28 Mart 2009 Cumartesi

Sonsuzluğun Sahibine Giden Yolcu

M.NİHAT MALKOÇ

Muhsin Reis, gülün ve hilalin aşığıydı. Sevgiyle bakıp gül gibi gören insandı o… O, kurduğu partinin ambleminde de hilalin kalbine gülü yerleştirmişti. O, Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’nde ruh portresini çizdiği masum Anadolu’nun saf çocuğuydu. Birileri düz yolda giderken o hep yokuşlarda susadı. Keza oluklar çiftti, birinden nur, birinden kir akıyordu. Onun ruh çeşmesinden sonsuzluğa nur akıyordu. Kurşundan daha ağır bir davanın yükünü taşıyordu yüreğinde. Horlanmış, öksüz bırakılmış bir büyük davayı sırtlamaya ant içmişti bu güzel insan… Bu fani âlemde bir büyük imtihanda olduğunun bilincindeydi her zaman…

Son Peygamberdi Muhsin Reis’in en büyük kılavuzu. Yüce Kur’an’dı ona ışık veren ve dosdoğru yolu gösteren… Gücünü ve ışığını Hakk’tan ve hakikatten alıyordu. Hak bildiği yolda emin adımlarla ilerliyordu. İlahî hakikatin zirvesine giden kervanın kalabalıklaşması içindi bütün gayretleri. Bu kutlu yolculukta yalnız değildi şüphesiz. Alperenleri vardı yanında ve yakınında. Sayıları az olsa da imanları kaviydi. Bu yola adamıştılar her şeylerini.

Kader Muhsin Başkanın ruh hamurunu akrebin kıskacında yoğurmuştu. Böyle gelen bu dünyanın böyle gitmemesi içindi bütün mücadelesi. Böyle gitmemeliydi bu dünya… Müslümanlara reva görülen hayat bu olmamalıydı. Hakikat davası yerlerde sürünmemeliydi.

Sonsuzluğun sahibinin rızasını kazanmaktı Muhsin Ağabey’in tek düşüncesi. Bin bir başlı kartalı taşıyan bir kanaryaydı o… İslam davasının hamalı görüyordu kendini, bundan da hiç şikâyetçi değildi. Sonunda elde edeceği bir rütbe ve mal da yoktu. Fakat Allah’ın rızasını kazanmak her şeyin fevkindeydi ona göre… Yollara düştü bunun için… Kervanı yolda düzeltti. Sonunda da anneden, vatandan ve arkadaştan ayrılarak sonsuzluğun sahibinin rahmet iklimine sığındı. Neticede dünyada eşi ve benzeri olmayan sırça köşklere göçtü inşallah…

Öz yurdunda garipti, öz vatanında paryaydı Muhsin Reis… Bunun değişmesi için, vatanın gerçek sahiplerinin, vatan sevgisiyle yürekleri atanların insanca yaşaması için mesaisine ara vermedi hiçbir zaman… Kimseyi horlamadı, küçük görmedi. Başörtülüyle başörtüsüz kızlarımızın aynı üniversite çatısı altında öğrenim görmesi en büyük hayaliydi onun. Ne yazık ki bu hayalin gerçekleşmesini dünya gözüyle göremeden ebedî âleme göçtü.

Dünyanın ve ruhların kirlendiği bu zamanda bir ‘elveda’ bile diyemeden hoş bir seda bırakarak büyük kapıdan çıktı Muhsin Reis… Şimdi ötelerde, çok sevdiği biricik gülü olan Resulullah’ının mübarek sancağı altında soluklanmaktadır inşallah… Canından çok sevdiği ve davasını sırtladığı Peygamberinin şefaatini, Allah’ın rahmetini ve mağfiretini ummaktadır.

“Muhsin” kelimesi “ihsan eden, güzel davranan” anlamına gelen ilahî bir isimdir. “Yaptığı hayırlı işi en güzel yapan” demektir. Allah’ın 99 isminden biridir. Bu adı taşımak elde kor alev taşımak kadar zordur. O, zor olanı yaptı; ismiyle müsemma bir hayat yaşadı.

Bir dürüstlük abidesiydi Sivas’ın harbi çocuğu Muhsin Yazıcıoğlu… Eğilip bükülmeden dik duran, onurundan taviz vermeyen bir şahsiyet timsaliydi o… Korkusuzdu, gözü pekti. Tertemiz bir yürek taşıyordu göğüs kafesinde. Siyasetçiydi, temiz kalabilmeyi ilke edinen bir siyasetçiydi. Hilalin gölgesinde siyaset yapıyordu. Gül duruşundan asla taviz vermiyordu. Türkiye’nin yoluna baş koymuştu o… Türkiye sevdalısıydı Muhsin Reis… Topraktı, ekmekti, suydu, namustu, havaydı, inandığı en büyük davaydı Türkiye onun gözünde ve gönlünde. Son nefesine kadar da bu davadan vazgeçmedi bu gül yürekli alperen…

Şimdi yoksun sen… Sen üşürken bizim yüreğimiz yandı kor alevlerle… Giderken helallik aldın ilahî davayı beraber sırtladığın alperenlerden. Sanki bir daha geri dönemeyeceğini biliyordun. Dağlar seni bağrına bastı. Bembeyaz karlar yorganın oldu.

“Uzak, çok uzak bir yerleri özlüyorum” demiştin yirmi beş yıl evvel. “Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum” diyordun Mamak’taki soğuk hücrende. Demek ki çilen bitmemişti. Kutlu davan için mücadele etmen gerekiyordu. Şimdi ötelerdesin; demek ki nöbetini tamamladın. Artık şehitlerin safında nimet bekleyenlerdensin. Allah rahmet eylesin.

23 Mart 2009 Pazartesi

Romancı Mehmet Niyazi’yle Başbaşa

M.NİHAT MALKOÇ

Geçen hafta Çanakkale Şehitleri’ni anma günü kapsamında gazeteci-yazar Mehmet Niyazi Trabzon’a geldi. Trabzon Valiliği’nce şehrimize getirilen Mehmet Niyazi, Trabzon Lisesi Konferans Salonu’nda öğretmen ve öğrencilere seslendi. ‘Çanakkale Zaferi ve Şehitlerimiz’ adlı konferansta tarihî gerçekleri dile getirerek gençleri aydınlattı. ‘Çanakkale Mahşeri’ romanının yazarı “Çanakkale cumhuriyetimizin önsözü, son dönem Türk tarihinin de mührüdür. Çanakkale Savaşları dünya tarihinin seyrini değiştirmiştir. Yardım alamayan, dünyanın en hızlı gelişen ülkesi Çarlık Rusya sosyalist olmuştur. Burada otuz milyon insan katledilmiştir. Rusya daha sonra Çin'i komünist yapmıştır. Burada elli milyon insan ölmüştür. İlk önce halklara özgürlük ve kardeşlik diyen Sovyetler daha sonra Türkiye Cumhuriyetlerini işgal etmiştir. Bugün bu ülkeler de sosyalist Rusya’dan kurtuluşunu, Rusya’nın sosyalist oluşlarına borçludur. Bu açılardan Çanakkale Savaşları çok mühimdir.” dedi. Öğretmenlere ve öğrencilere Mehmet Niyazi’nin valilikçe sağlanan birbirinden güzel romanları hediye edildi.

Gazeteci-yazar Mehmet Niyazi Özdemir aynı günün akşamı İl Özel İdaresi Lokali’nde Trabzon’un seçkin kültür ve sanat adamlarıyla uzun bir sohbet gerçekleştirdi. Sayın valimiz Nuri Okutan’ın da hazır bulunduğu sohbet toplantısında Türkiye’nin kültürü, edebiyatı ve tarihi masaya yatırıldı. Bu samimi sohbet toplantısını İl Kültür Müdürü İsmail Kansız, İl Millî Eğitim Müdürü Selim Yavuz Sandıkçı da şereflendirdi. Ben de bir yazar olarak buraya çağrıldım. Tavşankanı çaylar eşliğinde gerçekleşen sohbette hayata dair çok şey konuşuldu.

Mehmet Niyazi aslında bir hukukçu… İstanbul Üniversitesi’ni bitirmiş. Almanya’da doktorasını yapmış. Fakat o daha çok tarih ve edebiyata ilgi duymuştur. ‘Yazılamamış Destanlar’, ‘Çanakkale Mahşeri’, ‘Yemen Ah Yemen’, ‘Ölüm Daha Güzeldi’, ‘İki Dünya Arasında’, ‘Varolmak Kavgası’, ‘Dâhiler ve Deliler’ kaleme aldığı eserlerden bazılarıdır.

Romancı, hikâyeci ve fikir adamı Mehmet Niyazi’yi eserlerinden tanır ve severdim. Fakat kendisiyle bugüne kadar sohbet etme imkânı bulamamıştım. Çok şükür bu değerli romancıyla yüz yüze oturup konuşma imkânına kavuştum. Ona birçok soru sordum. Mehmet Niyazi, sohbetine Osmanlı tarihini kuruluşundan çöküşüne kadar anlatmakla başladı. Kronolojik, resmi bilgilerden çok, Osmanlı’nın bilinmeyen yönlerine değindi. Maturidilik ve Eşarilik mezheplerini anlattı bizlere. Bu mezheplerin dinî ve pozitif ilimlere yaklaşımlarından bahsetti. Atatürk’ü büyük yetkilerle Samsun’a Vahdettin’in gönderdiğini vurguladı.

Romancı Mehmet Niyazi Özdemir, hayranı olduğumuz pek çok şair ve yazarla şahsî dostluklar kurmuştur. Bunlar arasında Nihal Atsız’ın, Osman Yüksel Serdengeçti’nin ve Necip Fazıl’ın ayrı bir yeri ve önemi vardır. O, sohbetinde Nihal Atsız’ın tutarsızlıklarından genişçe söz etti. Atsız’ın Peygamberimize gelen vahyi bir rüya olarak nitelediğini belirtti. Mehmet Niyazi Ağabey’e Necip Fazıl’la olan dostluğunun hangi boyutta olduğunu sordum. Bu sorum karşısında yaklaşık yarım saat Necip Fazıl’la aralarındaki hatıralara değinerek şöyle dedi: “Necip Fazıl’la dostluğumuz çok eskilere dayanır. 10 bin liram kalmış kendisinde. Ama helal olsun. Ondan alacağımız yoktur. Ona çok şey borçluyuz. Şiirimizin gerçek abidesidir o.”

Mehmet Niyazi’de malzeme tükenmiyor, konuştukça açılıyor. Mehmet Niyazi’ye Ali Şükrü Bey-Topal Osman hadisesini de sordum. O buna ‘tarihin cilvesi’ olarak baktığını belirterek bu olayla ilgili bilinmeyen gerçekleri dile getirdi. Günümüz romancılarından beğendiği ismin olup olmadığını sorduğumda Peyami Safa’nın dışında, kendisi de dâhil olmak üzere hiçbir romancıyı beğenmediğini söyledi. Orhan Pamuk’un romanlarının okuyucuyu iyice sıktığını, iyi okuyucular tarafından bile bitirilemediğini dile getirdi. Bundan sonra yazacağı kitabın ne olacağını sorduğumda Plevne’yi yazmaya başladığını müjdeledi. Daha sonra İstanbul’un fethini, Kurtuluş Savaşı’nı yazmayı arzuladığını sözlerine ekledi.

Aslen Vakfıkebirli olan Mehmet Niyazi hoşsohbet bir insan… Çok zengin bir bilgi dağarcığı var. 67 yaşında olmasına rağmen hafızasının bu denli güçlü olması beni çok şaşırttı.

