29 Ekim 2008 Çarşamba

Gençliğe Hitabe'nin Işığında...

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman, hayatımızı kuşatan bir örtüdür. Her şey onun şahitliğinde gerçekleşiyor. Dün, bugün, yarın… Hepsi de zamanın halkaları… Zamana dair gerçekleri iyi okumak gerekir. Zira zaman, mekân, hadise üçgeni her şeyin başı… Aynı şartlarda gerçekleşen vakalar genellikle aynı neticeleri doğurur. Zamanın farklı yılları göstermesi, aynı sebeplerin benzer sonuçları doğurması gerçeğini değiştir(e)mez. Tarihin tekerrürden ibaret olup olmadığı yıllarca tartışılmıştır. Sonuçta her şeyin mevcut şartlara bağlı olduğu, değerlendirmelerin bu şartları göz önüne alarak yapılması gerektiği ve olayların buna göre şekil alacağı belirtilmiştir.

Atatürk, sezgileri güçlü bir insandı. Zamanı onun kadar yerinde kullanan, tabir caizse zamanın nabzını ustaca tutabilen lider dünyada pek azdır. Onun yapacaklarını sıralaması ve düşüncelerini hayata geçirirken zamanlaması, üstün meziyetlerinden bir başkasıydı. İlke ve inkılâplarının hayata geçirilişinde ve geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinde bu zamanlama faktörünün mühim etkisi vardır. O, yarınların neler getirebileceğini tahmin edebiliyordu. Bu yüzden geleceğin mimarı olacak gençlere bir dizi nasihatlerde bulunmuştur. Bunun en güzel örneğini de “Gençliğe Hitabe” isimli nutkunda ortaya koymuştur. Bu söylevinde yarınlarımızın teminatı olan gençlerin nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmiştir:

“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir… Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.”(Gençliğe Hitabe-Nutuk-Mustafa Kemal Atatürk)

Şanlı milletimiz cephelerde kanıyla destan yazdı. Cumhuriyet öyle kolay elde edilmedi zira. Bu nimetin kıymetini bilmeliyiz. İstiklâl uğrunda nice civanlarımız toprağın kara bağrına düşerek mübarek şahadet şerbetini içtiler. Atatürk’ün başkomutan olduğu savaşlarda pek çok kahramanımız olağanüstü bir cesaret göstererek düşmanın üzerine atıldı. Sağ kalanlar gazi, ölenler de şehit oldu. Kurtuluş Savaşı’nın mimarı olan Atatürk de gazi olma şerefine erişti. Bunu yaparken en ufak bir tereddüt geçirmediler. Günümüz gençliğinde bu kararlılığı ortaya çıkarmak için onlara millî his kazandırmalıyız. Atatürk, istiklâl ve cumhuriyetin değerini çok iyi bildiği için gençlerden bu nimetlere sahip çıkmalarını istiyor. Karşılaşabilecekleri güçlüklere söylevinde değiniyor, bunları aşmalarını isteyerek şöyle bir tablo çiziyor:

“Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir… Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda, mevcuttur.” (Gençliğe Hitabe-Nutuk-Mustafa Kemal Atatürk)

Türkiye’miz zaman zaman Atatürk’ün çizdiği bu çirkin tablolarla karşılaştı. İç ve dış düşmanlarımız bizi tarih sahnesinden silmek için hiç boş durmadı. Fakat Türk gençliği Atatürk’ün tavsiyelerine uydu ve tüm tehditleri bertaraf etti. Bu iç ve dış tehlikelerle bugün de, yarın da karşılaşabiliriz. Gençlik her şeye rağmen aynı kararlılıkla istiklâl ve cumhuriyetin korunması için mücadele edecektir. Gençlerimizde bu azim ve kararlılığı görüyor ve onlara güveniyoruz. Onlar cumhuriyetimizin yılmaz bekçileridir. Onlar Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinin ışığında zifiri karanlıklara rağmen aydınlık ufuklara kararlılıkla yol alacaklardır.

Cumhuriyet Fazilettir

M.NİHAT MALKOÇ

Cumhuriyet insanca bir yaşama biçimidir. Millî bayramlarımız içerisinde apayrı bir yeri ve anlamı vardır bu güzel bayramın. Çünkü cumhuriyetle beraber yeni Türk devletinin adı konmuş ve bu güzel hadise bütün dünyaya ilan edilmiştir. Osmanlı’nın çöküşüne sevinen düşman devletler yeni bir Türk devletinin kurulmasıyla sevinçlerini içlerine gömmek zorunda kalmışlardır. Türklerin devletsiz ve teşkilatsız yaşayamayacaklarını görmüşlerdir.

