31 Ağustos 2008 Pazar

Gurbette Ramazan Hüznü

M.NİHAT MALKOÇ

Bütün dünyada bir ay boyunca ramazanın doyumsuz atmosferi gönüllerimizi şenlik yerine döndürecek. Diğer zamanlara göre hayata can ve heyecan gelecek. Yürekler maneviyatla dolup taşacak. Zaman nehirlerinden akıp giden her gün, hüzün tortusunu da geride bırakacak. Gönlümüzdeki hatıralar kalacak geriye. Yaşanmışlıklar bu hatıra sarmalı içinde yarınlara aktarılacak. O unutulmaz iftar sofraları, teravih öncesinde ve sonrasında demli çaylar eşliğinde edilen sohbetler gönül köprülerimizi daha da sağlamlaştıracak. Böylece zaman akacak, bizler de zamanın akışına uyup onun bıraktığı derin izleri takip edeceğiz.

Ramazan bütün dünyada aynı heyecan atmosferiyle evlerimizi şenlendirebilecek mi acaba? Gurbetteki dostlarımız ramazanı sıladakiler kadar coşkulu yaşayabilecek mi? Bizler iftara doğru mübarek ezanı ve iftar topunu beklerken yurtdışında yaşayan insanlarımız bu saatlerde ezanın boşluğunda hüzünlenmeyecekler mi? Gurbette yaşanan ramazanlarla sılada yaşanan ramazanlar bir mi? Ülke içerisinde gurbet hayatı yaşıyorsanız buna bir yere kadar katlanılabilir? Ya kiliselerin gölgesinde, ezandan ve izandan mahrum yaşıyorsanız bu içinize hüznün kurşundan gölgesini düşürmez mi? Efkârlanıp bir köşede öylece kalakalırsınız.

Sevgi ve muhabbet iklimini gönüllere taşıyan ramazan, gurbetçilerimizi de bambaşka dünyalara götürüyor. Gurbette ramazanı doyasıya yaşamak zor olsa da bu toprağın insanları bunu sağlamak ve çocuklarına ramazan heyecanını doyasıya yaşatmak için canla başla çalışıyorlar. Çünkü çocukların zihnine nakşedilen ramazan motifleri onların gelecekteki hayatlarının şekillenmesinde öncü rol oynayacak. Zor şartlarda olsak da çocuklarımız bu manevî havayı teneffüs etmelidir. Şimdi Avrupa’da da büyük camilerimiz ve mescitlerimiz var. İftardan sonra bu camiler ağzına kadar doluyor. Avrupa’daki Müslümanlar yitiklerinin kıymetini biliyor artık. Gurbetin zorluklarına rağmen inançlarına dört elle sarılıyorlar. Avrupa’daki diğer milletlerden Müslümanlar da aynı caminin kubbesi altında huzura yelken açıyorlar. Buralardaki camilerde her milletten insana rastlayabiliyorsunuz. Hepsinin kalbi Allah, Kur’an, peygamber aşkıyla atıyor. Hepsinin payları farklı olsa da paydaları İslam…

Ramazanın gelişi hayata apayrı bir dinamizm getirir. İftar çadırları kurulur. Kitap fuarları düzenlenir. İftar neşesinden sonra teravih namazlarına gidilerek dinî ve sosyal bağlar güçlendirilir. Özellikle iftar çadırları insanların aynı amaç ve ideal uğrunda bir çatı altında olmasını sağlar. Bunları Avrupa’da doyasıya yaşamak mümkün değildir. Fakat son zamanlarda bazı gayretli vatandaşlarımız sayesinde Avrupa’nın değişik ülkelerinde iftar çadırları kuruluyor. Burada sadece Müslümanlar değil, ramazana ilgi duyan yabancılar da ağırlanıyor. Hatta yabancılar da Müslümanlarla birlikte bu işe el atıp hoşgörünün en güzel örneklerini gösteriyorlar. Sevgi ve hoşgörü iftarlarında farklı inançlardan insanlar aynı mekânları paylaşıp aynı manevî havayı teneffüs ediyorlar. Bazı gayrimüslimler bu uhrevî havadan etkilenerek Müslümanlığı seçip hayatlarında köklü değişiklikler yapıyorlar.

Eskiden daha zordu gurbette ramazanı yaşamak... Şimdiki imkânlar ramazanları biraz daha kolaylaştırsa da gurbetteki ramazanlarda yetim çocukların hüznü var. Çünkü bu coğrafya size orucun havasını, hazzını ve manevî mertebesini yaşatamıyor. Sokaklardaki insanlar yiyip içerken, sigaralarını tüttürürken, birahaneler dolup taşarken ramazan biraz da lafta kalıyor. Yalnız ve çaresiz hissediyorsunuz kendinizi. Ramazanı üç yıl yurtdışında yaşamış bir insan olarak bunu tecrübe ettim. Ülkemin ramazanlarının ne kadar eşsiz olduğu kanaatine vardım.

Gurbette ramazanlar da, bayramlar da buruk geçmeye namzettir. Bu gurbetten kastedilen yurtdışıysa işiniz daha da zor demektir. Fakat ailenizle birlikte yaşıyorsanız onlardan aldığınız güçle zorlukları omuzlayabilirsiniz. Ramazanın heyecanını ve telaşını gurbet sokaklarında göremezsiniz. Oysa benim güzel ülkemde, Türkiye’mde iftara yakın saatlerde sokaklar karınca yuvası gibi canlıdır. Gurbette imsakiyeye bakarak oruç tutmak ayrı bir sorundur. Varsın olsun, dünya gurbetine bir de bu eklensin. Sabır her derdin ilacıdır.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Hilal Göründü... Haydi Bismillah

M.NİHAT MALKOÇ

Hilal göründü… Haydi bismillah!...
Zaman döndü dolaştı ve bir kez daha ramazanda karar kıldı. Müminler gözlerini göklere çevirip hilali gözetlemeye koyuldu. Nihayet hilal de o aydınlık yüzünü gösterdi müminlere. Şimdi ramazana erişme bahtiyarlığını yaşıyor müminler. Evlerde bir telaş, bir heyecan… Herkes gelecek misafiri en iyi şekilde ağırlamanın gayreti içerisinde canla başla çalışıyor. Kalplerde huzurun nabzı atıyor. Evlerimiz, caddelerimiz, sokaklarımız, cami ve minarelerimiz ışıklarla bezenmiş. Herkes insanî ilişkilerde daha dikkatli davranıyor artık. Kalpler arasında sevgi ve muhabbet köprüleri kuruluyor. Müslüman kardeşliği her yerde bütün haşmetiyle tezahür ediyor. İnsanlar birbirlerinin elinden tutuyor, hayırda yarışıyor. Haset, öfke ve nefret dağlarına kar yağmış şimdi. İyilik melekleri fazla mesai yapıyor.

Hilal göründü… Haydi bismillah!...
Ramazanla birlikte özlenen tablo canlanıyor gözlerimizin önünde. Nefis atı dizginlenip kontrol altına alınıyor. İnsanlar eksik ve kusurlu yanlarını tekmil ediyor. Nefis terbiyesinden geçen gönüller, bakan gözleri kamaştırıyor. Aslında nefsin sanıldığı kadar güçlü olmadığı, iradesiz kimselerin ona koltuk değneği olduğu gerçeği ayan beyan ortaya çıkıyor. Allah’a yaklaşma ve Kur’an’a tabi olma yolunda kulluk yarışı sürüyor. En fakirinden en zenginine kadar bütün insanların kulluk derecesiyle mertebe kazanacağı hakikati kabul görüyor. Açlıkla terbiye edilen insanlar nimetlerin kadrini bilmeye başlıyor. Yaratanın ve yaşatanın Allah olduğu gerçeği diğer günlere göre daha da öne çıkıyor, her kesimden kabul görüyor.

Hilal göründü… Haydi bismillah!...
Ramazanla birlikte dostluklar daha da pekişiyor. Sofralar zengin fakir ayrımı yapılmadan bütün insanlara açılıyor. Yemeğe uzanan eller sofraları bereketlendiriyor. Neşe ve huzur bu mübarek günlerde tavan yapıyor. Evlerde sahura kadar demli çaylar eşliğinde sohbetler devam ediyor. Ramazanın gelişiyle Müslümanlar sevinçlerine sevinç katıyor. Fakat bütün Müslümanlar mı? Ne yazık ki hayır!... Irak’ta, Filistin’de, Çeçenistan’da, Lübnan’da, Afganistan’da, Doğu Türkistan’da, Keşmir’de ve daha nice yerlerde Müslümanlar ramazan neşesini yaşayamıyor. Onların sofralarına iftarda hurma değil, bomba düşüyor. Zulmedenler ve zulme rıza gösterenler huzurun kökünü kazımaya kararlılıkla devam ediyorlar.