17 Mart 2009 Salı

Yazmalar Yetim Kaldı

M.NİHAT MALKOÇ

Aynı meslekten olanların birbiriyle evlenme ihtimali doğal olarak daha yüksektir. Çünkü aynı meslekten olanlar genellikle aynı zevkleri ve aynı mekânları paylaşırlar. Bu da daha çok yüz göz olmalarına zemin hazırlar. Bu doğal karşılaşmalar gün gelir aşka, aşk da olgunlaşınca günün birinde evliliğe dönüşür. Ülkemizde ve dünyada bunun sayısız örneğine şahit olabilirsiniz. Romanyalı ressam Ernestine ile Türk ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ölümsüz aşklarını bilenler bilir. Hayat, bu iki resim ustasını aynı karede buluşturmuştu. 1930 yılında tanışan bu güzel çiftin daha sonra kitap haline de getirilen sevgi ve hasret yüklü aşk mektupları tabir caizse sandıklar dolusudur. Sonunda aynı yastığa baş koyan ve Eren adını alan Ernestine ile Bedri Rahmi’nin evliliğinin ilk ve tek meyvesi 1939’da dünyaya gelen ve babası gibi bir sanatkâr olan Mehmet Hamdi Eyüboğlu’dur.

Mehmet Hamdi Eyüboğlu hiçbir zaman babası kadar şöhretli olamadı; belki böyle bir şeyi tercih etmedi. Fakat yaşadıkça güzel işler yaptı ve babasının yolundan gitti. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu Mehmet Hamdi Eyüboğlu da her fani gibi hayata gözlerini yumdu. Trabzon kökenli olan, ABD, Kanada gibi birçok ülkede kaldıktan sonra son yıllarda hayatını İstanbul’da sürdüren Mehmet Hamdi Eyüboğlu değerli yazar Sabahattin Eyüboğlu’nun da yeğeniydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan kendisine miras kalan yazmacılık sanatını devam ettirmeye çalışıyordu. Onun hayat öyküsünü Mehmet Akif Bal’ın kaleme aldığı “Trabzonlu Ünlü Simalar” adlı eserden sizlere aktarmak istiyorum:

“Yazma sanatçısı Mehmet Hamdi Eyüboğlu 1939 yılında İstanbul’da doğdu. Maçka ilçesinden Prof. Dr. Bedri Rahmi Bey’in ve Eren Hanım’ın oğludur. İlk ve ortaöğrenimini Fındıklı Örnek İlkokulu’nda, Fransız St. Joseph Lisesi’nde ve Kabataş Erkek Lisesi’nde tamamladı. Maya Galerisi’nde açılan yazma sergisinin hazırlanışında çalıştı. İlk baskı ve boyamalarını yaptı. 1960 yılında Kanada’ya gitti ve orada mektupla tanıştığı Fransız Kanadalı Hughette Bouffard’la evlendi. 1962 yılında ABD’de New Jersey Fairleight Dickinson Üniversitesi’nden burs kazandı ve Kanada’dan Amerika Birleşik Devletlerine geçti. Amerika Birleşik Devletleri’nde Philadelphia, California, Chicago ve New Jersey eyaletlerinde Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu sergilerini açtı. 1966 yılında okuduğu üniversitenin Pazarlama ve İstatistik bölümünden mezun olarak Türkiye’ye döndü. 1969–1975 yılları arasında İlsan, Roche ve Nasaş’ta araştırmacı ve pazarlamacı olarak çalıştı. 1976 yılında babası Bedri Rahmi’nin vefatı üzerine önemli bir değişim geçirdi; ailesini ve işini bırakarak annesi Eren Hanım’ın yanına döndü. Baba mesleğini yapmaya başladı. Uzun bir aradan sonra yazma sergileri açtı. 1977 yılında kalıp oyma dalında kendi buluşu olan yepyeni bir teknik geliştirdi. İlk kez Eren Eyüboğlu kalıpları oydu ve 1977–1992 yılları arasında çok sayıda sergi açtı.”(1)

Yazma ustası Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babasının yaptığı gibi bir yabancıyla evlenmeyi tercih etmişti. O, Kanadalı Hughette ile evliydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun eşi Hughette’nin anılarını içeren “Kanadalı Bir Gelinin Türkiye Anıları” adlı kitap, kendini bir Türk gibi hisseden birinin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Okunmaya değer olan bu kitabın arka sayfasında eserin içeriğine dair şu ifadeler yer alıyor: “Bu anılar, bir Türk’e âşık olmuş, onunla evlenmiş, içinde yaşadığı toprak ve kültürden ayrılıp bambaşka bir toprak ve kültüre dâhil olmuş bir kadına ait; Türkiye’ye gelen bir geline. Kanadalı Hughette Hanım Türk resminin seçkin isimleri Bedri Rahmi - Eren Eyüboğlu ailesinin gelini. Ülkemize gelir gelmez, kültür ve sanat dünyamızın en önemli ve en renkli isimlerinin arasında buluyor kendini; yeni vatanını onlarla tanıyor... Mehmet Eyüboğlu’nun eşi olan, sağlık sektörüne önemli hizmetler veren, sürekli çalışan ve üreten Hughette Hanım’ın anıları, Türkiye'nin çalkantılı yıllarının ve aydınların başına gelenlerin trajik öyküsünü aktarıyor bize...”

Mehmet Hamdi Eyüboğlu iyi bir evlat örneği veriyordu. Zira babasının kitaplarını uzun yıllardan beri o, yayına hazırlıyordu. Özellikle annesi Eren Eyüboğlu’yla babası Bedri Rahmi Eyüboğlu arasındaki aşk mektuplarını bir araya getirdiği kitaplar önemlidir. Bu mektuplar bir dönemin sevgi tarihine düşülen notlar olarak da kabul edilebilir. İlginçtir ki bu mektuplar muhataplarına Türkçe değil, Fransızca yazılmıştır. Bu kitaplarda el yazısıyla yazılan mektuplar, zarflar, desenler, resimler, fotoğraflar da yer almaktadır. Onun, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu ile amcası Sabahattin Eyüboğlu arasında gidip gelen, birbirinden güzel olan ve edebî bir üslupla kaleme alınan mektupları “Kardeş Mektupları” adıyla yayına hazırladığını da belirtmek istiyorum. Mehmet Hamdi Bey’in anne ve babasına olan derin sevgisini ve muhabbetini aşağıdaki sözlerde bütün açıklığıyla ve çıplaklığıyla görebiliriz:

“...Babamı 21 Eylül 1975’te, annemi 29 Ağustos 1987’de yitirdim. Her ikisinde de çok sarsıldım. Bir daha geriye gelmemecesine yuvalarından uçan bu güzel insanlardan geriye kalanlara, akıllıca sahip çıkabilmek için çok zaman, güç ve para harcadım. Her ikisinin de çok özel ve güzel insanlar olduklarını, aklım ilkokul çağlarında kesmişti. Çevremizde bir sürü ana, baba vardı. Ama bizimkilerin havaları bambaşkaydı. Sergileri bir başkaydı. Konuşmaları, tartışmalar bir başkaydı. Eşleri, dostları, gelenleri, gidenleri bir başkaydı. Yemeleri, içmeleri bir başkaydı. Her ikisi de çok sevgi dolu insanlardı. Hayret ederlerdi; şaşarlardı. Çok okurlardı. Çok severlerdi. Her zaman, her yerde, herkesi severlerdi. Yedikleri sevgi, içtikleri sevgi, soludukları bile sevgiydi. Her günümüz bir şiir tadındaydı. Coşkulu insanlardı. Babamın kaç kere Ankara’da Saman Pazarı’nda bir kilim satıcısında gördüğü bir kilim karşında heyecanlanıp uzun süre ağladığına şahit olmuşumdur. Çok çalışkan insanlardı. Yaşam sarhoşuydular. İnsan gibi güler, insan gibi ağlar ama devler gibi çalışırlardı...”(2)

Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazmacılığa gönül vermiş, adeta sevdalanmış bir insandı. O bu işe sadece emeğini değil; sevgisini ve göz nurunu da katıyordu. En büyük gayesi babasının da felsefesi olan ‘güzeli çoğaltmak’ düşüncesini diri kılmaktı. O, güzeli çoğaltmak ve geniş kitlelere yaymak için yazmacılık geleneğini yaşatmaya çalışıyordu. Onun yazmacılıkla ilgili şu duygu ve düşünceleri bu arzuyu açıkça ortaya koymaktadır: “Motiflerimizin gönüllere girme, akılda kalma, insanları mutlu etme, onlara neşe, yaşama sevinci verme özellikleri var. Evrensellikleri var. Bizim motiflerin yayılma özellikleri var. İşte ben buna inandığım için yazmacı oldum. Buna ikna olduğum için çok özen gösteriyorum tezgâhıma... Bugün buradaysa diyorum ‘bizim yazmalar, yarın Çin’dedir.’ Ve benim yediveren ustalarım, annem babam yüreğimin taa içindedir. Onlara olan sonsuz sevgim, saygım, mesleğe olan aşkım, beni ayakta tutuyor. Ustalarıma olan sevgiyle eriyip yok olasım geliyor.

‘Erimek belirsizce her şeyde / Karışmak sulara, ‘yazmalara’… / Sinmek, kokusuna mor menekşenin / Yaşamak, damar damar, nefes nefes /Yaşamak, tükene tükene…’

İşte ben de böyle, damar damar, nefes nefes eriyorum yazmalarımda. Benim yazmamı eline alan Bedri Rahmi’nin yüreğini tutuyordur elinde… Eren Hanım ağacının dalındadır, yaprak yaprak… Onları yaşatmaktı dileğim. Kalıplarımı gözyaşlarımla oyuyorum. İçlerine de canımı katıyorum. Onların ne kadar has, ne kadar özlü olduklarını bildiğim için, işlerini kendi özümle sulandırsam bile, gayet iyi biliyorum ki, değerlerinden hiç bir şey kaybetmeyecekler. Onların kişilikleri o kadar kuvvetli ki, sevgileri o kadar yoğun ve katıksız ki, çoğalmayla tatsızlaşmıyorlar. Zaten Bedri Rahmi’nin ellili yıllarda yazılarını izleyenler Bedri Rahmi’nin de yazmaya yönelmesinin asıl nedeninin ‘güzeli çoğaltmak’ olduğunu pek iyi anlayabilirler. Peki! Ben neresindeyim bu işin? Ben bir yazma emekçisiyim. Boyasından fırçasına, bezinden kalıbına... Alaettin lamba fitilinden, su pompasına kadar her taşın altındayım. İşi götüren benim, biricik eşimle hayat arkadaşım ve can yoldaşım Hüget Gelinle. Çalışan, ustalarımı alın terimle yaşatıyorum. Kendim de ‘Kandilli Yazmaları’na vurgunum. O yönde bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”( Sanat Çevresi Dergisi–1989)

Kalamış’taki babadan kalma atölyesinde babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan öğrendiği yazmacılık sanatını sürdüren, bu sahada öğrenciler yetiştirerek bu sanatın silinip gitmesini önleyen Mehmet Hamdi Eyüboğlu doğrusu yaşadıkça güzel işlere imza attı. O, çok zor şartlar altında olsa da sanat değeri tartışılamayacak eserler üretti. Çalıştı, didindi, başardı.

Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazma sanatının yaşayan en büyük isimlerinden biriydi. O, annesinin ve babasının tahta kalıplarını bulup onları bir anlamda yeniden diriltti. O, Kalamış’ta anne-babasından miras kalan evde kendi halinde mütevazı bir hayat yaşıyordu. ‘Onun hayatı kalıplar, boyalar ve kumaşlardan ibaretti’ dersek sanırım abartmış olmayız.

Merhum Mehmet Hamdi Eyüboğlu zor yıllar geçirdi. Kalp ve böbrek rahatsızlığından muzdaripti. Son dönemlerde tabir caizse hastanelerde süründü. Türk yazma sanatına önemli eserler kazandıran bu büyük ustayı küstürdüler. Hastanelerde kötü muamele gördü. O kadar çaresiz kaldı ki bir gün gazetelere bir ilan verdi. “Çok sevdiğim Türk halkına, belki de bu son seslenişimdir.” diye başlayan ilanda Türkiye’deki sağlık uygulamalarına da vurguda bulundu. Amacı şikâyet değildi. Kendi yaşadıklarını başkalarının da yaşamasını istemiyordu. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun hastanede yaşadıkları tam bir trajediydi. Hastanede doktorunun tavsiye ettiği yemekleri yedirmemişler ona; yatağından kaldırıp hareket ettirmedikleri için sırtında yaralar oluşmuş, hatta kendisine özel olarak temin edilen yatağını bile altından çekip almışlar. Türkiye’nin önemli bir sanatkârına yapılan bu muameleler gerçekten düşündürücüdür. Onun, Zaman gazetesinde yayınlanan serzenişinin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:

“2008 Aralık sonunda evimde rahatsızlandım. Ailem hastaneye kaldırılmama karar verdi. Beni, Kartal Koşuyolu Devlet Hastanesi’ne kaldırdılar. Orada iki günü bir odada geçirdikten sonra, rahatsızlığım yeniden baş gösterince, bu sefer yoğun bakım ünitesine yolladılar. Orada anlatılamayacak bir zaman süresi geçirdim. Yuvarlak hesap on gün kadar bir süre ama asla unutamayacağım bir on gün… Çok koydu bana!