Türkler devlet kurup yıkmada dünyada emsalsizdir. Türklerin tarih boyunca 113 devlet kurduklarını söylersem bu kanaatime iştirak edersiniz herhalde. İşte bu devletlerin sonuncusu ve 113.sü şanlı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bugünkü devletimizin en büyük özelliklerinden birisi de “Türk” adıyla kurulan ikinci devlet oluşudur. Daha evvel Göktürkler kurdukları devlette Türk ibaresini kullanmışlardı. 29 Ekim sadece Cumhuriyetin değil, son kez kurulan ve ebedî olan Türkiye’nin de kuruluş tarihidir. Yani bizler bu tarihte devletimizin kuruluş yıldönümünü de kutluyoruz. Bir yanda cumhuriyet, öbür yanda Türkiye… Onların terkibiyle oluşan Türkiye Cumhuriyeti… Nasıl da yakışmışlar birbirine, öyle değil mi?

Bağımsız bir ülkede, ayyıldızlı bayrağın gölgesinde ve marşların en güzeli olan İstiklal Marşı’nın o anlamlı haykırışının yankılarının duyulduğu bir ortamda yaşamak bir lütuf bizlere… Bu güzelliklerin filizlenmesinde katkısı olanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Dünyadaki pek çok ülkenin adına kuyruk olan cumhuriyet, ancak demokrasiye ve insan haklarına inanmış kadroların elinde anlamını bulabilir. Yoksa adına cumhuriyet demekle bir ülke cumhuriyet olmaz. Bu, halkın gözünü boyamaktan öteye gitmeyen bir kandırmacadır.

Ne yazık ki birçok diktatörlükte rejim sözde cumhuriyettir. Fakat bizdeki cumhuriyetin banisi Atatürk, amacına ve anlamına uygun bir cumhuriyet idaresi bina etmiştir. Bunun da takipçisi olmuş, uygulamalardaki aksaklıkları iyi niyetle ortadan kaldırmıştır. O, cumhuriyetin oluşturduğu özgürlük ortamını kaosa dönüştürmemek için büyük gayretle çalışmıştır. İnsanların düşüncelerine saygıda kusur etmemiş, bütün düşüncelerin yeşerebileceği bir fikir bahçesi kurmuş ve onu sulamıştır. O, özgürlüklerin bayrağını gönderden indirmemiştir. Onun bu husustaki sözleri dikkate şayandır: “Cumhuriyet düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır.” (Atatürk’ün S.D. III)

Bizim halkımız cumhuriyet idare şeklini ta başından beri benimsemiştir. Çünkü bu milletin yapısında cumhuriyet yönetim şeklinin ahkâmı karakter olarak vardır. Balık için su neyse bizler için de hürriyet odur. Bizler ancak özgürlük ortamında kendimizi bulur ve büyük atılımlar gerçekleştirebiliriz. Türkiye’de siyasetin zemini de cumhuriyetle sağlamlaşmıştır. Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük tohumları cumhuriyet bahçesinde yeşermiş ve boy atmıştır.

Cumhuriyetin dinle, dinin de cumhuriyetle hiçbir meselesi yoktur. Bazı satılmış kafaların anlamsız taşkınlıklarını bu kapsamda düşünmemek gerekir elbette. Zira bu ülkenin mabetlerinde bile cumhuriyetin arifesinde bu kavrama övgüler dizen hutbeler okunur. Zaten cumhuriyet varsa fikir özgürlüğü vardır, fikir özgürlüğü varsa inanç özgürlüğünden bahsedilebilir. Bunlar bir zincirin halkaları misali birbirine bağlıdır. Durum bu iken İslam’la cumhuriyeti birbiriyle bağdaştıramayanların kuru akıllarına şaşarım. Onlar İslam’daki icma kurumunu hiç mi görmezler? Zira icmanın cumhuriyetle örtüşen yanları çoktur.

Cumhuriyet hoşgörünün de birinci adresidir. Bu rejimde çatışmalar ve anlamsız kavgalar yerini sevgi ortamına bırakır. Müslimlerle gayrimüslimler aynı gayeler için devletinin yanında olur ve onun yükselmesi için gecesini gündüzüne katar. Zira bu devlet ve bu topraklar sadece bir kesimin malı değildir. Cumhuriyet gayrimüslimlere de özgür bir ortamda refah içinde yaşayabilme zemini hazırlar. İnsanlar güçlerini kavgada değil, ülkenin refahının ve imarının tesis edilmesinde harcarlar. Bilirler ki pasta ne kadar büyütülürse insanların ondan alacakları pay da o derece büyür. Cumhuriyet bunun için fazilettir.