Hilal göründü… Haydi bismillah!...
Güzel ülkemin iri gazeteleri ve renkli televizyonları da bukalemunlaşmaya başladı bile. Hepsi modaya uyup yeşile boyadılar kepenklerini. Her gazete ramazan ilavesi veriyor. Her kanalda iftar ve sahur programları birbirleriyle yarışıyor. Herkes bir ilahiyatçıdan medet umuyor. Reyting toplamak için ayrıntı kabilinden konular büyütülerek önümüze konuluyor. Çok değil, bir ay sürer onların boyama devri. Sonra yine aslına rücü ederler. Fakat bizler onların bu samimiyetsizliğini bir türlü algılayamayız. Hatta onlara sevgi ve sempati duymaya başlarız. Oysa bu bir nöbettir, bir aylık nöbet… Bir ay sonra herkes kendi mecrasına çekilecek, hayat kaldığı yerden devam edecek. Herkes tıynetinin gereğini yerine getirecek.

Hilal göründü… Haydi bismillah!...
Hayata bambaşka bir can ve heyecan geliyor. Gündüzlere gecelerden pay ayrılıyor. Geceler gece olmaktan çıkıp güne karışıyor. Belediyeler iftar çadırları kurup yolculara ve gariplere amme hizmeti veriyor. Paylaşmanın en güzel örnekleri sergileniyor. Komşusu aç olanlar bir ay için olsa da insafa geliyor. Mabetlerden ezan sesleri daha bir coşkulu yükseliyor masmavi göklere. Çoluk çocuk demeden aileler camilere akın ediyor. İnsanlar gözyaşlarını önlerine akıtıp tövbekâr oluyorlar. Gözyaşları günahın ayrık otlarını kurutup sevap güllerini yeşertiyor. Müslümanların başları her zamankinden daha dik şimdi. İşgal altındaki ruhların zincirleri tamamen koparılamasa da gevşetiliyor. Bu bile teselli olmaya yetiyor. Ramazanın bereketi fakir gönülleri kuşatıyor. Keşke on iki ay ramazan olsa, hayatımızdan çekilmese…

En Büyük Mürebbidir Ramazan

M.NİHAT MALKOÇ

En büyük mürebbidir Ramazan…
Gün dolanır, aylar geçer, vakitlerden ramazan düşer payımıza. İçimizdeki buzları söker ramazan güneşi. Rumuzun karanlıkları ışığın gücü karşısında silinir gider. Ruhumuzu okşar ramazan esintileri. Gönlümüzün kıyılarına vurur esrik düşünceler. Hayatta her şeyin yeniden başlamasına, ömür defterinden tertemiz bir sayfa açılmasına zemin hazırlar bu zaman dilimi. Yemeden içmeden kesildiğimiz bu mübarek günlerde ruhumuz tıka basa doyar manevî lezzetlerle. On bir ay boyunca uykuda olanlar bile bir aylık uyanıklık devresine girerler. Ramazanın bitişiyle yine gaflet uykusuna dalarlar. Bu kıymetli misafiri kusursuz karşılamak için aylar öncesinden hazırlıklara girişiriz. Herkes kendince hazırlanır ramazana. Bu sayılı günlerin kadrini bilmek ve bu zaman dilimini dolu dolu yaşamak için iç dünyamıza çekidüzen veririz. On bir ayın başıboşluğu oruç günlerinde yerini düzene bırakır.

En büyük mürebbidir Ramazan…
Ramazan aslında iyi bir vaiz, güçlü bir hatiptir. Onun kulağımıza fısıldadıklarına kalbimizi açmalıyız. O ki bir ay boyunca bizi dağınıklıktan, başıboşluktan, hedefsizlikten koparıp manevî rotada yürümeye çağırır. Yıl boyunca kıt kanaat geçinmeye çalışanların hallerinden anlamak için ramazandan iyi bir hoca bulunabilir mi? Yaşadığımız çarpık düzende birileri alabildiğine saltanat sürerken, birileri bir somun ekmeğin acı kavgasını veriyor. Bazı kesimler şatoları beğenmezken bu ülkenin, bu gök kubbenin mazlumları akşamleyin başını koyacağı yumuşak bir yastığın, sıcak bir yorganın özlemiyle yanıp tutuşuyorlar. Sürekli araba değiştirenler, her gün ayrı bir elbise ve ayakkabı giyenler, marka seçenler; yürümekten ayakları şişen, üstüne giyecek elbise bulmaktan aciz insanların derdine ortak olmuyorlar. Sonra da ramazanı idrak ettiklerini sanıyorlar. Aldanıyorlar, çok aldanıyorlar!...

En büyük mürebbidir Ramazan…
Emin olun ki ramazan nefislerimizi imar ve ıslah etmeye geliyor. İçimizdeki şeytanları kalın zincirlerle bağlamak için gönül kapılarımızdan giriyor. Buyur etmeyecek misiniz? Yüreğinizin en mutena köşesini bu kıymetli misafire tahsis etmeyecek misiniz? Onun iksiriyle hasta gönüllerinizi tedavi etmeyecek misiniz? Gönülleri fethetmeye gelen bu şerefli komutana gönül burçlarınızı teslim etmeyecek misiniz? Kokuşmuş zihinleri arındırmasına, rayihasıyla içinizi ferahlatmasına izin vermeyecek misiniz? Asırlardan gelen kutlu ve alabildiğine lâhutî bestesiyle kulaklarınızın pasını silmesine müsaade etmeyecek misiniz? Zamanın boş telaşlarıyla ve korkularıyla yaşlanan ruhunuzu tazelemesine imkân tanımayacak mısınız? Gönül yaralarınıza merhem olmasına engel mi olacaksınız? Tavır ve davranışlarınızın hakikat üzere dizginlenmesine, İslam boyasıyla boyanmasına karşı mı çıkacaksınız?

En büyük mürebbidir Ramazan…
Ramazan sıkıntılarımızı gidermeye, bize iç huzuru kazandırmaya geliyor. Ramazanın rahmet ve mağfiret ikliminde, kurumaya yüz tutan gönül bahçelerimiz rahmet göklerinden inecek damlalarla yeşerecek, her şey yeniden hayat bulacak. Bu ayın gülen yüzü nefislerimizin şerrinden kurtaracak bizi. Allah’a ve onun son elçisi Hz. Muhammed(sav)’e tabi olanlar sağdan alacaklar kurtuluş beratlarını. Hidayet kapıları seherlerde ardına kadar açılacak. Allah’tan hakkıyla korkanlar ve onu layıkıyla sevenler bu kapılardan geçip cennet köşküne adım atacaklar biiznillah. Zaman nehirlerinin kabre aktığı hayatımızda kurtuluş ancak manevî dinamiklere sarılmakla gerçekleşecek. Ramazan da bir fırsat olarak kapımızı çalacak, onu iyi değerlendirenler felaha erecekler. Sonra yine çıkıp gidecek hayatımızdan. Bu devran öylece sürüp gidecek. Bazılarının amel heybesi tıka basa dolacak. Ne mutlu kulluk heybesini hayırlı amellerle doldurabilenlere! Ne mutlu fani ömürle baki olan hayatı satın alabilenlere!.. Onlar hiçbir zaman pişman olmayacaklardır. Ne mutlu ramazanı nefse vaiz bilenlere ve onun verdiği hayatî dersleri alıp yaşamında hakkıyla tatbik edebilenlere!

29 Ağustos 2008 Cuma

Ramazan Düşünceleri

M.NİHAT MALKOÇ

Bazılarına göre çok çabuk geldi, bazılarına göre de bir türlü gelmedi ramazan. Öyle veya böyle; işte geldi dayandı kapımıza yine. On bir ayın güneşi bulutların arasından gösterdi gülen aydınlık yüzünü. Gönüllerimizin yamacına tutuna tutuna kalbimizin burçlarına dikti şerefli bayrağını. O bayrak bir ay boyunca dalgalanacak çelik kapılı yürek hisarlarımızda. Duygular ve düşünceler derinleşecek ramazan gecelerinde. Kur’an’ın ışığı aydınlatacak karanlık geceleri. İftarlar ve sahurlar apayrı bir hava katacak zamanın durağanlığına. Teravihlerde çoluk çocuk anne-baba, nine-dede, kız-kızan bir kuşak bütünleşecek camilerin uhrevî havasında. Kandillerin ışığı, alınlardaki nurlarla bütünleşip ışık yağmurları yağdıracak gök kubbeden. Bu ışık huzmeleri altında tamamlanacak eksik ve kusurlu yanlarımız.

İftara doğru büyük küçük herkes pencereye koşup ezanı ve iftar topunu bekleyecek. Ezanın ve topun sesini duyanlar müjdeyi iletecekler oruçlulara. Midelerin gülümsemesi yansıyacak nurlu alınlara. Oruç tutanlar kadar çocuklar da sevinecek iftar müjdesiyle. Mübarek eller uzanacak bereketli sofralara. Aile olmanın ve aile içerisinde yaşamanın hazzı hissedilecek gönüllerde. Saygı, sevgiyle birleşip yumak yumak olacak imanlı gönüllerde.