Koğuşumda iki yatak ötede yatan hanımefendi, kalbine pil taktırmış Almanya’da. Allah’ım o piller bizim koğuşta birden canlandılar… Şakır şukur atmaya başladılar… Her çarpışta hasta yerinden sıçrıyor ve ‘Yeter ölmek istiyorum’ diye bağırıyordu. Bu üç gün böyle sürdü. Yazık değil mi? Hem hastaya hem de buraya şifa bulmak için gelen bana…

Geceleri koğuşumuzda yatan on dört, on beş hastayla meşgul olan bay ve bayanlar, sırra kadem basıp yok olduklarında, geri kalanlar sakin ve konforlu bir şekilde kikirdeştiler. Hatta saçları güzel örülmüş, güzel gözlü bayan nadide kuş sesleri çıkararak gecelerimize renk kattı. Olur mu bu? Sanki bizim halimizle dalga geçiyor gibiydiler…

Adı üstünde yoğun bakım ünitesi! Allah’ım ne bakım, ne yoğun… Kimseyi yermek için değil lafım. Dikkat edilirse seslenişimi sağlık kuruluşlarına değil, Türk halkına yapmamın nedeni budur. Arkadaşlar, burada sorunlar var. Benden söylemesi, sizden de çözmesi…”

Eyüboğlu, yazmacılıkta önemli bir insandı. Büyük bir Türk ressamı ve şairi olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’yla yine büyük bir ressam olan Eren Eyüboğlu’nun biricik oğluydu o... O, aynı zamanda Fenerbahçe Kulübü’nün stattan sorumlu yönetim kurulu üyesi, Yüksek Divan Kurulu Üyesi ve Sarı Lacivert Derneği Başkanı Rahmi Eyüboğlu’nun babasıydı.

Birbirinden güzel ve özgün yazmalarıyla Türk sanatında iz bırakmıştı Mehmet Hamdi Eyüboğlu… Yazmalarıyla tanınan Eyüboğlu, Antalya, İçel, Adana, İzmir, Bursa ve Trabzon gibi sayısız kentte kişisel sergiler açmıştı. Sanatçı en son yazmalarından oluşan 90 eserlik bir seçkiyi Eczacıbaşı Sanal Müze’de sergilemişti. Yetmiş yıllık ömrüne çok şey sığdırmıştı o... Onun birbirinden renkli ve güzel yazmaları kültürümüzde layık olduğu yerde yaşayacaktır.

Her yaşayan canlı bir gün ölecek elbette. Fani olan bu dünyada hoş bir seda bırakıp göçmenin gayreti içerisinde olmalı insanlar… Zira hoş bir seda bırakanlar hayırla ve rahmetle anılacaklar. Ünlü yazmacı Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun cenazesi Altunizade’deki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde kılınan öğle namazından sonra Küçükyalı’daki aile mezarlığında toprağa verildi. Bu büyük yazma ustasına Allah’tan rahmet diliyoruz.

Dipnotlar:
1. Mehmet Akif Bal, Trabzonlu Ünlü Simalar ve Trabzon’un Ünlü Aileleri, Çatı Yayınları, İstanbul 2007, s.320
2. Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu Aşk Mektupları 1932–1933, Yayına Hazırlayan: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Kasım 1995 s.5

İlk Yayın: Mortaka Dergisi/Bahar 2009/12. Sayı

14 Mart 2009 Cumartesi

Eurovision Şarkı Yarışması ve Öze Dönüş…

M.NİHAT MALKOÇ

Bir zamanlar birbirlerini çiğ çiğ yiyen Avrupa devletleri, yüzyılın son yarısında kavgayla bir yere varılamayacağını anlamış olmalılar ki her konuda(kültür, sanat, ekonomi, siyaset) ortak teşkilatlar kurarak birlikte hareket etme yoluna gitmişlerdir. Ne zamanki böyle bir ortaklığa girmişler, işte o zaman daha çok gelişmişlerdir. Bu devletlerin bugün her konuda bize fark atması bu beraberlik ruhunun eseridir. Avrupa’daki birlikteliğe bir de yayın birliğini eklemek isteyen bu devletler, Türkçesi “Avrupa Yayın Birliği” olan “European Broadcoasting Union” adlı bir teşkilat kurmuşlardır. Bu ülkeler söz konusu kurum aracılığıyla ilki 1956 yılında İsviçre’de yapılan ve yine aynı ülkenin şarkısının birinci seçildiği “Eurovision Şarkı Yarışmaları” düzenlenmeye başlamışlardır. Bu şarkı yarışmaları bugüne kadar gelmiştir.

Türkiye ilk yıllarda bu şarkı yarışmalarına ilgi göstermemiştir. Ülke olarak Eurovision’a ilk kez 1975’te Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” adlı parçasıyla katıldık ve kötü bir sonuçla, sonunculukla ülkemize döndük. Daha sonra Nilüfer, Ajda Pekkan, MFÖ gibi popüler birçok grup ve şarkıcıyla denemelerimiz oldu ama yine elimiz boş döndük.

Bizler gerçekte bir Asya ülkesiyiz. Aslında Avrupa’ya yamanmışız. Bu yarışmaya bizim kadar ciddi yaklaşan ve konuyu millî bir mesele hâline getiren başka bir ülke göstermek pek mümkün değildir. Adeta gurur meselesi yaptık bu yarışmadan aldığımız neticeleri…

Türkiye, tarihiyle, kültürüyle ve yetmiş milyonu aşkın nüfusuyla dünyanın sayılı devletlerinden birisidir. Göktürklerden günümüze kadar onlarca devlet kuran ve pek çok medeniyete beşiklik eden ülkemizin dünya devletleri içerisinde apayrı bir yeri vardır. Yani bu ülke bir kabile devleti değildir. Fakat gel gör ki kültürümüze ve bin yıllık devlet geleneğimize yaraşmayan icraatlara imza atıyoruz. Bu büyük kültürel birikimi lehimize kullanamıyoruz.

Bunun son örneğini ‘Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşadık… İki yıl evvel söz konusu yarışmada birinci olmuştu Türkiye… 2003’te Sertab Erener, çok büyük bir millî risk alarak, sözleri ve müziği Demir Demirkan’a ait olan “Every Way That I Can” isimli parçayı Letonya’nın başkenti Riga’da seslendirmiş ve Türkiye’yi Dünya Kupası’ndan bir yıl sonra, bu sefer müzik alanında sevince boğmuştu. Fakat ben bu birinciliğe hiç mi hiç sevinememiştim. Çünkü adeta bir sömürge ülkesi mantığıyla hareket ederek, yarışmaya sözleri İngilizce olan bir parçayla katılmıştık. Ezgiler de bize çok yabancıydı… Bizim olan sadece şarkının icracısı ve de bestecisiydi. Bu yüz kızartıcı bir birincilikti. Sonunda Avrupalılar emeline kavuşarak kendi dillerini ve kültürlerini bizlere kabul ettirmişlerdi. Bunun semeresi olarak da ağzımıza bir tatlı sakız hükmünde kendi zehirlerini enjekte ederek bizi sözde onurlandırmışlardı.

Bu yılki yarışmada asi komşumuz Yunanistan birinci oldu. Fakat komşumuz Yunanistan bizim becerip kullanamadığımız bize ait değerleri kullanarak bu dereceyi elde etti. Yunanistan, kültür hırsızı bir ülke olmasıyla tanınır. Her ne kadar Avrupalılar tarafından kültür ve medeniyetin beşiği olarak görülse de gerçekle kültür kapkaççısıdır Yunanistan… Bize ait olan ne varsa kendilerine mal etmekte mahirler… Karagöz oyunu, kemençe ve bunun gibi pek çok kültür unsurumuzu aşırıp kendilerininmiş gibi dünya kamuoyuna sunuyorlar.

Bu yıl Ukrayna’nın başkenti Kiev’de düzenlenen 50’nci Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi, “Rimi Rimi Ley” adlı şarkıyla Gülseren temsil etti. Sanatçımız 92 puanla ancak 13’üncü olabildi. Yarışmada birinciliği ise Yunanistan adına yarışan Helana Paparizou “My Number One” adlı şarkısıyla kazandı. Biz yine elimiz boş döndük geri…

Yunanistan’ın şarkısını seslendiren Helana Paparizou ve dans ekibi Karadeniz ezgileriyle tabir caizse Ukrayna’nın başkenti Kiew’i salladı… Evet, yanlış duymadınız… O ezgiler tıpatıp Karadeniz horonu ve Karadeniz ezgileri… Ben bir ara gözlerime inanamadım… Adamlar resmen horon oynuyorlardı… ‘Bunlar bizimkiler mi?’ diye düşündüm… Fakat sunucu Yunanistan’ı çağırmıştı sahneye… Sanki “Anadolu Ateşi” isimli dans ve folklor ekibinin gösterilerini izliyorduk. Yunanistan yine kültür hırsızlığı yapmıştı.

Türkiye kültürel zenginlikler bakımından dünyayla boy ölçüşebilecek köklü bir devlettir. Dünyada bizim kadar zengin bir medeniyete sahip devlet sayısı bir elin parmakları sayısıncadır. Fakat bizler Divan şairi Hayalî’nin ifade ettiği “Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” sözünün en canlı örneğiyiz. Deryanın içinde yüzüyoruz ama bunun farkında değiliz. Farkında olmadığın ve faydalanamadığın kültürün kime ne yararı olabilir ki?

Evet… Komşumuz Yunanistan bize ait kültürel değerlerle dünyayı salladı ve haklı olarak birincilik tahtına kuruldu. Çünkü bu yarışmada esas olan orijinal buluşlara dayalı müziktir. Avrupa’yı taklit ederek derece almayı beklemek saflıktır. Taklit hiçbir zaman orijinal kadar güzel olamaz… Öyle de oldu… Fransa, Almanya, İngiltere gibi Avrupa’nın sayılı devletleri yıllardır aynı şeyleri tekrarlayıp durdukları için bu yarışmada tökezlediler. Dünya yeni şeylerin peşinde… Bozuk plak gibi tekrarlanıp durulan şeyler ilgi görmüyor.

Türkiye bu yarışmada ne yaptı?... “Rimi Rimi Ley” adlı ne olduğu belirsiz bir şarkıyla yarışmaya katıldı. Şarkıyı seslendiren Gülseren’in kültürümüzü ne kadar özümsemiş biri olduğu da ayrıca tartışılabilir. Kendisi bir yabancıyla evli… Kültüründen ve medeniyetinden bîhaber… Soyadı bile bizden değil… Alabildiğine yabancılaşmış… Diyeceksiniz ki ne ilgisi var? İlgisi olmaz mı hiç! Bizi ancak bizi tanıyan ve bizimle aynı duyguları yaşayan anlar. Neyse o ayrı bir konu ama bizi ancak içimizden çıkan ve kültürümüzü özümsemiş biri hakkıyla temsil edebilir. Zira şarkıyı seslendiren Gülseren ve dans ekibi hâl ve hareketleriyle, kıyafetiyle ve danslarıyla Hintlileri andırıyordu. Türk dansları ve emsalsiz Türk ezgileri varken niçin bu kadar uzaklara gidiyorsunuz ki? Hindistan adına katılsalardı kesin birinci olurlardı. Fakat biz Türkiye’yiz; Avrupa da Türkiye olduğumuzun farkında, onun için argo tabirle oyunumuzu yemediler. Üstelik bize çok da iyi bir ders vererek gerisin geri gönderdiler.