Trabzon 15 Ağustos'ta mı Fethedildi?

M.NİHAT MALKOÇ

Sislere teslim olmuştu Trabzon ufukları. Şehrin sancıları her geçen gün daha da artıyor, çekilmez oluyordu. Kirli çizmelerin altında nefes almakta zorlanan Trabzon, gülmeyi çoktan unutmuştu. İslam beldelerinin sıcaklığı ve sevecenliği yoktu bu topraklarda. Coğrafya huzursuzdu yaban ellerde. Onun içindir ki şehir, gerçek Fatih’ini arıyor, genç bir kızın yavuklusunu gözler gibi o da müstakbel sahibinin yolunu gözlüyordu. Vuslat yakındı. Fatih evvela İstanbul’u fethetmiş, Osmanlı devletinin hâkimiyet sahasını genişletmişti. Fakat Fatih’in gözü Karadeniz’deydi. Doğunun da vatan topraklarına dâhil olması pek çok meseleyi kökünden halledecekti. Zira doğuda, Trabzon’da kaynayan bir cadı kazanı vardı. Bu kazan kaynadıkça Fatih’e huzur, Osmanlı’ya emniyet haramdı. Trabzon tekfuru haddini aşıyor, Osmanlı’ya cephe alıyordu sürekli. Osmanlı’ya karşı şer cephesi kurulması için gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar çalışıyordu da bizim Fatih uyuyor muydu? O da gelişmeleri takip ediyor, önlemler alıyordu. Cenevizlilerin elinde bulunan Amasra’nın, Candaroğullarının elindeki Kastamonu’nun ve Sinop’un fethi Trabzon’a bir yol açmak, engelleri aşmak içindi biraz da…

Fatih’in asıl hedefi stratejik önemi olan Trabzon’u almaktı. Trabzon onun bir anlamda kızıl elmasıydı. Bununla ilgili olarak Hünkâr Mahmut Paşa’ya: “Mahmut, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teala ben zayıfa kuvvet verip, anı nasip ede. Evvel biri, şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinop ve Koyul-hisar’dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon’u bir cünüp kâfir yiyip yürür. El-hâsıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez” der. O zamanlar Trabzon Rum Devletinin toprakları Giresun’dan başlayıp Batum’a kadar devam etmekteydi. Bu topraklarda Rumlarla birlikte önemli miktarda Türk nüfusu da yaşamaktaydı. İç bölgelerde ve yaylalarda yaşayan Çepnilerin varlığını hiç kimse inkâr edemezdi. Bu Çepniler fetih için Trabzon’a güneyden gelen Fatih’in askerlerine kılavuzluk yapmışlardır. Fatih doğudan, veziri Mahmut Paşa ise batıdan hareket etmiş, çok zorlu yerlerden geçmişler, Trabzon’a ulaşmışlar, böylece Rumlar da şaşkına uğratılmıştır.

Fatih’in Trabzon çıkarması hiç de kolay olmamıştır. Çıkarma sırasında nice zorluklara göğüs gerilmiştir. Fatih’in arabaları dağlarda çamura saplanmış, ama o pes etmemiş, develerle bu engeli büyük bir azametle ve gayretle aşmıştır. Uzun Hasan’ın annesi bu zorluklar karşısında büyük emeklerle çıkarmayı sürdüren Fatih’e: “Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür, demiş Fatih ise buna karşılık “Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.” ibretli cevabını vermiştir.

Fatih’in Trabzon’a gönderdiği ilk birlikler büyük zayiatlar verse de geriden gelen birliklerle ve denizden destek veren donanmayla Trabzon altı haftalık süre sonunda alınmış, Trabzon Rum Devletine son verilmiştir. Trabzon Rum İmparatoru, Fatih’e teslim olmak mecburiyetinde kalmıştır. Trabzon’un fethinin yıl olarak 1461 olduğu kesindir. Fakat ay ve gün konusunda kesin bilgiler mevcut değildir. Bununla ilgili tarihçilerin değişik tarihler söyledikleri bir gerçektir. Bunlardan en enteresanı tarihçi Fahrettin Kırzıoğlu’na aittir. Kırzıoğlu Trabzon’un 15 Ağustos 1461’de fethedildiğini söyleyerek fethe ayrı bir boyut kazandırır. Bunun aksine bugün Trabzon’un fetih tarihi 26 Ekim olarak kabul edilmektedir. Bu görüş tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya aittir. O, W. Miller’i kaynak göstermektedir. Macaristan’daki Venedik elçisine bildirilen bir Venedik vesikası belge kabul edilmektedir.