Sahurlara kadar evler şenlik yerine dönüşecek. Anneler iftardaki zenginliği sahurlara taşımak için daha fazla mesai yapacaklar mutfaklarda. Eşine, çocuğuna ve misafirlerine türlü lezzetler sunmanın keyfini yaşayan anneler ve onların yardımcıları genç kızlar yorulmak nedir bilmeyecek. Bu heyecan bir ay boyunca yaşanacak bütün evlerde. Bu süre içerisinde birçok alışkanlığımız değişme noktasına gelecek. Tam alışkanlıklar değişecekken bir de bakacaksınız ki Şevval ayı kapınızı çalıyor. Ramazanı hakkıyla ihya edebildiyseniz ne mutlu size…

Bu ayda ergenlik çağına ayak basanlar ilk oruçlarını tutacak büyük bir heyecanla ve keyifle. Akşamı edince de tafra satacaklar anne babalarına. Büyüdüklerini bundan daha iyi nasıl izah edebilirler ki? Oruç tutmak bir anlamda da büyümenin, adam yerine konulmanın işaretidir. Hele bir akşam olsun sofralar dolup taşacak. İlk günler yemekten çok, suya gidecek eller. Suyu birbirinden güzel yemekler ve hamur işleri takip edecek. Kompostolar, meşrubatlar tüketilecek sıra sıra. Mideniz kolay alışamayacak bu yeni ve olağanüstü duruma.

Kur’an ayı olan ramazanda evlerimiz ve mabetlerimiz Kur’an sesiyle yeniden hayat bulacak. Hatimler indirilecek ramazan gecelerinde. Bazı camilerde hatimle kılınacak teravih namazları. Gecenin karanlık yüzü bir ay boyunca ağaracak seherden evvel. Eller semaya kalkıp rahmet devşirecek yüce Yaradan’ın katından. Gözlerden pişmanlık yaşları döküldükçe Cehennemin ateşi sönmeye yüz tutacak. Tövbe kapıları ardına kadar açılacak. Allah’ın mübarek isimleri zikir niyetine dökülecek tertemiz dudaklardan. Cümle âlem bu zikre tempo tutacak. Tabiat dile gelecek seherlere kadar… Eşya, kendi dilinden Hakk’ı zikredecek.

Ramazan davulları gecenin sessizliğine tokmak vuracaklar. Manilerle dile gelecek zamanın eskimeyen yüzü. Mahyalar içimizdeki heyecanı bir adım ileriye götürecekler. Işıklarla örülecek hakikatler. Pideler, fırınların önünde kuyruklar oluşmasına sebep olacak. Pide kokuları oruçlu müminlerin sabrını zorlayacak. Fakat sabır ve tahammül imtihanını kazanacak inananlar. Müminlerin ruh güzelliği yüzlerine aksedecek iftara yakın saatlerde.

Ramazanı diğer on bir aya galebe çaldıran, onun içinde sakladığı engin maneviyattır. Bu ayda zaman sanki iyice yoğunlaşır ve her geçen gün yelpaze misali açıldıkça açılır. Zamanın bereketi bir ay içinde imanlı gönüllere pay edilir. Bu emsalsiz bir aylık döneme zamanın altın dilimi demek de mümkündür. Yüce Rabbimizin kullarına “Yok mu isteyen istediğini vereyim. Yok mu tövbe eden tövbesini kabul edeyim” (Kudsi Hadis) hitabı bu ayda göklerden yankılanır. Müminler bu hitaba duyarsız kal(a)mazlar. Ellerini kaldırarak Hakk’tan af ve mağfiret talep ederler. Ey müminler! Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından kurtuluş olan bu ayda dileyin Allah’tan iki cihan saadetiniz için ne gerekiyorsa…

Yine kapımıza dayandın ramazan. Gönüller bayram yeri. İyi ki geldin, hoş geldin.

26 Ağustos 2008 Salı

Düşüncenin Yüzakı: Ömer Öztürkmen

M.NİHAT MALKOÇ

Düşüncelerimiz okuduğumuz yazarların fikir kırıntılarının zihnimizde kalan gölgeleridir. İnsan zihni, doğduğunda bembeyaz bir kâğıt gibidir. Bu temiz ve beyaz kâğıt zamanla yaşadığımız hadiselerin, okuduğumuz kitapların rengine bürünür. Gün gelir ki bizler de bir fikir sahibi oluruz. Yollardan yol beğeniriz kendimize. Bunda kişinin mizacının tesiri olsa da, özellikle gençlik yıllarında okuduklarının etkisi de çoktur. Bizler de gençlik yıllarımızda çok okuduk. Boş bir levha olan zihnimiz zamanla renklendi ve şekillendi. Önce bilgi sahibi, sonra da fikir sahibi olduk. Fikir sahibi olmamızda tesiri olan yazarlar çoktur. Bunlardan birisi de hayata Müslümanca bakan ve her satırında bu bakışın izleri hissedilen Ömer Öztürkmen’dir. Onun kitapları ve gazete yazıları dağarcığımızı beslemiştir.

Kerküklü şair Mehmet Rasih Bey’in oğlu olan Ömer Öztürkmen 1929 senesinde İstanbul’da doğmuş bir büyüğümüzdür. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olan gazeteci, yazar ve düşünce adamı Öztürkmen, Türkiye’nin nerdeyse bir asrına şahit olmuştur. Yeni İstanbul ve Tercüman gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yapmıştır. Ortadoğu gazetesinin de kurucularındandır kendisi. Anadolu Ajansı’nın Beyrut muhabirliğini yapmıştır. 1965 yılında Adalet Partisi’nden Bursa milletvekili olarak Millet Meclisine girmiştir.

Ömer Öztürkmen, bir yanı Kerkük’te kalan, Türk kültürüne ve edebiyatına âşıklık derecesinde bağlı olan bir düşünce adamıdır. Yazı hayatına çok erken, henüz lise yıllarında başlamıştır. Şiirlerinde, yüreğini bıraktığı Kerkük’ün doyumsuz sevgisini dile getirmiştir. İlk şiirlerini “Kerkük” adını verdiği kitapta toplamıştır. 1975 yılında bastırdığı; “Taşkent’te Sabah Namazı” adlı kitabındaki şiirler onun yetişkinlik çağı, diğer tabirle ustalık dönemi şiirleridir. 1950’de “Tanrıdağı” dergisini çıkarmıştır. “Karakedi” mizah dergisinin, “İnsan ve Kâinat” adlı bilim dergisinin editörlüğünü yapmıştır. Geçmiş yıllarda basın suçundan iki ay hapishanede yatmıştır. 1982’de ilk adımını attığı Türkiye gazetesinde 26 yıldan beri kalem oynatmaktadır. Güncel ve siyasî meselelere özgün bakış açılarıyla kendine özgü yorumlar getirmektedir. Yılların getirdiği tecrübelerini okuyucularıyla paylaşmaktadır.

Gazeteci, şair ve yazar Ömer Öztürkmen’in denemeleri de çok kıymetlidir. “Gözyaşı Medeniyeti”, “Zihniyet İnkılâbı”, “Bilimden Damlalar”, “Karıncalardan Özür Dilerim”, “Geleceğin Eşiğinde” deneme kitaplarından bazılarıdır. Onun kaleme aldığı “Malazgirt Marşı” şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan sonra bu alanda yazılmış dikkate değer şiirlerden biridir. Ondan bir dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:

“Bir Cuma sabahı, Allah’a karşı Malazgirt’te elli dört bin er Söylemişler en güzel marşı
Allahu ekber, Allahu ekber...”

Gazeteci-Yazar Ömer Öztürkmen, bu topraklarda yetişen, bu ülkenin ekmeğini yiyen ve berrak suyunu içen bir insan olarak daima yerli(millî) düşüncenin savunuculuğunu yapmıştır. Bu milletin değerlerine ters düşen açıklamalar yapmamıştır. İnananların sesi olmuştur. Önceki sözlerini daha sonra inkâr edip çark etmemiştir. Onun içindir ki daima güvenilen, sevilen bir insan olarak mevcut itibarına itibar katmıştır. Onun, hep güncel kalan bir mesele olan başörtüsüyle ilgili nefis bir değerlendirmesini sizlere sunarak sözlerimi tamamlamak istiyorum. Allah bu güzel kaleme uzun yıllar daha yazma imkânı nasip eylesin:

“Eğer bir toplum otuz yıldır bir başörtüsü, bir türban konusunu durmadan tartışıyor, tartışıyor, tartışıyor ve bir sonuca varamıyorsa, üstelik konuyu toplum katlarında bir kavgaya, hadi kavga demeyelim, bir ihtilafa dönüştürüyor da bir çözüm bulamıyorsa o toplumun aydın kesiminde psikolojik bir problem var demektir. Koca koca insanlar, iri yarı, bilim ve sanat adamları işi gücü bırakmış, milletin türbanıyla, başörtüsüyle, ölüm kalım savaşı verir hale gelmişse vahim bir durum var demektir. (Türkiye Gazetesi–18 Ocak 2008 Cuma)

25 Ağustos 2008 Pazartesi

İslam'ın Neresindeyiz? Neresinde Olmalıyız?