Türkiye 92 puanla bu yarışmada 13. oldu. Ülkemize Hollanda ve Fransa tam puan verdi. Ayrıca Almanya ve Belçika 10, Arnavutluk, Danimarka ve Bosna-Hersek 8, Avusturya 7, İsveç 6, Makedonya 4, Romanya ve Bulgaristan 3, İngiltere ise 1 puanı uygun gördü. Yarışmada, Yunanistan birinci olurken, ikinciliği Malta, üçüncülüğü de Romanya elde etti.

Türkiye bu yarışmada en yüksek puanı komşusu Yunanistan’a verdi. İşte Türkiye’nin puan verdiği diğer ülkeler: Bosna-Hersek 10, Malta 8, Moldova 7, Macaristan 6, Makedonya 5, Romanya 4, İsrail 3, Arnavutluk 2 ve İngiltere 1… İlginçtir ki bize tam puan veren Fransa ve Hollanda’ya biz hiç puan vermedik. Ama İsrail’i yine unutmadık… Onların yanında olduğumuzu ne yazık ki burada da gösterdik. Diyeceksiniz ki bu bir siyaset değil. Fakat pek çok ülke puan verirken siyaseti ölçü alıyor. Düşmanın silahıyla silahlanmak gerekir mi?

Ben bu yarışmayı hiç ciddiye almıyorum. Çünkü ‘al gülüm, ver gülüm’ hesabı, hemen her ülke kendisine yakın bulduğu devletleri kayırıyor. Kıbrıs Rum kesimi adına yarışan şarkıcılar böğürse Yunanistan 12 tam puan veriyor. Balkan ülkeleri birbirini kayırıyor… İsrail Amerika’nın hatırına nazlı bir bebek muamelesi görüyor… Falan filan!... Bunları uzatabiliriz.

Mademki TRT sponsorluğunda yıllardan beri bu yarışmaya iştirak ediyoruz, amacımız da ülkemizi tanıtmak ise, o zaman bizi biz yapan değerlerle bezenmiş şarkı ve türkülerle Eurovision vitrinine çıkalım. Biz biz olarak çıkalım da varsın derece almayalım; mühim değil.

Gelin gelecek yıl Karadeniz’in özgün sanatçıları Fuat Saka’yı, Volkan Konak’ı hatta İsmail Türüt’ü bu yarışmada Türkiye adına yarıştırın… Evet evet… Bir de bunu deneyin. Ne kaybedersiniz ki!... Zaten kaybediyorsunuz. Arka fona da Akçaabat horon ekibini koyun… Ondan sonra gelsin puanlar… İsterse de gelmesin… Yeter ki “Biz buyuz” diyebilelim… Dik duralım yani… Onlar puan verir vermez… Kendi bilecekleri şey… Bu arada sözüm ona barış adına Yunanistan’a 12 puan verme yalakalığından da artık kurtulalım. Çünkü haddini bilmeyene haddini bildiriyorlar. Ne olur aynı delikten iki kez ısırılan ahmaklardan olmayalım.

Bu ülke ne çektiyse ecnebi kültür sevdalılarından çekti. Bizden olmayan bu insanlar ne yazık ki bizim adımıza karar verdiler hep... Yeter artık… Kurtulalım bu sömürge mantığından… Titreyelim ve özümüze dönelim. Gerçek kurtuluş reçetesi de budur. “Ey Türk titre ve kendine dön!” Şayet özüne dönmezsen, gıptayla bakarsın komşularına bön bön!….

Köprübaşı’nın Medyadaki Gururu: Mustafa Karaalioğlu

M.NİHAT MALKOÇ

Köprübaşı’nın medyadaki gururu Mustafa Karaalioğlu 1966 yılında Köprübaşı’na bağlı Küçükdoğanlı Köyü’nde dünyaya geldi. İlkokulu Samsun Necatibey İlkokulu’nda, ortaokulu Çarşamba Ortaokulu’nda, liseyi Samsun’da Devrim Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1989 yılında Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1987’de üniversiteyi okurken aynı anda Zaman gazetesinde muhabir ve sayfa sorumlusu olarak çalışıyordu. Yani o hem okuyor, hem de çalışıyordu. Türkiye gazetesinde çalıştı daha sonra… Tüketici Test Dergisi’nde ilk genel yayın yönetmenliği tecrübesini yaşadı. 1995 yılında Yeni Şafak gazetesinin kuruluşunda o da vardı. Yeni Şafak’ta çeşitli mevkilerde vazife yaptı. Bunlar arasında Haber Koordinatörlüğü, Ankara Temsilciliği, Yazı İşleri Müdürlüğü, Genel Yayın Yönetmenliğini sayabiliriz. Karaalioğlu, bu gazetede aynı zamanda ciddi ve kaliteli köşe yazıları da kaleme alıyordu. O, 1997 senesinden beri Star gazetesinde Genel Yayın Yönetmenliği ve Star Medya Grubu İcra Kurulu Başkanlığı görevlerini aynı anda yürütmektedir. O evlidir; iki çocuk sahibidir. Mustafa Karaalioğlu’nun “Tüketim Virüsü”, “Uygun Adım Siyaset”, “Hilal ve Ampul” adlarını taşıyan üç de kitabı bulunmaktadır.

Gazeteci Mustafa Karaalioğlu “Hilal ve Ampul” adlı kitabında 1970’lerin başlarında siyaset arenasına çıkan Millî Görüş Hareketini enine boyuna masaya yatırıyor. Fazilet Partisi’nden Saadet Partisi’ne kadar geçen süre içerisinde yaşananlar ve AKP’nin kuruluşu bu kitapta dile getiriliyor. Yazar, siyasal İslam’la ilgili dikkate değer analizlerde bulunuluyor.

Köprübaşılı Mustafa Karaalioğlu, Ahmet Hakan Coşkun’un safını değiştirmesinden sonra Kanal 7 Televizyonu’nda “İskele Sancak” programını devralarak başarıyla hazırlayıp sunmuştur. O şimdi Kanal 24 adlı televizyon kanalında program yapmaya devam etmektedir.

Karaalioğlu tam bir Karadenizli… Manahoz deresinin deli dolu hali onun karakterine fazlasıyla yansımış. Çabuk kızıyor, parlıyor, son söyleyeceği sözü hiç bekletmeden söylüyor. Onun için de zaman zaman başı derde giriyor. O, Anayasa Mahkemesi’nin türban düzenlemesini iptal eden kararının ardından 6 Haziran’da “Söz Bitti, Sözleşme Bozuldu” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Kararı eleştiren yazı üzerine Karaalioğlu’nun ‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’, ‘Heyet halinde kamu görevlisine hakaret’, ‘Suç işlemeye tahrik’ suçlarından cezalandırılması talep edildi. Cesur gazeteci-yazar Mustafa Karaalioğlu bu yazısında, “Anayasa Mahkemesi, genç kızlar üniversite eğitimi alabilsin, bir ayıp ortadan kalksın, bir hak ihlaline son verilsin diye yapılan düzenlemeyi iptal ederek yetkisini aştı, kendisini var eden hukuku çiğnedi. Sadece hukuku değil, toplumun dindarlığını, başörtüsü gibi yüzyılların ve inancın mirası bir değeri de ayaklar altına aldı.” ifadelerine yer vermişti.

Hemşehrimiz Mustafa Karaalioğlu kendini yetiştirmiş çok iyi bir gazeteci… Malum çevrelerce AKP’ye yakın olmakla ve tarafsızlığını koruyamamakla suçlanıyor. O, gündemin nabzını da çok iyi tutuyor. Tavır ve davranışlarında çok rahat… Konuşma becerisi var, iyi bir hatip olarak biliniyor. Onun medyaya dair analizlerinin çok isabetli olduğunu da görüyoruz.

Köprübaşılı Karaalioğlu’nun gelecekte politikada da iyi yerlere geleceğini tahmin ediyoruz. O, Köprübaşı’nın medyadaki ve siyasetteki yeni yüzü olacaktır. O, demokrasiye inanmış bir yazardır. Onun basınla ilgili şu görüşleri dikkate değerdir: “Basın özgürlüğü demokrasinin temel, olmazsa olmaz, tartışma götürmez bir unsurudur. Medyası özgür olmayan bir yönetime demokrasi denilemez. Ama medyası; siyaseti, ekonomisi ve magazini kadar konuşulan bir demokrasinin sağlığından da şüphe etmek gerekir. Türk medyası yıllardır, on yıllardır sorunludur, kirlenmiştir. Toplumla arasında güven sorunu yaşanmaktadır ve bunun temel nedeni de medyanın boğazına kadar siyasete ve ekonomiye batmış olmasıdır. Medya, siyaseti yönlendirmenin, siyaset üzerinde nüfuz kullanmanın aracı haline gelmiştir.”

Bence Köprübaşılı gazeteci Mustafa Karaalioğlu’nun en büyük eksiği, elinde güç ve imkân olmasına rağmen, basınla uğraşan yetenekli hemşehrilerinin elinden tutmamasıdır.

9 Mart 2009 Pazartesi

Akademisyen Arkadaşım Doç. Dr. Yüksel Aydar

M.NİHAT MALKOÇ

Köprübaşı kabuk değiştiriyor. Dağların ortasında kalmış bu ilçenin sesi Türkiye’nin dört bir yanında yankılanıyor. Adnan Kahveci’nin ve Recep Yazıcıoğlu’nun memleketi, bağrından çıkardığı yeni değerlerle Türkiye’nin gözde ilçelerinden biri olduğunu gösteriyor.

Köprübaşı son yıllarda bilimde yeni çehreler çıkarıyor ortaya. İşte bu yeni çehrelerden biri de Doç. Dr. Yüksel Aydar’dır. Köprübaşı’nın iftihar kaynaklarından biri olan Aydar, şu an itibariyle Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde ‘Anatomi’ alanında “Doç. Dr.” akademik unvanıyla çalışmalarına devam etmektedir. O, insan anatomisi sahasında bilimsel çalışmalar yapmaktadır. Yüksel Aydar, ilçemizde uzun yıllar görev yapan Ömer Aydar’ın oğludur.

Çocukluk arkadaşlarımdan biri olan Yüksel Aydar, 1969 yılında Trabzon’a bağlı Köprübaşı ilçesinin Gündoğan Mahallesi’nin Kosron mevkiinde doğdu. İlkokulu Çifteköprü İlkokulu’nda, ortaokulu Köprübaşı Ortaokulu’nda ve liseyi Trabzon Lisesi’nde tamamladı. Yani o, farklı okullarda okudu. Ortaokul yıllarında aynı okulda okuyorduk. O, benden bir sınıf ilerdeydi. Aynı köyden olduğumuz için aynı güzergahlardan geçerdik. Bilindiği gibi Trabzon Lisesi 1887 senesinde açılmıştır. 1987 yılında da bu güzide okulun 100. kuruluş yıldönümü kutlanmıştır. Doç. Dr. Yüksel Aydar da Trabzon Lisesi’nin 100. yıl mezunlarındandır.

Köprübaşılı Doç. Dr.Yüksel Aydar çok gayretli, azimli ve çalışkan bir kişidir. Bu özelliklere sahip olduğu içindir ki 1988 yılında girmiş olduğu Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nden 1993 yılında çok iyi dereceyle mezun olmuştur. O, 1993–1994 yılları arasında memleketi olan Köprübaşı’nda “Serbest Veteriner Hekim” olarak çalışmıştır. Bunun yanında, Köprübaşı Lisesi’nde de 1993–1994 eğitim öğretim yılında Biyoloji, Fizik ve Sağlık Bilgisi derslerine girmiştir. Fakat Yüksel Bey, daima yüksekleri hedeflemiştir, alanında yükselmek için fırsatlar kollamıştır. O, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1994 yılında YÖK ile müştereken yapmış oldukları Yurtdışı Yüksek Lisans (YLS–1994) sınavlarında başarılı olarak İngilizce öğrenmek, İnsan Anatomisi ve Embriyolojisi üzerine mastır ve doktora öğrenimi görmek üzere resmi burslu statüde Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilmiştir. Yurtdışına çıkmadan önce bir yıl Ankara’da ODTÜ Yabancı Diller Bölümü’nde İngilizce eğitimi almıştır. Söz konusu üniversitenin ‘Dilde Yeterlilik Sınavı’nda başarılı olarak 1995 yılının Temmuz ayında ABD’ye gitmiştir. Richmond, Virginia’da Virginia Commonwealth University’ye bağlı Department of English Language’de bir yıl daha dil öğrenimi görmüştür.

