede farklı yollardan gitseler de kutlu yolun yolcuları aynı dorukta buluşacaktır. Yeter ki birbirimizin yollarını kesmeye çalışmayalım, birbirimizin yollarına taş ve diken koymayalım. Eğer bunu yaparsak, hizipleşirsek gücümüz azalır, yutulacak lokma oluruz. Siz lokma olursanız sizi yutacak insanlar elbette birbirleriyle yarışır.

Türkiye’de cemaatlere bakınca hemen hepsinin belli bir tarihî kökenden geldiği görülür. Bunların bir kısmı yerel, bir kısmı ulusal, bir kısmı da evrensel özellikler taşımaktadır. Nakşîlik ve Kadirilik anlayışlarını benimseyen cemaatlerin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Fakat bu anlayışların günümüzdeki bir kısım uzantıları da mevcuttur. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra cemaatlerin seyrinde de değişiklikler olmuştur. Fakat tarikatlar ve cemaatler legal veya illegal bir şekilde varlıklarını devam ettirmişlerdir.

Yolları farklı olsa da aynı dinî değerleri vicdanlara taşıyan cemaatlerin birbirlerinin açığını deşifre etmek yerine, kapatması gerekir। Durum bundan ibaretken bazı cemaatlerdeki tarafgirlik ve taassup Müslüman kardeşliğini zedeliyor. Bu konuda kendi cemaatinden olmayanın Müslümanlığını tartışmaya açacak kadar ileri gidenler de var. Bunlar Müslüman kardeşliğine uygun tavır ve davranışlar değildir. Gelin dostlar bir ve beraber olalım.