M.NİHAT MALKOÇ

Din, insanın hayatını, ruhunu tanzim ve tamir eden manevî ilaç hükmünde bir sistemdir. Bu buhranlı çağda din yükselen değer olmuştur. İnsanlar saadeti maddiyatta arasalar da neticede bulamamışlardır. Bütün arayışlar iç huzurun sigortasının dinî inanç olduğunu göstermiştir. Geçen zaman, bütün değerleri bir değirmen misali öğüttü ve de öğütmeye devam ediyor. İnsanlar aradıkları huzuru bir türlü bulamıyorlar. Çünkü huzuru yanlış adreste arıyorlar. Adres yanlış olunca aramalar beyhudedir. Zira gerçek ve kalıcı huzur sadece İslam’dadır. Bunu ne kadar gizleseler de parça zamanla bütünü bulacaktır. Materyalizmin uşakları maneviyata giden yollara dinsizlik mayınları döşeseler de, her bir uzvumuzu kaybetsek de bizi huzura kavuşturacak menzile biiznillah varacağız.

‘Dünyada en büyük nimet nedir?’ diye sorsalar hiç tereddüt etmeden ‘Müslümanlık’ derim. Gerçekten de öyle değil midir? İslam, iki cihan saadetini sağlayan bozulmamış tek inanç sistemidir? Onun içindir ki İslam’ın alternatifi yoktur. İslam’ın alternatifi yine İslam’dır. Bizler bu nimeti hazır bulduğumuz için kıymetini bilmiyoruz. Bu inanç yolunda çilelere katlanmayı, fedakârlık göstermeyi denemediğimiz için onu yeterince önemsemiyoruz.

Dünyada yaşayan Müslümanların sayısı bir milyarın üzerinde olsa da bu rakam ne yazık ki Müslümanlığın etki sahasına yansımamaktadır. Dünyada Müslüman çok ama dinini dert edinen ve derdini seven güçlü Müslüman yok. Günümüzde Müslümanlık geriliği, fakirliği, üçüncü dünya ülkelerini çağrıştırıyorsa bunun suçlusu bu inanç sistemini hücrelerine sindiremeyen, gereğini yapamayan Müslümanlardır. Suçluyu Avrupa’da ya da Amerika’da aramaya gerek yok. Bizler gönüllü sömürge olduk dünyanın sözde efendilerine. Özgürlüğümüzü ellerimizle teslim ettik. Paryalığı sultanlığı tercih ettik.

Dünya Müslümanları Kur’an hakikatleri etrafında birleşebilseler, tek yumruk olabilseler, kalpler uhuvvetle atabilse bizi kimse esaret zincirleriyle bağlayamaz. Aslında bizi bize bağlayan o kadar güçlü bağlar vardır ki hepsi de çelik kuvvetindedir. Dinimiz bir, kitabımız bir, peygamberimiz bir… Bu kadar birin olduğu yerde niçin ikilik olsun ki?...

Müslümanların manifestosu şüphesiz ki Kur’an’dır; onu hadisler takip eder. Ötesi de icma ve kıyastır. Kur’an ve hadis dünyevî ve uhrevî pek çok meselemizi izaha muktedirdir. Ayrıntılardaki sis perdelerini kaldırmak ulemanın işidir. Durum bu iken sırat-ı müstakimden ayrılanların durumunu nasıl izah edebilirsiniz? Müslüman adetince az çok birbirinden değişik algılarla ve kavrayışlarla beslenen anlayışlar bizi bizden koparıyor. Emirler ve yasaklar(farzlar ve haramlar) şahsileştirilmeye çalışılıyor. Oysa Müslümanlıkta hangi konumda olursa olsun hiç kimseye farklı ahkâm uygulanmaz. İslam’da ahkâm umumidir.

Bazı kesimler İslam’ı ayrıntılara boğarak puslu hava oluşturup hakikatleri perdelemektedir. Bu kişilere baktığınızda nafileleri farzların önüne getirip gereksiz ayrıntılarla laf ebeliği yaptıkları, zihinleri bulandırdıkları görülür. Bu durum dinin esasını zedelemekte, insanların zamanını çalmakta ve inançlarını sis perdesi altında bırakmaktadır.

Önceliklerini yanlış belirleyen kişilerin akıbetinin hüsran olacağı açıktır. Bu durum Müslümanların inanç akideleri için de geçerlidir. Perişanlığımızın, dağınıklığımızın, uyuşukluğumuzun temel nedeni önceliklerin yanlış belirlenmesi ve ayrıntıların esas hükümleri gölgede bırakmasıdır. Bu kişilerarası ilişkilere de yansımakta zeminin kaymasına yol açmaktadır. Bizi aynı paydada birleştiren dinî hakikatlere sarılarak bu ayrılık uçurumundan uzaklaşıp selamete koşabiliriz. Aksi takdirde ancak uçurumun dibinde buluşabiliriz.

Türkiye başta olmak üzere bütün Müslüman ülkelerin en büyük meselesi inanç akideleriyle gelenekleri birbirine karıştırmasıdır. Dini, gelenekle bütünleştirme çabaları geleneğin kutsallaştırılması sonucunu doğurmuştur. Bu durum dinin doğru anlaşılmasını engellemiş, geleneksel kanaatler ayet ve hadislerin önüne geçmiştir.

Türkiye’de gelenek ve görenekler, töre kanunları Müslümanlığın akidelerinin önüne geçmiştir. Müslümanlık dinî hüviyetini kaybederek töreye ve geleneğe büründürülmüştür. Daha doğrusu gelenek ve görenekler Müslümanlık boyasına boyanmış, öylece özden uzak farklı bir Müslümanlık sentezi oluşturulmuştur. Bunun biraz daha ötesine geçilerek İslam dinine hurafeler sokulmuş, tertemiz İslam pınarı bulandırılmaya başlanmıştır. Gelenekler bazı çevrelerin zorlamalarıyla Müslümanlık sayılmıştır. Böylece kafalar iyice karıştırılmıştır.

Müslümanlık saf, arı, duru bir dindir. Daha doğrusu yozlaşmamış Kur’an Müslümanlığı böyledir. Bazı çevreler bu dini ifsat etmek için içine çerçöp kabilinden bir sürü lüzumsuz, hatta zararlı düşünceler sokmuşlardır. Son yıllarda İslam denince akla şiddet, işkence, kadını eve hapseden ve sosyal hayattan soyutlayan bir anlayış geliyor. Benim Peygamberim Hz. Muhammed(sav)’in getirdiği İslam’da böyle bir düşünce yoktur. İslam şiddeti şiddetle yasaklamıştır. Sadece insanlara değil, diğer canlılara bile işkence yapmak İslam’ın günah saydığı eylemlerdendir. İslam; kadını eve hapsetmemiş, aksine uygun zeminlerde sosyal hayatta ona yükümlülükler vermiş, tebliğ vazifesini ona da yüklemiştir.

İslam’ı gerçek kaynağından değil de onu yanlış tatbik eden sözde Müslümanlardan öğrenenler çelişkiler yumağı içerisinde gidecekleri gerçek yolu, sırat-ı müstakimi bulamıyorlar. İslam’ın kadına yaklaşımı konusunda da kendini Müslüman zanneden fakat bu dini anlamaktan ve yaşamaktan uzak kişilerin bazı yanlış uygulamaları esas alınıyor. Resulullah’ın Veda Hutbesi’nde kadın haklarıyla ilgili ifadelerini bir okuyun da hükmünüzü ondan sonra verin. Kâinatın medar-ı iftiharı Efendimiz, kadınlarla ilgili şöyle buyuruyor: “Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.” Durum bu iken Batılıların zihnindeki yanlış İslam imajını silmek, doğrusunu zihinlere yerleştirmek biz Müslümanların en büyük vazifesizidir. Bunu lafla değil, tavır ve davranışlarımızla yapacağız. Zira ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’ demiş şair Ziya Paşa…

Müslüman ‘güzel ahlaklı insan’ demektir. Güzel ahlakı elde etmek için iyi bir dinî eğitim almak gerekir. Buna ‘nefis terbiyesi’ de diyebiliriz. Zira nefsinin yolunda gidenin iyi ahlak sahibi olması beklenemez. Çünkü nefis daha çok şeytanın sözcülüğünü yaptığı için insana hakikat yolunu göstermez. Müslüman, nefis frenine basmak için daima teyakkuzda olmalıdır. Bizler nefsin fısıltılarına kulaklarımızı tıkayıp iki cihan serveri ay yüzlü Resule tabi olmalıyız. Dini esas kaynağından öğrenenlerin şeytana tabi olması, yoldan çıkması söz konusu değildir. Onlar, İslam’ın zırhıyla zırhlanmış, salih kullar zümresine ilhak olmuş kimselerdir. Bu kimseler kısa ömürleriyle ebedî saadet hayatını satın alan akıllı tüccarlardır. Faniden bakiye sermaye aktarmak... Bundan daha kârlı bir ticaret düşünülebilir mi?