Doç. Dr. Yüksel Aydar, Ocak 1996’da Virginia Commonwealth Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı’nda başladığı Yüksel Lisans programını Ocak 1998’de tamamlamıştır. Mart 1998’de yine aynı üniversitede Dr. Andras K. Szakal ve Dr. John G. Tew danışmanlığında doktora programına başlamış, bu çalışmayı Temmuz 2002’de başarıyla bitirmiştir. Temmuz 2002-Ocak 2005 yılları arasında aynı üniversitenin Mikrobiyoloji ve İmmünoloji Anabilim dalında ‘Uzman Bilim Adamı’ olarak çalışmalarda bulunmuştur. Daima alanıyla ilgili yeni şeyler öğrenerek mevcut birikimini artırmıştır. O, girdiği bütün sınavlarda başarı kazanarak sürekli yükselmiştir. Fakat tevazusundan hiçbir zaman ödün vermemiştir. Tabir caizse ‘ne oldum delisi’ olmamıştır. Çıkış noktasını hiç unutmamış, vardığı yeri de iyice hazmetmiştir. O, Köprübaşılılığından hiçbir şey kaybetmemiş, sıla-i rahimi de kesmemiştir.

Yüksel Aydar, 2005’te Türkiye’ye dönerek Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı’na ‘Öğretim Görevlisi Doktor’ olarak atanmıştır. 2007’de de ‘doçent’ unvanını almıştır. Halen Anatomi Anabilim Dalında ‘Doç. Dr.’ olarak görevine devam etmektedir. Onun uluslararası seçkin İmmünoloji ve Anatomi dergilerinde yayınlanan makaleleri ve uluslararası bilimsel toplantılarda sunduğu çok sayıda bildirisi bulunmaktadır. Yüksel Aydar evli olup Ömer Talha Buğrahan, Enes Fatih Bilgehan ve Ali Kağan adında üç çocuğu vardır. O, yakın gelecekte ‘Prof. Dr.’ olarak göğsümüzü daha da kabartacaktır. Ona bundan sonraki akademik hayatında başarılar, aile hayatında ise mutluluklar diliyorum.

8 Mart 2009 Pazar

Karadeniz Fırtınası Selçuk Aydın

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon futbolla yatıp futbolla kalkan bir kent… Fakat bu şehirde sporun başka alanlarında da güzel gelişmeler yaşanıyor. Özellikle boks dalında göğsümüzü kabartan, başarıdan başarıya koşan bir Selçuk Aydın’ımız var. Bilindiği gibi geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Cuxhaven kentinde Dünya Kıtalararası Orta Sıklet Boks Şampiyonluğu unvanını savunmak için ringe çıkan Selçuk Aydın, Ekvatorlu Luis Hernandez’i nakavtla mağlup etti. Gencecik bir sporcunun kazandığı bu üstün başarı sadece Trabzonluların değil, bütün Türkiye’nin göğsünü kabarttı. Çünkü o, boks yaşantısını Almanya’da sürdürse de yıllardan beri Türkiye adına boks yapıyor. Her zaferde ay yıldızlı bayrağımızı dalgalandırıyor, İstiklal Marşı’mızı söyletiyor. Onun zaferleri Türkiye’nin başarı hanesine yazılıyor. Türkiye’nin ilk Avrupa boks şampiyonu Cemal Kamacı’dan sonra Trabzon’un ve ülkemizin yüzünü güldürüyor genç bir boksör olan Selçuk Aydın… Başarıdan başarıya koşuyor.

Türkiye’nin ve Trabzon’un yükselen gururu olan Selçuk Aydın genç bir boksör… Önünde nice başarılara namzet güzel yıllar var. Gelin onu biraz daha yakından tanıyalım. O, 1983 yılında Trabzon’un Akçaabat ilçesine bağlı Çamlıca Köyü’nde doğmuştur. Yani o, şu an itibariyle 26 yaşındadır. Selçuk Aydın sırasıyla 24 Şubat İlkokulunu, Cumhuriyet Ortaokulu’nu ve Trabzon Lisesi’ni bitirmiştir. Spora ilgi duyduğu için KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi Bölümü’ne girerek bu okulu da başarıyla bitirmiştir. Fakat öğretmen olmayı düşünmemiş, boks alanında kendisini yetiştirmiştir. İyi ki de böyle bir yol izlemiştir.

Selçuk Aydın’ın kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Yalçın Aydın, abisinin en büyük destekçisidir. O da profesyonel boks yaparak Türkiye’yi uluslararası alanda başarıyla temsil etmiştir. Bu iki kardeş çok erken yaşlarda(10 yaşında) boks hayatına başlamışlardır. Onlar memur bir ailenin çocuklarıdır. Selçuk Aydın’ın babası Ali Aydın, Trabzon Devlet Malzeme Ofisi’nde yönetici olarak görev yapmıştır. Annesi de emekli bir ev hanımıdır.

Selçuk Aydın, boksun felsefisini de çok iyi bilen başarılı bir dövüşçüdür. Ona göre “Amatör boks spordur, profesyonel boks ise dövüştür.” İlk eldivenlerini 1993 yılında giyen Selçuk Aydın bir gün başarılı olacağını ve buralara kadar geleceğini hayal ediyordu. Onun içindir ki hep bir dünya şampiyonu gibi düşünüyor ve öyle davranıyordu. Biliyordu ki başarı evvela bu işe inanmakla gerçekleşir. O da inanıyordu ve bu günleri düşlüyordu. O, 1993’te 30 kiloda katıldığı Türkiye müsabakalarında üçüncü olma başarısını göstermişti. Fakat imkânları çok kısıtlıydı o zamanlar… Gelin bu zor yılları en iyisi Selçuk Aydın’dan dinleyelim:

“Küçük bir salonda antrenman yapıyorduk. Elimize giyeceğimiz boks eldiveni yoktu. Bir eldiveni on kişi sırayla giyiyorduk, eldivenler yırtık pırtıktı. Bu eldivenleri de bulduğumuz için kendimizi şanslı sayıyorduk. O dönemlerde Trabzon ve hatta Türkiye’de boks eldiveni bulmak çok zordu. Bu durum babamı rahatsız etmeye başladı ve konuya bir çözüm üretmek amacıyla araştırmalara başladı. Trabzon’daki Rus pazarından kalın eldivenler bulmuştu. Bu eldivenleri Ruslar soğuktan korunmak için kullanıyordu; biraz boks eldivenini andırıyordu ancak bununla boks yapılamazdı; çünkü vurduğun yeri şişiriyordu. Biz bunlarla idman yapıyoruz ama kum torbaları eldivenden beter. Brandadan yapılmış sağlıksız torbalardı. Neyse biz antrenmandan eve geliyoruz babam büyük bir merakla ‘hadi oğlum gösterin bakalım bugün ne öğrendiniz.’ Biz çıkarıyoruz Rus eldivenlerimizi, kardeşim Yalçın’la başlıyoruz birbirimize vurmaya ama canımız çok yanıyor. Ben kardeşime kıyamıyorum vurmaya ancak o bana sağlam vuruşlar yapıyor ve vurduğu her yer ya kanıyor ya da şişiyor, çünkü eldivenlerin koruyucu hiçbir etkisi yok. Tabi ben de bazen sinirlenip kardeşime vuruyorum. Onun yaptığı etkileri de Yalçın’a sorun en iyisi. İşte biz o günlerden buralara geldik. İçimizde memleket sevdası, yüreğimizde kalıba sığmaz bir cesaret… Bana en çok zevk veren şey yabancı ülkelerde kazandığım başarının ardından ülkemin bayrağını göndere çektirerek, İstiklal Marşımızı dünyaya dinletmektir. Bu sevdayla ringlerde vuruyorum.”

Trabzon bir futbol kentidir aslında. Futbol burada bir yaşam tarzıdır. Fakat bu futbol kentinden Selçuk Aydın gibi başarılı boksörler de çıkıyor. Dünya ringlerinde fırtınalar estiren Selçuk Aydın aynı zamanda çok iyi bir Trabzonspor taraftarıdır. O, boks müsabakalarından sonra Trabzonspor bayrağını eline alarak ringlerde dalgalandırmaktadır. Trabzonspor böylelikle futbol oynayarak gidemediği Avrupa’da bedavadan reklam yapmaktadır.

Trabzonlu bir Türk boksör olarak dünya ringlerini rakiplerine dar eden Selçuk Aydın, Trabzonspor sevgisiyle büyüdü. Evleri Avni Aker Stadı’na yakın olduğu için hep o havayı teneffüs etti. Fakat futbolcu olmayı hiç düşünmedi. Bunu da bir söyleşide şöyle dile getirmiştir: “Futbol ve birçok diğer spor dalları bana sadece bir oyun gibi geliyordu. Oysaki boks sadece güçlülerin ayakta kalabildiği reel bir arenaydı. Ben çok hırslı bir çocuktum, kanım kıpır kıpırdı. Diğer sporlar beni tatmin edemezdi bu yüzden kendimi ringlere attım.”

Ülkemizin son yıllarda bokstaki iftihar kaynağı olan Selçuk Aydın, başarının zorluklarla mücadele etmekten geçtiğini çok iyi biliyordu. Alabildiğine hırslı ve bir o kadar da inatçı bir insandı. Bir şeyi yarıda bırakmak onun felsefesinde yoktu. Bunu bugüne kadar kazandığı üstün başarılarda açıkça görebiliriz. Bir noktaya geldikten sonra bütün kapıların kendisine ardına kadar açılacağına olan inancı da tamdı onun. Bütün zorluklara göğüs gererek 1994 yılında 54 kiloda Yıldızlar Avrupa Şampiyonu olmuştu. O, başarılarıyla artık boks millî takımının vazgeçilmezleri arasına girmişti. Hatta lider kişiliği fark edilerek kendisine boks millî takımının kaptanı olma şerefi de bahşedilmişti. Başarıya giden kapıları ardına kadar açmıştı. Ne zaman, nerede, ne yapacağını iyi bilen Aydın, fırsatları iyi kullanmasını bilmişti.

Selçuk Aydın bizden biri; Trabzon’un gözbebeği… Trabzonlu olmakla iftihar eden Aydın, gelenek ve göreneklerine bağlı, milliyetçi ve inançlı bir sporcudur. Ülkesi için yapamayacağı fedakârlık yoktur. O, günlük hayatta hoşgörülü ve merhametli bir insan olsa da ringlerde asla öyle değildir. Usta boksör bunu şu sözlerle ifade etmektedir: “Benim karşımda ringe çıkan kişi her şeyi göze almalıdır, çünkü benim için ring demek tüm toleransların bittiği yerdir. Orada hiç kimseye acımam, unvanına, gücüne, derecesine ve gözünün yaşına bakmam. Bunun için bana karşı yumruk sallayacak adam iyice düşünmelidir. Ring şanın, şerefin, geleceğin, unvanın ve paranın paylaşıldığı yerdir. Bunları kimseye kaptırmam…”

Trabzonlu usta boksör Selçuk Aydın’ın menajer Ahmet Öner’le yollarının birleşmesi boks hayatının dönüm noktası olmuştur. 14 yıllık amatör boks hayatında pek çok haksızlığa uğrayan Selçuk Aydın, Ahmet Öner’in kendisine yaptığı transfer teklifini kabul ederek profesyonel dövüşçülüğe ilk adımını atmıştır. O, ilk profesyonel dövüşünü Almanya’da Marian Gabris’le yapar. Selçuk Aydın bu ilk profesyonel dövüşünde rakibi Marian Gabris’i ilk saniyelerde nakavt ederek çok büyük bir başarıya imza atar. Selçuk o dönemde bir buçuk yıl içerisinde 14 maç yapmış ve bunların 12’sini nakavtla, diğer ikisini de puanla kazanmıştı.