Trabzon üzerine önemli bir çalışma yapan araştırmacı M. Hanefi Bostan ise Bryer ve Winfield’ın Osmanlı ordusunun takip ettiği güzergâh ve takvime dair bilgilerinden yola çıkarak Trabzon’un fetih tarihi konusunda 15 Ağustos 1461’de ısrar etmektedir. Bizler günümüzde Trabzon’un fethini 26 Ekim’de kutlasak da bunun açıklığa kavuşması gerekir. Bu konudaki şüphe ve tereddütleri izale etmek için yeni ve ciddi çalışmalara ihtiyaç vardır.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Bir Dağ(larca) Devrildi...

M.NİHAT MALKOÇ

Şiir burçları şairlerin omzunda göklere yükselir. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan şairler dilin bayraktarıdırlar aynı zamanda. Onlar ölünce dil bayrağı düşer mi? Şairin ölümü şiirin ölümü değildir elbette. Şair ölünce eserleri konuşmaya başlar. Şair yarınlara dair sözlerini şiirleriyle ebedileştirir. Şiirler yarınlara yazılan mektuplardır aslında. Okuyucu o mektupları okuyarak dünle bugün arasında sağlam köprüler kurmaya çalışır. O şiir mektupları okunmaz olunca dünle bugün arasında kurulan köprüler atılır. Dilin en güzel numuneleri olan şiirler hayattan çekilince sadece nefes alıp vermekten ibaret kalır hayat.

Şair söyleyecek sözü olan insandır. O, söyleyeceklerini şiirin kalıpları içerisinde az ve öz sözle, sağlam bir dille ifade etmeye çalışır. Kelimeler yoğun anlamlar yüklenir şiirin satır aralarında. Şair manayı yoğuran ve ondan yeni şekiller kuran insandır. Bu şekiller ruh dünyamızda yeni açılımlar kazanırlar. Şiir evreninde yeni dünyalar kurulur her seferinde.

‘Şairler az mı yaşıyor?’ sorusu hep zihnimizi meşgul eder durur. Şairlerin az yaşadığından yakınıp dururuz hep… Gerçekten de öyledir. Şairler az yaşıyor. Elli yaşını gören şairler o kadar da çok değil. Onlar vereceklerini verip bir an evvel çekilirler iyilerle kötülerin kavgasına sahne olan dünyadan. Durum bu iken çağımızın yaşayan en büyük şairi geçti gözümün önünden. O, bu tezi uzun bir ömür sürerek çürütüyordu sanki. Doksanını aşan, yüze yaklaşan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bahsediyorum. Keşke yüz yaşını görseydi de şairlerin ‘dalya’ diyenlerinin arasına alabilseydik onu. Çok yaklaştı ama olmadı işte.

Türk şiir çınarının yapraklarından biri daha hüzünle döküldü toprağa. Ölümü çağrıştıran sonbahar avcısı, dalında sararan yapraklardan bir tanesini daha avladı. Hayatını şiire adayan ve hemen her konuda muhakkak bir veya birkaç şiiri bulunan Dağlarca, adeta bir şiir makinesiydi. Türk şiir kitaplığına birbirinden kıymetli eserler kazandıran bu duygu adamı Cumhuriyet tarihinin de canlı tanıklarından biriydi. Zira Cumhuriyetten daha yaşlıydı kendisi.

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde apayrı bir yeri vardı. Bugüne kadar 138 kitabı yayınlanan şairi büyük küçük tanımayan yoktur sanırım. O, şiirde hiçbir akıma ve edebî gruba dâhil olmamıştı. “Çocuk ve Allah, Daha, Çakır’ın Destanı, Kaçaklar, Çiçek Seli, Batı Acısı, Akdeniz, Üç Şehitler Destanı, Haydi, Aç Yazı, Toprak Ana, Kınalı Kuzu Ağıdı, Mevlâna’da Olmak, Uzay Çağında Olmak, Türk Olmak, Dışardan Gazel, Bağımsızlık Savaşı, Asu, Çukurova, Dört Kanatlı Kuş, İstanbul Fetih Destanı, Çanakkale Destanı, İzmir Yollarında...” adlı kitaplar ondan bize miras kalan dil şaheserleridir.