Dünya ve ahiret saadeti ancak güzel ahlakla elde edilir. Müslümanlığı hakkıyla yaşayan ve yaşatan kişiler iki cihan saadetini yakalamış insanlardır. Onlar dünyada da ahrette de huzurludurlar. Bu demek değildir ki dünyada onların başına bela ve musibetler gelmez. Elbette onlar da imtihana tabi oldukları için bela ve musibetlerle denenirler. Demirin sağlam olabilmesi için yüksek ateşte yeterinde kalması gerekir. İnsanları güçlü kılan da zorluklardır. Zaten kolay elde edilen şeylerin ömrü kısa olur, onlar kişiye mutluluk da getirmezler.

“Din güzel ahlaktır” diyen Peygamberimiz yeryüzüne gönderilmiş bir ahlak abidesidir. O’nda bizim için güzel ahlak adına emsalsiz numuneler vardır. Saf ve duru Müslümanlığın en güzel örnekleri ondadır. O Resul ki bir hadisinde “Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır.” diyor. Yine o büyük insan güzel ahlak için gönderildiğini söyleyerek tabi olunacak ve örnek alınacak insan modelinin kendisi olduğunu söylüyor. Onun şu duası da güzel ahlakın değerine işaret ediyor: “Ya Rabbi senden, sıhhat, afiyet ve güzel ahlak dilerim.” Bizler de Rabbimizden mal mülk, evlat değil de öncelikle ve özellikle güzel ahlak dilemeliyiz.

Günümüzde Müslümanların tavır ve davranışlarını yeniden gözden geçirip İslam’ın ilkelerine göre tanzim etmesi gerekir. Bu hâlimizle hem Müslümanlığı eksik yaşıyoruz, hem de yanlış bir Müslüman modeli oluşturuyoruz. Bizim davranışlarımıza bakanlar bizi değil, Müslümanlığı eleştiriyorlar. Hiçbirimizin Müslümanlığı zedeleme salahiyeti yoktur.

Günümüzde insanların zihinleri gereksiz malumat çöplüğüne dönmüştür. Beynimize o kadar gereksiz şeyleri depoluyoruz ki gerekli şeylere yer kalmıyor. Çocuklarımız çok şey biliyor diye seviniyoruz. Fakat bildikleri şeyleri elekten geçirdiğimizde bunların hayatta hiç de kullanmayacakları şeyler olduğunu anlıyoruz. Bu kişilerin çoğunun gerekli dinî bilgileri bilmediklerini, bunları öğrenme sırasına bile almadıklarını görüyoruz. Bu, öncelikle ailelerin hatasıdır. Aile belli bir yaşa kadar çocuğuna kılavuz olmalıdır. Siz çocuğunuza kılavuz olmazsanız çocuğunuzun kılavuzu kargalar olur. Kılavuzu karga olanın sonu da malumdur.

Müslüman kimliğini onurla taşıyan ve gereğini hakkıyla yapan sorumluluk sahibi aileler çocuklarına ergenlik çağına girmeden evvel gerekli dinî bilgileri doğru kaynakları esas alarak verirler. Şayet kendileri yeterince bilmiyorlarsa bilenlerden yardım alırlar. Bizler çocuklarımızı sağlam bilgilerle donatmazsak ilerde kulaktan dolma bilgilerle yanlış itikatlara sapabilirler. Günümüzde bunun acı örneklerini kitle iletişim araçlarından takip ediyoruz. Unutulmamalıdır ki Müslüman olduğunu iddia eden kişinin dininin kurallarını bilmesi ve bildiklerini hayatta tatbik etmesi esas vazifelerindendir. Bu aslında zor bir şey de değildir.

Öte yandan günümüzde bazı çevreler ‘Kur’an Müslümanlığı’ kavramını ileri sürerek peygambersiz bir Müslümanlığın tohumlarını ekmeye çalışıyorlar. Bilinmelidir ki Müslümanlığın kitabı Kur’an, peygamberi Hz. Muhammed(sav)’dır. Son Peygamber Hz. Muhammed(sav) Allah’tan aldıklarını ümmetine taşımış, anlaşılmayan yerlerde izah etmiştir. Bu izahlar hadis adı altında bugüne ulaşmıştır. Fakat Peygamberimiz Allah’ın bildirdiklerinin dışında, onlara uzak ve muhalif hiçbir şey söylememiştir. On dört asırdan beri Kur’an, tabir caizse Müslümanlığın anayasası olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir.

Peygamber Efendimiz hadislerinde bir anlamda Kur’an’ın yorumunu, tefsirini; sünnet-i seniyyesinde de tatbikini yapmıştır. Bu aslında Müslümanlar için büyük bir kolaylık ve nimettir. Hadisleri yok farz ederek her şeyi Kur’an içerisinde aramak hem anlamsız, hem gereksiz, hem de yanlış bir tutumdur. Çünkü Kur’an’da ayrıntılar yoktur. İslam’ın emir ve yasaklarına dair ayrıntıları Resulullah’ın hayatından edindiğimiz örneklerle öğrenip tatbik ediyoruz. Hiçbir Müslümanın sünneti dışlamak gibi bir densizliğe girmesi düşünülemez. Zira gelen vahiyleri en iyi açıklayan ve hayatına tatbik eden Resulullah’tır. Kur’anı ve Müslümanlığı meal ve tefsirlerden değil, Resulullah’ın söz ve uygulamalarından anlayabiliriz.

Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allahû Teâlâ’dan olduğuna inananlara Müslüman desek de Müslümanın bunun ötesinde bütün güzellikleri hâl ve hareketlerine yansıtan örnek bir karakteri vardır. Mümin ayna gibidir.

Sadece Müslüman’ım demekle Müslüman olunmuyor. Daha doğrusu Hakk katında Müslümanın takip etmesi gereken bir yol haritası vardır. Müslümanlığın getirdiği sorumluluklar ve vazifeler çoktur. Müslüman bunları bilmeli ve hayatında uygulamalıdır. Öncelikle Müslümanlar birbirleriyle kardeş oldukları bilincinde olmalı, dayanışma içerisinde hareket etmelidirler. Müslüman aynı inancın mensubu olan kardeşini sevmeli ve kayırmalıdır. Peygamberimiz bu konuda şöyle diyor: “Müminlerin birbirlerini sevmede, merhamette ve şefkatte misali, tıpkı bir vücut gibidir. Vücuttan bir organ rahatsız olduğunda, vücudun diğer organları da, uykusuzluk ve ateşle ona katılır.” (Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66).

İyi Müslüman, başkalarının kendisinden emin olduğu kimsedir. Mütekâmil Müslüman hak yemez; zulmetmez; haksızlık karşısında asla susmaz. Başkalarının gizli hallerini araştıran, zan bataklığında çırpınan ve gıybet eden kişilerin derhal tövbe ederek iman tazelemesi tavsiye edilir. Zira bu gibi eylemler insanı sırat-ı müstakimden çıkararak manevî uçurumlara sürükler. Aşağıdaki ayet Müslümanları bu gibi davranışlardan uzak durmaya davet etmektedir:

“Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur).” (Hucurât, 49/12)

24 Ağustos 2008 Pazar

Pekin Olimpiyatları ve Türkiye'nin Ağlanacak Hâli

M.NİHAT MALKOÇ

Türkiye, yetmiş milyonu aşkın nüfusuyla ve coğrafî üstünlüğünün getirdiği nüfuzuyla tartışmasız büyük bir ülkedir. Fakat bu nüfus ve nüfuz üstünlüğümüzü Çin’in başkenti Pekin’de düzenlenen olimpiyatlarda gösteremedik. 08–24 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilen olimpiyatlarda birinci olarak ipi göğüsleyen Çin Halk Cumhuriyeti 51 altın, 21 gümüş, 28 bronz madalya kazanarak oyunlara ağırlığını koydu. Çin toplamda yüz madalyanın sahibi oldu. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin gerek ekonomide, gerekse sporda dünyada söz sahibi olmaya devam ediyor. Çin’in ardından ABD ikinci, Rusya üçüncü oldu. Onları İngiltere, Almanya, Avustralya, Güney Kore, Japonya, İtalya ve Fransa takip etti.