O artık olgunlaşmış, rüştünü ispat etmişti. Selçuk altın kemer peşindeydi. Onun adı dünya boks camiasında duyulmuştu artık. Başarıları rakiplerinin gözünü korkutmuştu. Bu yüzden Dünya Kıtalar Arası Yarı Orta Sıklet kemerinin sahibi bile Selçuk ile ringe çıkmaya korkmuştu. Aydın, sıralama gereği Lucky Lewele ile bu kemer için dövüşme hakkını elde etmişti. Selçuk hayatında dönüm noktası olacak bu müsabakayı memleketi Trabzon’da, hemşehrilerinin desteği altında yapmak istiyordu. Nihayet büyük müsabaka saati gelmiş, zorlu mücadele başlamıştı. Müsabaka sonucunda Selçuk Aydın, rakibi Güney Afrikalı siyahî boksör Lucky Lewele’ı 12 raunt sonunda yenip Dünya Kıtalar Arası Yarı Orta Sıklet Boks Şampiyonu olarak kemeri takmıştı. O daha sonra Rus rakibi Marad Khuzuev’la unvan maçına çıkarak güçlü rakibini henüz ikinci rauntta nakavt etmişti. Artık gözler onun üzerindeydi hep.

Selçuk geçenlerde Ekvatorlu Luis Hernandez’i de nakavtla yenerek unvanını korudu. Onun asıl hedefi dünya şampiyonu olmaktır. Bu başarıyı da yakalayacağına inanıyor ve onu destekliyoruz. Türkiye’nin böyle bir uluslararası başarıya çok ihtiyacı vardır. Trabzonlu ve Trabzonsporlu Selçuk Aydın bu yolda emin adımlarla ilerliyor. Ufukta zafer görünüyor…

7 Mart 2009 Cumartesi

Güneşli Köyü İlkokulu ve Geçmişe Yolculuk...

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon’un küçük ilçelerinden biri olan Köprübaşı’na bağlı bir köydür Güneşli… Köprübaşı’na uzaklığı altı kilometredir. Güneşli’nin Trabzon’a uzaklığı ise 58 kilometredir. Köyün 1997 nüfusu 423 iken bu rakam 2000 yılında 376’ya düşmüştür. Köyün şimdiki muhtarı Cevdet Karataş’tır. Köyün etrafı ormanlarla kaplıdır. Köyde Sağlık Ocağı ve PTT şubesi yoktur. Su şebekesi olmasına rağmen planlı kanalizasyon altyapısı bulunmamaktadır. Güneşli Köyü’nde yeni ve çok güzel bir cami vardır. Bu cami, eskisi yıkılarak onun yerine köydeki hayırseverler tarafından yaptırılmıştır. Bu yüzden caminin adı Güneşli Hayırseverler Camii’dir. İki minareli caminin bir minaresi yarım kalmıştır. Cami, köyün yukarısında yer almaktadır. Caminin mevcut imamı Seymen Karataş’tır. Caminin geniş bir lojmanı ve lokali bulunmaktadır. Pek çok köyde olduğu gibi Güneşli’de de elekrik, telefon ve yol vardır.

Güneşli Köyü, Kacalak Dağı’nın eteklerinde yer almaktadır. Köyde tipik Karadeniz iklimi hüküm sürmektedir. Köylüler geçimlerini tarım ve hayvancılıkla sağlamaktadırlar. Fakat tarım ve hayvancılığın getirisi yeterli olmadığı için birçok kişi köyden büyük şehirlere, özellikle İstanbul’a göçmüştür. İstanbul dışında Bursa, Adapazarı ve Gebze gibi şehirler bu köydeki kişilerin tercih ettikleri yeni yerleşim yerleridir. Güneşli halkının önemli bir kısmı da, başta Almanya olmak üzere Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkelerine göçerek rızıklarını burada aramaktadırlar. Yeni göçler nedeniyle köyün nüfusu her geçen gün daha da azalmaktadır. Bu göçler köye olumsuz olarak yansımaktadır; köy gittikçe viranlaşmaktadır.

Güneşli Köyü İlkokulu 1975 yılında açılmıştır. Okul bünyesinde beş sınıf, bir müdür odası, üçer gözlü kız-erkek tuvaleti ve bir de lojman bulunmaktadır. Bu lojman köyde kalan öğretmenlere uzun yıllar hizmet etmiştir. 1975-1976 öğretim yılında açılan okulda ilk yıl 42’si kız, 72’si erkek olmak üzere 114 öğrenci okumaktaydı. Güneşli Köyü İlkokulu’nun ilk müdürü birkaç yıl evvel kaybettiğimiz Hayrullah Malkoç’tu. Merhum Hayrullah Malkoç 1975-1989 yılları arasında tam 14 yıl burada müdürlük yapmıştır. Onun müdürlüğü döneminde okula onlarca öğretmen gelip gitmiştir ama o, okuldan ayrılmayı düşünmemiştir. Onun görevden ayrılmasından sonra Ahmet Kütküt, Filiz Başak Güder, Songül Pehlivan ve Serap Şahbaz bu okulda müdür vekili olarak görev yapmıştır. O, bu okuldan ayrıldıktan sonra Sürmene Halk Eğitim Merkezi Müdür Yardımcısı, sonra da bu kurumun müdürü olmuştur.

Güneşli Köyü İlkokulu bir zamanlar tam teşekküllü eğitim öğretim veren bir okuldu. Köyden büyük kentlere göçler sonucu okul her geçen gün öğrenci kaybetmiştir. 1997-1998 öğretim yılından itibaren ikinci kademeye geçen öğrenciler Köprübaşı Merkez İlköğretim Okulu’na ve Çifteköprü İlkokulu’na gönderilmiştir. Öğrenci sayısının iyice azalmasından dolayı birleştirilmiş sınıflar oluşturularak öğretime tek öğretmenle devam edilmiştir.

Güneşli Köyü İlkokulu benim de okuduğun bir okuldur. 1977-1978 öğretim yılında kaydolduğum bu okulu 1981-1982 öğretim yılı sonunda bitirmiştim. Bu okuldaki ilk öğretmenim Köprübaşılı bir öğretmen olan Naci Kaya idi. Ondan sonra Hanife Korkut adlı bir bayan öğretmenin öğrencisi oldum. Beşinci sınıfta da Hayrullah Malkoç okuttu bizi. Yani ilkokuldaki son öğretmenim merhum Hayrullah Malkoç oldu. Âh o günler, âh o hatıralar!...

Benim bu okula kaydolduğum yıllarda okulun öğrenci sayısı 135 civarındaydı. Bu yıllarda okulda beş sınıf etkin olarak öğretim yapıyordu. Birleştirilmiş sınıf yoktu; her sınıfın öğretmeni vardı. Bugün Gündoğan’ın bir mahallesi olan Kosron’un öğrencileri de bu okula devam ediyordu. Okulun en kalabalık öğrenciye sahip olduğu dönem 1978-1979 yıllarıydı. Bu dönemde tam 143 öğrenci vardı okulda. Bu okulda 2007-2008 öğretim yılında sadece 10 öğrenci vardı. Bu öğrenciler birden beşe kadar tek öğretmen nezaretinde birleştirilmiş sınıflarda öğrenim görmekteydi. Son yıllarda taşımalı eğitim nedeniyle köyün az sayıdaki öğrencisi Köprübaşı ve Çifteköprü’deki okullara taşınarak orada öğrenim görmektedir. Güneşli Köyü ve bu köyün kaderine terkedilmiş okulu, eski görkemli günlerini aramaktadır.

Çocukluk Arkadaşım Doç. Dr. Mustafa Cin

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman ne çabuk geçiyor; geçen zaman neler gösteriyor yaşayanlara... Çocukluk arkadaşlarımız ülkenin dört bir yanına dağılıp kendi yollarını çizerek hayat mücadelesi veriyorlar. İşte bu yazımda çocukluk arkadaşlarımdan olan Mustafa Cin’in yükseliş hikâyesini anlatacağım size. Köprübaşı’ndan Öğretim Üyeliğine uzanan gerçek bir başarı hikâyesi…

Kıymetli arkadaşım Mustafa Cin’le aynı mahalleden(Kosron’dan) olduğumuz için ortaokula ve liseye hep beraber gidip geldik. O, benden küçük olmasına rağmen benden bir sınıf ilerdeydi. Demek ki erken başlamıştı okula. Ortaokulda ve lisede sınıflarımız ayrı olsa da okullarımız, köylerimiz ve yollarımız aynıydı. Gerçi o, ilkokulu Köprübaşı’nda okumuştu. Ben Güneşli Köyü İlkokulu’nda okumuştum. Yani onu ortaokul yıllarında daha çok tanıdım. Mustafa kendi halinde, kalender kişiliğe sahip bir insandı o zamanlar. Şimdi de farklı değildir. Hesaplı ve yerinde konuşan, biraz içine kapanık fakat gayretli ve mücadeleci bir insan… Öyle olduğu içindir ki şimdi adının önünde ‘Doç. Dr.’ akademik unvanını hakkıyla taşıyor.

Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü’nde “Doç. Dr.” akademik unvanıyla çalışan Mustafa Cin, 1971 yılında Köprübaşı’nın Gündoğan Köyü’nün Kosron mevkiinde doğdu. İlkokulu Köprübaşı Merkez İlkokulu’nda, orta ve liseyi ise Köprübaşı Lisesi’nde okudu. KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Coğrafya Öğretmenliği Bölümü’nü 1993’te bitirdi. Yüksek Lisansını 1996 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Beşeri ve İktisadi Coğrafya alanında yaptı. Doktora için İngiltere’ye gitti. Doktorasını İngiltere’nin en eski ve köklü yükseköğretim kurumlarından biri olan Durham Üniversitesi’nde ‘Coğrafya Eğitimi’ alanında gerçekleştirdi. 2000 yılında ‘doktor’ unvanı kazanarak o zaman KTÜ’ ye bağlı Giresun Eğitim Fakültesi’ndeki görevine döndü. Bilindiği üzere daha sonra Giresun Üniversitesi kurularak söz konusu bölümler KTÜ’den ayrılarak bu üniversiteye bağlandı. Cin, 2008 yılında da ‘Doçent Doktor’ akademik unvanını elde etti.

Köprübaşı’nın son yıllarda yetiştirdiği önemli değerlerinden biri olan Doç. Dr. Mustafa Cin’in akademik ilgi alanları Coğrafya Eğitimi, Doğal Afetler Eğitimi, Kavram Öğretimi, Kavram Yanılgıları ve Öğretim Yöntemleridir. “İlköğretim Yedinci Sınıf Öğrencilerinin Astronomi ile İlgili Kavramları Anlama Düzeyleri ve Kavram Yanılgıları”, “İlköğretim 6. Sınıf Öğrencilerinin Coğrafya Kavramlarını Anlama Düzeyleri ve Kavram Yanılgıları”, “Yer Yuvarlağı Ünitesinin Öğretiminde Bilgisayarlı ve Geleneksel Öğretim Uygulamalarının Karşılaştırılması Üzerine Bir Uygulama”, Cinsiyet Farklılıklarına Göre Üniversite Öğrencilerinin Coğrafî Bilgi Düzeyleri” konulu yüksek lisans tezlerinin yönetiminde görev almıştır. Mustafa Cin, bunların yanında “İklim Elemanları Konusundaki Öğrenci Yanlış Anlamalarının Giderilmesinde Kavramsal Değişim Metinlerinin Etkisi ” konulu doktora tezini de başarıyla yönetmiştir. Köprübaşılı Doç. Dr. Mustafa Cin’in bir kısım meslekî yazıları ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmıştır. Onun ulusal bilimsel toplantılarda da birbirinden kıymetli bildiriler sunduğunu da sevinerek müşahede etmekteyiz.