2008 Pekin Yaz Olimpiyatları, Türkiye için tam anlamıyla hezimetin başlangıcı oldu. Türkiye, Pekin Yaz Olimpiyatları’nda bir altın, dört gümüş, üç bronz olmak üzere toplam sekiz madalya kazanarak ancak 37. olabildi. Moğolistan, Yeni Zelanda, Kazakistan, Jamaika, Kenya, Belarus, Etiyopya, Küba, Tayland, K.Kore ve savaştaki Gürcistan bile bizden önde bitirdi olimpiyatları. Böyle rezalet görülmedi. Bu derece Türkiye’ye hiç yakışmıyor. Keşke olimpiyatlara katılmasaydık. Bu hezimeti bu kahraman milletin evlatlarına yakıştıramıyorum.

Devşirme sporcularla bundan fazlası beklenemezdi. Gerçi devşirme sporcu sadece Türkiye’de yok. Türkiye dışındaki pek çok ülkede de devşirme sporcu var. Üzücü olan şu ki devşirme sporcularımız yine bir şekilde başarılı oluyor da bizim sporcularımız bir türlü bekleneni veremiyorlar. Devşirmeler de olmasa sıfır çekecektik olimpiyatlarda. Zira atletizmde iki gümüş madalya kazanan Etiyopya’dan devşirilen Elvan Abeylegesse, güreşte tek altın madalyamızı kazandıran Çeçenistanlı Ramazan Şahin(Ramazan İbrayhanov)olmasa avucumuzu yalayacaktık. Fakat Türkiye sporda bu kadar küçük başarılarla avunmamalıdır.

Türkiye gibi genç nüfusa sahip bir ülkede böyle bir başarısızlığın olması akılla izah edilemez. Şunu dürüstçe söylemek gerekir ki Türkiye olimpiyatlara hazırlanarak gitmedi. İlk 10’daki ülkelere baktığımızda hepsinin sıkı bir hazırlık dönemi geçirdiğini görürüz. Ülkemizin olimpiyatlara tüm dallarda sadece 68 sporcuyla gitmesi hezimetin habercisiydi.

Bu olimpiyatlarda Rusya, Almanya ve Japonya gibi sporun önde gelen ülkeleri, Atina-2004’e göre düşüşler gösterdi. ABD, en büyük düş kırıklıklarını atletizmde ve yalnızca bir bronz madalya kazandığı boksta yaşadı. Ancak ABD’de, yüzücü Michael Phelps, sekiz altın madalya kazanıp, bir olimpiyatta en fazla madalya kazanan sporcu unvanına erişirken, ayrıca bu başarısını yedi dünya rekoruyla taçlandırarak tarihe geçti. Böyle büyük bir başarı olimpiyatların hafızalarda kalmasını da sağlayacak şüphesiz.... Bizde böyle büyük bir sporcu acaba ne zaman yetişecek? Bizim topraklarda niçin böyle değerler yetişmiyor? Bize ne oldu?

Türkiye’nin spordaki başarısızlıklarının sebebi hedefsizlik, plansızlık ve sistemsizliktir. İlk üç dereceyi elde eden Çin, ABD ve Rusya gibi ülkelerin spor stratejilerine baktığımızda bizden farklı olduklarını görürüz. Bir kere o ülkelerde spora çok küçük yaşlarda başlanıyor. Spor bir hobi olarak değil, esas iş olarak görülüyor. Spor okulları bu ülkelerde çok yaygın. Bunun yanında spor devlet tarafından teşvik ediliyor. Fakat spor politikacıların insafına ve tekeline bırakılmıyor. O ülkelerde sporu yönlendiren teşkilatlar özerk statülere sahiptir. Devlet memuru mantığıyla yürütülmüyor işler. Ya bizdeki durum nasıl?

Türkiye’de sporla ilgilenen kurumlar, gelen hükümetlerin politik bakış açılarıyla işleri yürütüyorlar. Türkiye’nin belli başlı ve uzun vadeli bir spor planlaması yok. Sporun okullaşma oranı çok aşağılarda, hatta yok gibi… Sporla ilgilenenler yeterli ve gerekli teşviki devletten ve ilgili kurumlardan göremiyorlar. Sporu yönetenlerin kaderi siyasetçilerin iki dudağı arasından çıkacak bir kelama bağlı… Durum böyle olunca böylesi hezimetler kader oluyor. Bu böyle gitmez. Türkiye bu hezimetlerin ezikliğini, yaşamak zorunda değildir.

Türkiye, spor alanında da diğer alanlarda da tez elden titreyip kendine dönmelidir. Büyük ülkeler büyük oynarlar. Türkiye için başarı en azından ilk 10’a girmektir.

Osmanlı Türkçesi Yahut Osmanlıca

M.NİHAT MALKOÇ

Cihan devleti olan Osmanlı 624 yıl boyunca dünyaya emsali görülmemiş bir adaletle hükmetti. Fakat hiçbir zaman tahakküm etmedi. Eli ve emri altındaki milletleri parya olarak değil, parça olarak gördü. Onun içindir ki Batılıların kışkırtmaları sonucu Osmanlı’ya isyan ederek bu köklü devletin bölünmesine sebep olan devletler Osmanlı’ya yaptıkları ihanetin vicdan azabını daima yüreklerinde hissetmişlerdir. Çünkü bağımsız olacaklarını sanan bu devletler sömürge heveslisi Batılı devletlerin kucağına oturmak zorunda kalmışlardır.

Osmanlı Devleti çok milliyetli bir yapıya sahipti. Devlet içerisinde farklı dillerden, farklı dinlerden ve farklı kültürlerden insanlar vardı. Osmanlı bu farklılıkları ortak insanlık potasında eriterek, mensuplarına huzur temin etmiştir. Bunu yaparken de bugünkü ABD gibi salyalı sömürgeci kılığında mazlum milletlere azı dişlerini gösterip ellerindeki bir somun ekmeği gasbetmemiştir. Açlığı da, tokluğu da, huzuru da, huzursuzluğu da paylaşmışlardır.

Osmanlı Devleti’nin değişik kaynaklardan beslenen zengin bir kültür hazinesi mevcuttu. Bu, maddî ve manevî kültürün bir araya gelmesinden oluşmuş zengin, canlı ve insanî bir birikimdi. Osmanlı değişik dil, din ve milliyetten oluşmuşsa da onun dili Osmanlı Türkçesiydi. Altı yüz yıllık kültürel birikim bu dille yoğrulmuş, adeta nakış nakış işlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin bu köklü birikimi Cumhuriyetten sonra bir anlamda müzelik olmuştur. Harf devrimiyle beraber Arapça, Farsça ve Türkçenin bir araya gelmesinden oluşan Osmanlı Türkçesi veya yaygın söyleyişiyle Osmanlıca kültürel hayatımızdan çekilmiştir. Osmanlı Türkçesinin doğal akışının sekteye uğratılmasıyla milyarlarca sayfalık kültür hazineleri kütüphanelerin tozlu raflarında meraklılarının insafına bırakılmıştır. Dünle bugünü birbirine bağlayan ip keskin bir bıçakla kesilmiş, dedeyle torun arasındaki iletişim bir anda kopmuştur.

Osmanlıcanın kültür hayatımızdan bir anda çekilişinin sancıları yıllarca yaşanmıştır. Bu sancılar bugün de yaşanıyor, belli ki yarın da yaşanacaktır. Fakat olan olmuştur, geçen geçmiştir. Bugün bunun tartışmasını yapmak beyhudedir. Geçmişe, Osmanlıcaya dönelim demiyorum. Aksine şunu iddia ediyorum: Bugün Osmanlıcaya, Arap menşeli harflere dönmek tıpkı Osmanlıcadan Latin harflerine geçişteki sancıların yaşanmasına sebep olacaktır. Artık tercih yapılmıştır. Fakat bu demek değildir ki Osmanlı Türkçesini hayatımızdan silip atalım. Biz istesek de kütüphanelerimizde bizleri bekleyen milyonlarca ciltlik eser buna müsaade etmez. Demek ki Osmanlıca da bizim bir parçamız olarak ebediyen kalacaktır.

‘Osmanlıca’ ifadesini ben doğru bulmuyorum. ‘Osmanlı Türkçesi’ demek daha doğru olacaktır. Çünkü Osmanlıca deyince sanki Türkçeden farklı bir dil algılanıyor. Oysa Osmanlıca, Türkçenin bir parçasıdır. Alfabeyle dili birbirine karıştıranlar Osmanlıcayla Türkçe arasında kalın duvarlar örmüşler, bu bütünlüğü bozmaya çalışmışlardır. Onun içindir ki ben ‘Osmanlıca’ yerine ‘Osmanlı Türkçesi’ ifadesini kullanmayı yeğliyorum.

Osmanlı Türkçesi çok zengin bir dildi. Milyonlarca kelimeyi içinde barındırıyordu. Arapça ve Farsçadan beslenen bu dil, söz konusu dillerdeki kelimeleri hiçbir zaman olduğu gibi almamıştır. Arapça ve Farsça kelimeler üzerlerindeki elbiseleri çıkarıp yeni renklerle, yeni libaslarla dilimize girmişlerdir. Bunu görmezlikten gelip zihinleri bulandıranlar az değildir. Gelin dünle bugün arasında köprü kuralım. Bugünkü Türkçeyi de dünkü Osmanlıcayı da yaşatalım. Bu ifadeleri saptırıp da öküz altında buzağı aramayalım.

Geçmişimizi çepeçevre kuşatan Osmanlı kültürünün izlerini takip edebilmek için Osmanlı Türkçesini bilmek zorundayız. Çocuklarımıza muhakkak bu dili öğretmeliyiz. Bunun yolu da lise seviyesindeki okullarımızda ‘Osmanlı Türkçesi’ dersini seçmeli dersler arasına koymaktır. Bunu yap(a)madığımız takdirde geçmişinden kopuk ve kültüründen habersiz bir nesil yetiştirmiş olacağız. Batılılar olsa bunu çoktan yapardı. Fakat bizler böyle bir şeyi telaffuz ettiğimizde ‘geriye dönüş’ anlamına gelen ‘irtica’ yaygaraları koparılmaya başlanır.

Netice olarak mezar taşlarını okuyamayan bir nesil bizi utandırmaya yeter herhalde…

Seherde Duaya Kalkan Eller

M.NİHAT MALKOÇ

Dualarla ubudiyetimiz can kazanır. Kulluğun şiarı olan namaz da bir çeşit duadır. İbadetlerin özüdür dua. Dua demek istemek değildir sadece. Aczimiz karşısında yüce Rabbimizin büyüklüğünü ve kudretini hatırlayıp idrak etmektir bir anlamda. Çalınacak kapının Hakk kapısı olduğu şuurunu diri tutmaktır zihinlerde. Dualarla arşa kanatlanırız. Mirac’ın yolları da dua taşlarıyla örülmüştür. Bizi uçuran iki kanattan biridir dua. “De ki, eğer duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?” (Furkan, 25/77) ayeti duanın kıymetini gözler önüne sermeye yetiyor. Duanın önemiyle ilgili olarak bu Allah kelamından başka söze hacet var mı? Peki, niçin dua etmekten, Hakk’a yalvarmaktan içtinap ediyoruz? Dua etmek için ille sıkışmak, muhtaç duruma düşmek mi lazım? Kul sıkışmayınca niçin duayı ve Allah’ı hatırlamaz? Kulluğumuzun yanında dualarımız da ne yazık ki zaruret noktasında başlıyor.

Dualar besler amellerimizi, amellerimiz de dualarımızı. Secdeden gayri hiçbir şey temizlemez yürek tozunu. Dualar sabır sarmaşıklarımızı sular, yeşertir. Seherler dualarla aydınlanır, berraklaşır, güzelleşir. Şebnemlerin çiçeklere su verdiği demlerde samimiyetten beslenen dualar ruha can verir. Zikrin, fikrin ve şükrün aynı potada yoğrulmasıyla oluşan dua; mutlak güce dayanmanın ve ona güvenmenin en güzel ifadesidir. Dua kendi kendimize yetmediğimizin, Allah’ın rahman ve rahim sıfatlarının gölgesinde gönül bahçelerimizin yeşerebileceğini düşünmenin dile ve amele dökülmüş halidir. Dualar kulluğun ihyasıdır.

Dua, kulla Rabbi arasında kurulan bir rahmet köprüsüdür. Ancak bu köprüden geçilir selamet sahiline. Allah rızasını kazanmanın ve ona dayanmanın yoludur gücünü samimiyetten alan dualar… Ondan başka her neye dayanıyorsanız yıkılmaya ve çökmeye mahkûmdur. Duadır cennet yurdunun ve köşkünün altın anahtarı. Bu anahtarı daima yanınızda taşıyınız ki zor zamanlarınızda sizi selamete ulaştıracak bir güven kaynağınız ve vasıtanız olsun.

Kulun Allah’a yalvarışının en güzel zaman dilimidir seherler; karanlıkların yanında içimizi de aydınlatırlar. Yürekten dile, dilden semaya yükselen dualar; günahları yakan ateşin çırasıdır. Secdeye giderek gözyaşı döken ve aczini giryesine akıtan müminler cehennem ateşini söndürmek için gönül göklerindeki bulutlara ab-ı hayat hükmünde su taşırlar. O dualar ki rahmet ellerinin üzerimizde gezmesini, ruhumuzdaki yangınları söndürmesini sağlarlar.

Allah, kendisinden istekte bulunulanların şüphesiz ki en cömerdi ve en zenginidir. Ondan başka gidebileceğimiz kapı, ondan başka gerçek dostumuz yoktur. İçimizi karartan dünya meşakkatleri karşısında dua ikliminde soluklanırız ancak... Sevdiğim bir ilahinin “Can-ü gönülden seversen/Yalvar kul Allah’a yalvar/Maksuda ermek istersen/Yalvar kul Allah’a yalvar” dizeleri duanın kime ve nasıl yapılacağını göstermektedir. Zira O, hiçbir zaman kullar gibi, verdiğini yüzüne vurup başa kakmaz. O sabredenlerin en güzelidir; daima mühlet verir. Kulların yaptığı gibi muhataplarını sıkboğaz etmez. O’nda tolerans sınırsızdır.

Karanlık geceler içlerinde nice rahmetler ve bereketler saklarlar. Gecelerde yapılan ibadetler, dua ve niyazlar sair zamanlarda yapılanlara göre daha kıymetlidir. Kolay değildir gece uykusunu bölerek Hakk’ın divanına durmak… Şeytan bu zamanlarda kulların üzerine şer yorganını örterek onları yatağa iyice basar. Bu baskıdan güçlü iradeyle kurtulup Hakk’a dua ve niyazda bulunanların istekleri biiznillah reddolunmaz. Seherlerde üzerine güneş doğmayanlara rahmet, bereket, feyiz, lütuf ve bol rızk yağar. Günahlarına ağlayanların gözyaşları cehennemin azap ateşlerini söndürür. Ne mutlu günahına ağlayabilenlere!...

Az yemek, az uyumak ve az konuşmak insanı meleklere yaklaştırır. Öldükten sonra zaten kabirde uyumak için yeterince zaman olacak! Fakat korkarım ki dünyada seher vakitlerinde dua ve niyazda bulunmak yerine, gaflet ve dalalet içerisinde uyuyanlar kabirde uyumaya fırsat bulamayacaklardır. Hakk âşıkları seherlerin rahmet ve bereketinden istifade etmeyi fırsat bilirler ve bu vakitleri ganimet sayarlar. Duaların Hakk’a perdesiz ulaştığı bu zamanlarda gözlerimizden akan yaşlar, ruhumuzdaki pişmanlıklar bizi selamete götürecektir.

Gözlerin Umut Denizi

M.NİHAT MALKOÇ

Umut deniziydi gözlerin…
Gözlerinden dayandım yürek kapılarına. Yaylalardan topladığım papatyaları başına taç yapman için getirdim sana. Şair yüreğimde yoğurduğum şiirleri serenat niyetine okudum uzun gecelerde. Ay ışığı sana düşkünlüğümün tek şahidiydi. Yağmur sonrası toprak kokusu gibi doğaldı sana dair sözlerim. Aşk süvarilerini sürdüm açık denizlerine. Deniz mavisi gözlerinde kayboldum günün ortasında. Akıp giden bulutlara karıştı eylül sarısı umutlar…

Umut deniziydi gözlerin…
Mavi gökler rengini gözlerinden çaldı besbelli. O gözler ki hırpalanan benliğimin katiliydi. Gönül yamaçlarını süsleyen saçlarınla sen bir Afrodit’tin bütün güzellikleri içine hapseden. İçimdeki aydınlık, gözlerinden akan ışık demetiydi. Gözlerine değen bütün maviler hırsızdı. Seher vakitlerinin tazeliği de gözlerinin maviliğinden almıştı bahar esintisini. Gözlerin bakışların en güzeline gebeydiler… Ve bir o kadar da çırılçıplaktılar.

Umut deniziydi gözlerin…
Kirpiklerin uzaklara, hayal ufuklarına açıldığım yelkenlinin direkleriydi. Açık denizlerde fırtınalara karşı sığındığım tek limandı içinde yükselen sevgi burçları. Yılgınlığımın ilacıydı bakışlarındaki pırıltılar. Gözümün feriydi keskin bakışların. Zemheri gecelerinde içimin buzlarını eritirdi göklerinden doğan sevda güneşi. Öyle bir güneşti ki yoktu bir eşi. Karanlıklar gözlerinin aydınlığıyla dağılırdı, sabahı müjdelerdi gözlerin.