Giresun Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Öğretim Üyelerinden Köprübaşılı Doç. Dr. Mustafa Cin bugüne kadar değişik idarî görevlerde de bulunmuştur. O, 2001–2003 yılları arsında KTÜ Giresun Eğitim Fakültesi’nde İlköğretim Bölüm Başkanlığı yapmıştır. 2002–2005 seneleri arasında da KTÜ’de senato üyeliğinde bulunmuştur. 2002–2007 arasında da Giresun Eğitim Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı olarak beş yıl görev yapmıştır. Doç. Dr. Mustafa Cin uluslararası The Geographical Association bilimsel kuruluşuna da üyedir. O, bağlı bulunduğu fakültede “Özel Öğretim Yöntemleri, Doğal Afetler Eğitimi, Okul Deneyimi, Vatandaşlık Eğitimi” gibi dersler vermektedir.

Mustafa Cin birkaç yıl sonra ‘profesör’ olarak başarı çıtasını daha da yükseltecektir. Köprübaşılı bir çocukluk arkadaşı olarak Doç. Dr. Mustafa Cin’in başarılarıyla gurur duyuyorum. Onu gelecekte büyük yerlerde görmek istiyoruz. Yolun açık olsun aziz dostum…

6 Mart 2009 Cuma

İlahiyatçı-Yazar Vehbi Yıldız'ı Dinlerken..

M.NİHAT MALKOÇ

Peygamber Efendimizin doğum yıldönümünü ümmetçe idrak ediyoruz. 14 asır evvel dünyayı şereflendiren o büyük insanın bütün insanlığa getirdiği evrensel mesajı bir kez daha hatırlıyoruz. Bu vesileyle ülke genelinde konferanslar ve sohbetler düzenleniyor. Hak dostları il il dolaşarak Resulullah’a dair bilgi ve duygularını bütün insanlarla paylaşarak onu daha iyi tanımamızı ve sevmemizi sağlıyorlar. İşte bu çerçevede 06 Mart 2009 Cuma günü akşamı Gülbahar Hatun Koleji’nde Vehbi Yıldız’ın Hz. Muhammed(sav) konulu bir konferansı vardı. Konferans başlamadan evvel Kur’an-ı Kerim okundu. Salon tıklım tıklım dolmuştu. Kur’an tilavetinin ardından araştırmacı-yazar Vehbi Yıldız kürsüye gelerek dinleyenlerini selamladı. Konferansta neler anlatıldığına geçmeden evvel konuşmacı hakkında birkaç bilgi vereyim.

Vehbi Yıldız, ilahiyat eğitimi almış bir araştırmacı-yazardır. Uzun yıllardan beri İslam hizmetinde yoğun çaba göstermektedir. Trabzon’da da uzun yıllar görev yapmıştır. “Düşün, Anla ve Ağla”, “Değer Ölçüsü–1”, “Değer Ölçüsü–2”, “İrfan Ordusu”, “Başarılı Eğitimcinin El Kitabı İrfan Ordusu”, “İlham Kaynakları”, “Aklın Gözyaşları”, “Hidayet Yıldızları”, “Hakikat Güneşi” adlı kitapları Nil Yayınları arasında yayınlanmıştır. Eserlerinde önemli dinî meselelere değinerek okuyucuyu aydınlatmıştır. O aynı zamanda bir Hakk ve Peygamber aşığı… Türkiye’yi baştanbaşa dolaşıp Peygamber Efendimizi gür sesiyle insanlara anlatıyor. Gülbahar Hatun Koleji Konferans Salonu’nda da konu Resulullah ve onun evrensel mesajıydı. Bir buçuk saatlik konuşmasında Hz. Muhammed(sav)’ı özellikle insanî boyutuyla anlattı. Onun insanlar için hem dünyada, hem de ahrette büyük bir şefaatçi olduğu gerçeğine değindi. Günümüzün tehlikelerini ve bunlardan korunma yollarını dile getrdi. Daha çok şeyler söyledi, konuşmasını güzel bir dua ile tamamladı. Sözlerinden bir kısmını aşağıya almak istiyorum:

“Hz. Muhammed(sav) insanlığın dibe vurduğu cahiliye devrinde Arap Yarımadasına bir güneş gibi doğdu. O dönemde insanlar yolunu iyice şaşırmıştı. Çamura batmıştı her ne varsa. Allah hiçbir zaman insanlığı peygambersiz, rehbersiz bırakmamıştır. İşte bu durumdaki insanları da peygambersi bırakmamıştır. Yüce Allah, Hz. Muhammed(sav)’i sadece Araplara değil, son peygamber olarak bütün insanlığa bir elçi olarak göndermiştir. Cebrail vasıtasıyla son ilahî hak kitap olan Kur’an-ı Kerim’i de bir hidayet kaynağı olarak yeryüzüne indirmiştir.

Peygamber Efendimiz şefkat ve merhamet duygularıyla dolu emsalsiz bir insandı. Onun inanan ve inanmayanlara hep faydası, şefkati ve merhameti olmuştur. İnsanlara hep sevgiyle ve güler yüzle yaklaşmıştır. İnsanların onun getirdiği dine bu kadar teveccüh etmesinin sebebi de bu şefkat ve merhamet duygularıydı. O, yaşadıkça hiç kimseyi kırmamıştır. Kendisine galiz küfürler edenlere bile bir kötü söz söylememiştir. Mübarek dişi Uhud Savaşı’nda kırılmış, ağzı kan içinde kalmıştır. Müşriklere beddua etmesini söyleyenlere “Ben insanlığa rahmet Peygamberi olarak gönderildim, lanet isteyici olarak değil” demiştir.

Resulullah’ın ümmetine düşkünlüğü dillere destandır. O dünyadayken ümmetine hep şefkat ve merhamet duygularıyla yaklaştı. O büyük insan ahrette de ümmetine şefaat edecektir inşallah… Diğer peygamberler ‘nefsi nefsi’ derken o ‘ümmeti ümmeti’ diyecektir. Resulullah ümmetinin kurtuluşu için Allah’a yalvarmıştır hep… Kıyamette de ilk o dirilecek ve ‘Nerde benim ümmetim?’ diyecektir. Ümmetinin günahlarını bile üzerine almak isteyecektir.

Günümüzde çok zor şartlar altında yaşayan bir ümmet var. İnsanlık inançlarından uzaklaşmış… Dini değerler çoktan unutulmuş… Fakat böyle bir ortamda bir gençlik doğuyor çok şükür… Maneviyatla iç içe büyüyen bu gençlik sizin eserinizdir. Böyle bir ortamda büyüyen ve yetişen bu gençliği siz imar ve inşa ettiniz. Çok şükür ki bir kısım gençlik azgın tavırlar sergilerken bir kısım gençlik de Resulullah’ın sünneti yolunda ilerliyor. Bu gençlerin bu kadar düzgün yaşaması sizlerin sayesindedir. Allah hizmetlerinizi kabul ve makbul eylesin.

Vehbi Yıldız bir güzel insan… Hayatını hizmete adamış bir yürek… Kitaplar yazıyor, irşat sohbetleri yapıyor, Anadolu’yu baştanbaşa dolaşıyor. Allah razı olsun kendisinden…

5 Mart 2009 Perşembe

Türkülerin Sultanı: Neriman Altındağ Tüfekçi

M.NİHAT MALKOÇ

Hayatın tadını tuzunu kaçırıyor ölüm… Her gün birilerinin bağını bozuyor ecel… Hesapları alt üst ediyor hesabımızda olmayan hesaplar… Her şey tarumar oluyor bir nefesin nihayetinde… Ölüm, hayata öldürücü darbeyi vurunca ağzımızın tadı bozuluyor ister istemez. Cahit Sıtkı ölümle ilgili ne diyordu: “Ve ölüm kapımda kişner sabırsız /Bir at oldu nihayet” Haksız da değildi. Bu kişneyen at, insanlığın kapısına dadanmış, vakti geleni sürükleyip götürüyor sonsuzluk âlemine. Orda sıfırdan bir hayat başlıyor şüphesiz. Ama aslında ölenler değil, geride kalanlar yalnızlaşıyor iyice. Gidenler değil, kalanlar terk ediyor. Sonsuzluk âlemine koşuyor hayat kervanının yolcuları. Bu koşuya herkes bir yerden dâhil oluyor.

Ölümün hoyrat elleri bir güzel sesi daha hayatımızdan kopardı. Bir bahçe daha tarumar oldu ne yazık ki… Türkülerin sultanı, Türk halk müziğinin emsalsiz sesi Neriman Altındağ Tüfekçi de aramızdan ayrıldı. 4 Şubat 2009’da dünyadan göçen Tüfekçi, büyük bir müzik mirası bıraktı arkasında. O, Türk müziğinin yaşayan en büyük isimlerinden biriydi. Türk müziğinde ilklerin kadınıydı o... Türk Halk Müziği’nin ilk kadın solistiydi. Aynı zamanda ilk kadın şefti. Türk sanat müziği sanatçısı Perihan Altındağ(Sözeri)’ın da kardeşiydi. Türk folkloruna, Türk müziğine yaptığı önemli derlemelerle katkıda bulunan Muzaffer Sarısözen’in de eşiydi o... Yani ailece sanata ve müziğe gönül vermişlerdi. Neriman Altındağ Tüfekçi, Türk Halk Müziği’nin bağımsız bir dal olarak ayrılmasından sonra bu dalı seçen ilk kişiydi.

Yüzden fazla derlemesi bulunan Neriman Altındağ Tüfekçi, Türk müziğine çok büyük hizmetler etti. 1949 yılında Yurttan Sesler Korosu Şef Yardımcılığı yaptı. 1950’de Kadınlar Korosunu kurdu ve yönetti. Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın kuruluş çalışmalarına katıldı. Burada yönetim kurulu üyesi ve öğretim görevlisi olarak hizmetlerde bulundu. O, aynı zamanda kıymetli eşi Nida Tüfekçi’yle birlikte “Memleket Türküleri” adlı bir kitaba imza attı.

O, “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün / Gel kardaş görüşelim / Ayrılık oldu bugün” türküsünü ne de yanık söylerdi. Âh o türkü yok mu; ciğerlerine işler insanın… Hele de askerseniz veya asker yakınıysanız o zaman gözyaşlarınız yerçekimine teslim olur.

Müziğe çok değer veren ve müziği hayatının bir parçası olarak gören Tüfekçi, işini çok iyi yapardı ve çok titiz çalışırdı. Müziğin her alanında varlığını hissettiren; solistlik, şeflik ve hocalık yapan Neriman Altındağ Tüfekçi çok büyük bir sesti. TRT Türk Halk Müziği repertuarında yer alan türküleri ve uzun havaları yöresel tavrına uygun olarak yorumlardı. Bu hususta sivrilmiş bir şahsiyetti. O, Türk müziğini çok iyi bilen bir sanatçıydı. Onu bugünkü yeniyetmelerle ve magazin bataklığına batmış sözde sanatçılarla karşılaştırmayı bile abes buluyorum. Şayet karşılaştırsak aradaki farkı kelimelerle ifade edemeyiz. Merhum sanatçı Neriman Altındağ Tüfekçi ile yeniyetmeler için dağ ve fare benzetmesini yapsak yeridir. O bir dağdı, fakat dağ olsa da tevazuyu elden bırakmazdı hiçbir zaman. Tevazusu asaletindendi.

Yozgat Sürmelisini Neriman Altındağ Tüfekçi’den dinlemenin doyumsuz keyfi hiçbir şeyle ölçülmez. “Dersini almış da ediyor ezber/Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler/ Aman aman ben yarelendim aman…” diye başlayan Yozgat Sürmelisi onun sesinde başka bir ahenge ve kimliğe bürünür. Alır götürür sizi düne… Duygular masmavi bulutlara kanatlanır sanki.