Umut deniziydi gözlerin…
Dalgalar ayaklarıma değdikçe bir annenin çocuğunu severken içinde büyüdükçe büyüyen sevgisini sende bulurdum. Nefretler kaçacak delik arardı yürek coğrafyasında. Gecelerim, gözlerinden aldığı ışıkla sabahlara ‘merhaba’ demenin hazzını duyardı bütün hücrelerinde. Yaşama dair umutlarım imkânsızlığın yalçın kayalıklarına çarparken sımsıcak bir kucak olurdun yetim düşlerime. Kanadıkça acıyan yanlarıma merhem…

Umut deniziydi gözlerin…
Bana yasaktı sevdalı bakışların. Hasta kalbimin eceliydi gözbebeklerinden çıkan zehirli oklar. Gizemler saklardın ufka dalan mahmur bakışlarında. Sevinçlerim, umutlarım ve korkularım gözlerinden neşet ederdi. Elimdi, ayağımdı, başımdı ve sımsıcak aşımdı afet gözlerin. Şiirlerim mavi gözlerinden alırdı sonsuzluk ilhamını. Sensizlik sessizliğe karışırken gönül bahçelerimde açan bembeyaz bir çiçek olurdun. Çiçekler ki kokusunu alırdı senden.

Umut deniziydi gözlerin…
Gözlerinden doğardı gün. Yirmi beşinci saatim, on üçüncü ayım, beşinci mevsimimdin sen. Çöl gecelerinde buz kesen tenime sardığım sımsıcak yorgandın. Adını yazdım bulutlara; yağmur yağdı silindi. Çöllere işledim güzelliğini; rüzgârlar kıskandı silindi. Güneşe kaldırdım eşsiz sıcaklığını, akşam oldu buz tuttu. Ay ışığına emanet ettim hatıralarını; sabah oldu çalındı. Ağlayan gözlerinde tuz tortusu olmayı ne çok isterdim; sana daha yakın olmak için.

Umut deniziydi gözlerin…
Gözlerin bütün kelimelere hükmederdi. Gözbebeklerinde beliren hüzün ateşi yüreklerimi yakardı. Bir bakışına mahkûmdu hissiyatım. Şikâyetim gül bakışına değil, zakkum bakışımaydı. Şiirdi bakışların, güzellemeydi, ağıttı en sonunda. Duygularımı tetanos edecek kadar tehlikeli paslı bir çiviydi kalbimden söküp atamadığım düne dair hatıralarım.

Umut deniziydi gözlerin…
Şimdi bana gözlerinin sürgününden özlemin yadigâr kaldı. Hatıraların gölgesinde soluklanıyorum eylülün yürek parçalayan hüznünü. Yokluğunda hayat bile kayıyor iki elimin arasından. Zamanın göklerinin karardığı bu demlerde hayalini kurmaktan başka yok gücüm. Özgürlüğüm yüreğine zincirlerle bağlı. Şimdi benden öte ‘sen’ olmuşum. Bana ya beni ya seni ver. Çöz kalbime doladığın zincirin halkalarını. Koma beni uçurumun kenarında çaresiz.

21 Ağustos 2008 Perşembe

Ömer Lütfi Mete'nin Zor Zamanları

M.NİHAT MALKOÇ

Karadeniz’in hırçın çocuğudur gazeteci-yazar-senarist Ömer Lütfi Mete… Rizelidir kendisi. Karadeniz coğrafyasının harbiliği, hasbiliği ve hırçınlığı onun hücrelerine sinmiştir. Müslüman-Türk inancının ve örfünün ilk nüvelerini çocukluk yıllarında almıştır. Kur’an Kursu eğitiminden geçtikten sonra liseyi memleketi Rize’de bitirmiş, ardından okumak için İstanbul’a yelken açmıştır. Orada İktisat Fakültesi’nde başlayan yükseköğrenimi Eğitim Enstitüsü’nde son bulmuştur. Kısa bir süre memleketi Rize’de edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Babıâli’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni Haber, Ortadoğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde editör, yönetici ve yazar kimliğiyle basınımıza hizmet etmiştir. Kalemini Türklük, Müslümanlık ve insanlık davasına adamıştır.

Tutarlı ve onurlu bir kalem olan Ömer Lütfi Mete pek çok eser vermiştir kültür dünyamıza. Gülce (şiir), Çığlığın Ardı Çığlık, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, Çizme (roman), Derin Millet Manifestosu (Köşe Yazılarından Seçmeler), Hacıyağı ile Parfüm Arasında (Deneme), Balonya Tüneli, İtfaiye Yanıyor (Kara Mizah) bu eserlerden bazılarıdır. Bunların yanında izleyici tarafından beğenilen “Çizme, Gülün Bittiği Yer, Bizim Yunus, T.H.E İMAM” gibi sinema filmlerinin senaryosu da onun kaleminden çıkmıştır. Herkesi ekranlara çeken Deliyürek dizisinin senaryosunu Ömer Lütfi Mete’nin yazdığını bilmeyenler az değildir. Ya Kurtlar Vadisi adlı diziye ve sinema versiyonlarına olan katkıları… Bunları pek az insan bilir. “Bizim Ev, Evlere Şenlik, Ortaklar, Avcı, Hayat Bağları, AGA, Çanakkale Destanı (Belgesel Drama) onun kaleminden çıkan diğer kıymetli dizi senaryolarıdır. “Köstekli Saat, Ayrı Dünyalar, Veysel Karanî, Ahmet Bedevi” TV filmleri de onun maharetli kaleminin değerli ürünleridir. Ya gazetelerde kaleme aldığı birbirinden kıymetli köşe yazıları…

Hayatına ayna tutmaya çalıştığım Ömer Lütfi Mete, bugünlerde hayatının en zor zamanlarını yaşıyor. Sağın yaşayan güçlü kalemlerinden Ömer Lütfi Mete, Sakarya’da geçirdiği kalp krizi sonrasında hastanelerde tedavi süreci başladı. Bugüne kadar tedavilere pek cevap vermedi. Fakat son zamanlarda kendisinde umut pırıltıları görüldüğü söyleniyor.

Bizler Ömer Lütfi Mete’nin yazılarıyla büyüdük. Onun asil ve dik duruşu bizlere örnek teşkil etti. Şeytanın mesaisini artırdığı bu zamanda O, hep meleklerin yanında Hakk’a ve hakikate omuz verdi. Yazılarında gerçeklerin nabzını tuttu. Hayata İslam’ın gözlüğüyle baktı. Dünyayı idrak etmede kullandığı ölçüler hep Kur’anî ve imanîydi. İnşallah iyileşir ve aramıza dönerse bundan sonra da öyle olacağına olan kanaatim sonsuzdur.

Ömer Lütfi Mete sermayenin yanında değil, gerçeklerin aydınlığında bulunmayı onur saydı kendine. Sermayenin düdüğünün öttüğü gazetelerde yazarken bile yağdanlık olmadı hiç… Doğru bildiği yoldan asla ayrılmadı. Geçen zaman onun düşüncelerini solduramadı. Liberalizmi özgür düşüncenin en büyük düşmanı saydı. Milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin sözcülüğünü yapan Mete, İslamî ve insanî hassasiyetleri gelişmiş bir insandır.

Ömer Lütfi Mete’nin futbola da yakın bir alakası vardır. Futbol yorumları yerinde ve tutarlıdır. Yorumlarında taraftarlık yönünü bir kenara bırakarak ciddi analizler yaparak futbola ayrı bir pencereden bakar. Fakat bu işi becerse de ben bir edebiyatçıya futbolla bu kadar içli dışlı olmayı yakıştıramıyorum. Buna değerli hikâyeci Mustafa Kutlu’yu da dâhil ediyorum.

Son yıllarda Ömer Lütfi Mete’nin siyasetin içine daha çok girdiğini, bu alanda kalem oynattığını, hatta kitap çapında eserler kaleme aldığını görüyoruz. Onun araştırmacı-yazarlık sahasında da çok başarılı çalışmalarını görsek de ona edebî eserler daha çok yakışıyor.

Ömer Lütfi Mete, sevenlerinin dualarıyla ve Rabbimizin “Şafi” sıfatının tecellisiyle yaşayacak ve bundan sonra da şeytana ve şeytan suretlilere taş atmaya devam edecektir. Onu bu zor zamanlarında dualarımızla destekleyelim. Zira bu durumda duadan başka elimizden gelecek bir şey de yoktur. Mete; Türk basınında ve son dönem edebiyatımızda üslup sahibi bir yazardır. Ondan sağlığına kavuştuktan sonra yeni eserler bekleyeceğiz. Aramıza dön artık…