Neriman Altındağ Tüfekçi uzun ve bereketli bir ömür yaşadı. 83 yıllık ömrüne müzik adına çok şey sığdırdı. Bilgilerini daima paylaştı; gece gündüz demeden, yılmadan, yorulmadan öğrenciler yetiştirdi. Türk müziğinde büyük bir iz bıraktı. O şimdi türkülerini söyleyip bir kanara çekildi. Fakat milletin gönlünde ölmedi. Onu genç nesiller fazla tanımasa da bu durum, onun değerinden bir şey kaybettirmez. Altın yere düşmekle kıymetini yitirmez. Günümüz sanatçılarının ondan öğreneceği çok şey vardır. İki türkü veya şarkı okuyup ahkâm kesenler, Neriman Altındağ Tüfekçi’nin hayatını ve müziğe hizmetlerini bilseler, onu kendilerine örnek alsalar ne kadar da iyi ederler. Neriman Altındağ Tüfekçi’nin ölümü gerçek müzikseverler için ve Türk Müziği için gerçekten büyük kayıptır. Allah rahmet eylesin.

İlk Yayın: Beyaz Gemi Dergisi/Mart 2009

2 Mart 2009 Pazartesi

Üstün İnanç Üzerine Sesli Düşünceler

M.NİHAT MALKOÇ

Bazı insanlar vardır ki eski tabirle ismiyle müsemmadırlar. Yani adının anlamını karakterlerinde taşırlar. İşte bu isimlerden biri de pek çok işi bir arada götüren değerli gazeteci-yazar Üstün İnanç’tır. Üstün İnanç, adı gibi üstün özelliklere, soyadı gibi temiz bir İslam inancına sahip sanatkârdır. Zira adı gibi birbirinden üstün meziyetlere sahiptir. Sıfatları pek çoktur bu değerli yazarın. Öte yandan Türk-İslam kültürü onun kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. O, bir koltuğunda birçok karpuz taşıyabilen ender insanlardan biridir. Üstün İnanç aktördür, senaristtir, hocadır, gazetecidir, yazardır, romancıdır. Bir insanın bu kadar çok işi bir anda yapabilmesi takdire şayandır doğrusu. O da bu özelliklerinden dolayı hep takdir ve iltifat görmüştür. Gördüğü yakın ilgiler ve övgüler onun üretkenliğini daha da artırmıştır.

Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in bir döneme damgasını vuran Büyük Doğu dergisinde ilk eserlerini yayınlayan Üstün İnanç, daha sonra yayın çevresini daha da genişletmiştir. Onun Necip Fazıl’la ilgili nice hatıraları vardır. Üstün İnanç bugünlerde bu hatıraları da içeren bir Necip Fazıl kitabı kaleme almaktadır. Bu kitap Necip Fazıl sevenler tarafından heyecanla beklenmektedir. Yine o yıllarda Yelken, Durum, Sanatkâr gibi dergilerinin sayfalarında Üstün İnanç imzasını görüyoruz. Kültür, sanat ve edebiyata meraklı bir gencin yazılarıdır bunlar…

Üstün İnanç da hemen her yazar gibi şiirle başlamıştır edebiyat işlerine… Fakat şiirde bir derya olan ve bu işi hakkıyla yerine getiren Üstat Necip Fazıl’ı okuyunca şiir yazmayı bırakmış, hatta yazdığı bütün şiirleri yırtıp atmıştır. O herkesin meyilli olduğu işleri yapması gerektiğine inanmıştır. Onun bu davranışı kabiliyeti olmadığı halde şiirde ısrar edenlere ders niteliğindedir. Hakikatte de herkesin yeteneğine uygun işler yapması en doğru davranıştır.

Üstün İnanç, Basın Yayın ve Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan mezun olmuştur. Yani o, gazetecilik eğitimi almıştır. Okulunu bitirdikten sonra 1956’da Tercüman gazetesinde mesleğine ilk adımını atmıştır. Daha sonra Babıâlide Sabah, Bugün, Son Havadis, Tercüman, Zaman ve Yeni İstanbul gazetelerinde çalışmıştır. Yalnız Değilsiniz (1988), İnsanlar Böyleydi (1988), Ayıp Uşakları (1989) ve Bir Kimlik Lütfen (1994) onun romanlarıdır. Bunların yanında Kurt Kapanı(1970), İlk Kurşun (1974) adlı tiyatro eserleri de kaleme almıştır.

Üstün İnanç, 1967–1969 yılları arasında Necip Fazıl’ın “Sultan Abdülhamit” isimli oyununu yönetmiştir. Bu oyunu yönetmekle kalmamış, aynı zamanda 517 kez oynanan oyunun 300’ünde başrol oynamıştır. Yani onun oyunculuk yönünü de yabana atmamak lazımdır; aksine bu yönüne daha çok vurgu yapmak gerekir. Zira o, 1970’de ‘Kurtkapanı’ isimli bir oyun yazdı, yönetti ve başrolü oynadı. 1974’de ‘İlk Kurşun’ isimli oyunu yazıp yönetti. Bunlarla birlikte İbret Sahnesi’nin ‘Çar Tabancası’ oyununda çar rolünü oynadı.

Onun gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı “Yalnız Değilsiniz” adlı romanı Türk roman okuyucusu tarafından çok sevilmiştir. Yazar bu romanında inançlarını yaşamaya karar veren genç bir kızın çevresinden gördüğü tepkileri dile getirmiştir. Romanın kahramanı Serpil, en başta kendisine kardeşi kadar yakın olan Füsun’dan tepki görür. Fakat ailesi, yakın arkadaşları ve çevresi tarafından dışlanan Serpil, inancı uğruna bütün bu sıkıntılara göğüs gerer. Bu roman konusu itibariyle hâlâ güncelliğini korumaktadır. Romandaki Serpil’in hikâyesiyle bugün üniversite kapılarından içeriye alınmayan başörtüsü mağdurlarının hikâyesi benzerdir. Söz konusu kitap belki bunun için çok fazla ilgi görmüştür.

“Yalnız Değilsiniz” romanı sadece roman olarak kalmamış, daha sonra Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye de aktarılmıştır. Bu filmin gösterime girmesiyle birlikte bütün zamanların kanayan yarası olan başörtüsü meselesi, gündemin ortasına düşmüştür. “Yalnız Değilsiniz” romanının sinema filmi beklenenin çok üzerinde büyük bir ilgi görmüştür. Filmde Gamze Tunar ‘Serpil’ rolünü oynamıştır. Bu filmde Haluk Kurtoğlu, Murat Soydan, Efgan Efekan gibi önemli isimler de rol almıştır. Bu film herkes gibi beni de derinden etkilemişti. Bu filmi seyreden genç kızlarımızın önemli bir kısmı da bundan sonra tesettüre bürünmüştü.

Türk kültürüne, edebiyatına ve sanat hayatına önemli katkılarda bulunmuştur Üstün İnanç… Bunu bazen yazdığı romanlarla, bazen sahneye koyduğu tiyatrolarla, bazen de bizzat oyunculuğuyla gerçekleştirmiştir. Çalışmaktan daima büyük bir haz almıştır. Çalışmak, yeni eserler üretmek onun enerjisini daha da artırmıştır. O, aşağı yatarak değil, çalışarak dinlenmiştir; hiçbir zaman boş vakti olmamıştır. Zira ancak boş adamların boş vakti olur.

Üstün İnanç belli ki roman yazmaya biraz geç başladı. O, bu işe gençlik yıllarında başlasaydı eşsiz bir külliyata sahip olurdu. Onun okunması gereken romanlarından birisi de ‘Makedonya Gamzesi’dir. Okul Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan bu kitap 242 sayfadır. Tarihinden haberdar olmak isteyen herkesin okuması gereken bu eserin arka kapağında şu ifadeler yer almaktadır: “Kaybettiğinin farkına varmak… Eskiler İstanbul’a Dersaadet derlerdi. Yani mutluluk yuvası, huzur yeri... Birinci cihan harbinde kaybettiğimiz birçok şey gibi, ona ait güzellik ve ihtişamı da kaybettik. Koskoca imparatorluğun kalbi olan İstanbul, her şeyin olup bittiği yerdi de aslında. Yemen’de olanlar İstanbul’u etkiliyor, İstanbul’da alınan bir karar Makedonya’nın kaderini değiştiriyordu. ‘Makedonya Gamzesi’, işte bu çalkantılı dönemi hüzünlü bir öyküyle romanlaştırıyor. Okuyucusuna etkileyici bir dille kaybettiklerini hatırlatıyor. Belki de yeniden bulmanın şifresini değiştiriyor.”

Üstün İnanç roman yazmaya geç başlasa da, yazdığı romanlar sayıca az olsa da okuyucuyu etkilemesi bakımından dikkate değer bir roman yazarıdır. “Makedonya Gamzesi” Üstün İnanç’ın ses getiren belgesel romanlarından biridir. Bu romanda İnanç, Jön Türklere, Hareket Ordusuna ve düzmece 31 Mart Vakası’na değiniyor; tarihî gerçekleri tarafsız bir gözle ele alıyor. Osmanlı tarihinde önemli bir dönemeç olan bu vakayı, Sultan 2. Abdülhamid’e karşı kurulan tezgâhları gerçek kişilere ve olaylara da sadık kalarak yeniden kurgulayarak anlatıyor. Bu roman tarihî romandan öte bir dönem romanı olma özelliği taşıyor.

Üstün İnanç, “Makedonya Gamzesi” romanını yazmaya başlamadan önce bu konuyla ilgili ne varsa okumuş, tabir caizse bir sentez yapmıştı. Zira bu hadise aydınlarca çok tartışılmış bir konuydu. Romanda anlatılanlara bakınca yazarın konuyu iyi kavradığını görüyoruz. Fakat anlatılanlar gerçek olsa da roman kurgusu içinde verildiği için okuyucuyu sıkmıyor. Bu romana bakarak Üstün İnanç’ın iyi bir gözlemci ve tasvir ustası olduğu kanaatine varıyoruz. Öte yandan “Makedonya Gamzesi” adlı romanın bir nehir roman zincirinin ilk halkası olması bundan sonra bu zincire yeni halkalar ekleneceği beklentisini doğuruyor okuyucuda. Keşke tarihî vakaları bir de onun kaleminden okuma şansımız olsa!...

Okumak dolmak, yazmak boşalmaktır kanaatimce. En iyi yazarlar aynı zamanda en iyi okurlardır. Üstün İnanç da iyi bir okuyucudur her şeyden evvel… O, düşüncesi ne olursa olsun, yazar ayırt etmeden kaliteli olduğuna inandığı bütün eserleri okur, onlardan kendine pay çıkarır. Onun geçmişteki okuma hevesiyle ilgili söylediği şu sözler dikkate şayandır: “İlk gençlik döneminde üç roman birden okuduğumu hatırlıyorum. Şiir de öyle. Gerek Divan edebiyatını, gerekse Cumhuriyet dönemi şiirlerini büyük merak ve sevgiyle okurdum.”

Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) vefa duygusunun ölmediğini, canlılığını hâlâ koruduğunu ispatlayan birbirinden özel ve güzel programlara imza atıyor. Bunlardan birisi de geçenlerde değerli yazar Üstün İnanç için düzenlendi. Üstün İnanç için Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde saygı gecesi tertip edildi. Bu programda Üstün İnanç’ın arkadaşları bu büyük kültür, sanat ve edebiyat adamını çeşitli yönleriyle ve hatıraların doyumsuz çeşnisiyle anlattılar. Mesut Uçakan, Yücel Çakmaklı gibi isimler dostları Üstün İnanç’a dair hatıralarına yer verdiler. Onları Mustafa Özdamar, Ali Nar, Abdurrahman Şen ve Hüseyin Goncagül gibi Türkiye’ye mal olmuş önemli yazarların etkili konuşmaları takip etti.

Yaşayan yazarları, kültür, sanat ve bilim adamlarını anarak onure etmekten daha güzel ne olabilir ki!..Yazar Üstün İnanç dünya gözüyle bu büyük mutluluğu görüp yaşadı. Ustalara yaşarken saygı gösterenler, onları değişik vesilelerle hatırlayanlar aslında geleceğe yatırım yapıyorlar. Zira ‘vefa gösteren vefa bulur’ hakikati gereği onları da gelecek nesiller hatırlayacaklar. Bu işi çok iyi beceren vefakâr Mehmet Nuri Yardım’ı yürekten kutluyorum.