Uzun ve bereketli bir ömrün ardından aramızdan ayrılan Dağlarca’yı daha çok “Çocuk ve Allah” adlı eseriyle özdeşleştirmiştik. O, bu kitabında çocuklara Türkçenin sade ve gülen yüzüyle seslendi. O, bu kitaptaki şiirleriyle çocuklara kelimelerden yeni dünyalar inşa etti.

Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir aşığıydı. Adeta şiir için yaşadı. Onun dünyasında şiirin apayrı bir yeri vardı. Duygu ve düşüncelerini şiirin imkânlarıyla geniş kitlelere aktardı. Başka şairler gibi şiirin yanında roman, hikâye, deneme gibi türlerde yazmadı. Sade ve sadece şiir yazdı uzun ömrü boyunca. Şiire sadakati kelimelerle ifade edilecek cinsten değildi.

Dağlarca Türkçeyi en doğal haliyle en güzel kullanan şairlerin başında geliyordu. Onun “Türkçe benim ses bayrağım” deyişi herkes tarafından sevilerek benimsenmişti. O, yaşayan Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biriydi. Kelimelerle kavgası yoktu, O, kelimelere dosttu, kelimeler de ona. Türkçenin saflığını ve pınar duruluğundaki berraklığını onun bütün dizlerinde görebilirsiniz. Bir konuşmasında kendisini “Yarısı şiir olan bir yaratık olarak” tanımlıyordu. Onun ölümüyle Türkçemiz ta yüreğinden yara aldı.

Hayat-ölüm… Her şey bu iki çizgi arasında saklı… 26 Ağustos 1914’te doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008’de 94 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. O şimdi Karacaahmet’te belki yeni şiirlerini yazıyordur… Çocuğa, vatana, ölüme, hayata dair şiirler…

18 Ekim 2008 Cumartesi

Rızkın Onda Dokuzu Ticarettedir

M.NİHAT MALKOÇ

Dünya ve ahirete dair güzellikler dini olan İslamiyet, hayata nizam veren mutlak ölçüler bütünüdür. Bu din ifrat ve tefriti reddeder, ölçü üzere yaşamayı öğütler. Dünya ve ahiret dengesinin sağlanmasıyla gerçek saadete erişileceğini, ruhların ancak böyle bir yaşam tarzıyla huzur ve sükûn bulacağını İslam’ın temel prensiplerinden öğreniyoruz. İslamiyet hayatın bir köşesinde değil, aksine hayatın tam merkezindedir. İnsana ve onun yaşamına dair ne varsa yüce dinimizin bu hususta belirleyici hükümleri vardır. Yani bu din hayatımızı kuşatmıştır. Her mümin dünyevî ve uhrevî hayatını İslamî ölçülere uyarak tanzim eder.

İslam Ticareti Teşvik Etmiştir…

İslam’ın ticaret hayatına dair ilkeleri de vardır şüphesiz. Öncelikle bu din, ticareti teşvik etmiştir. Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed(sav) “Rızkın onda dokuzu ticaret ve cesarettedir” diyerek ticaretin ehemmiyetine rahmanî bir vurgu yapmıştır. Demek ki Müslümanlar cesur olmalı ve ticaret hayatına atılmalıdır. Öte yandan rızkın onda dokuzu olan ticarette riskin de onda dokuzu vardır. Onun için cesaretle ticaret beraber anılmıştır. Aslında ticaret İslamî ölçüler çerçevesinde yapılırsa risk faktörü de azalır. Her alanda olduğu gibi bu alanda da ölçüyü kaçırdığımızda felaketimizi ve sonumuzu hazırlamış oluruz.

İslamiyet ticareti teşvik etmiştir. Fakat buna dair ilkeleri de koymuştur. Bu işi belli bir sisteme bağlamış, ticareti kişinin insafına ve vicdanına bırakmamıştır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz. Ancak, karşılıklı rızaya dayanan ticaret bunun dışındadır.” (Nisâ Sûresi, 4/29) “Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.” (Bakara Suresi, 2/275) “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı anmaya (namaza) koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından rızkınızı arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma sûresi, 62/9-10)

Müslümanların İslamî ölçülerle ticaret yapması şüphesiz ki piyasalara da düzen getirecektir. Müminlerin meydanı boş bırakması bir kısım sahte tüccarların işlerini iyice kolaylaştıracaktır. Ticaret dürüstçe ve İslamî ölçüler dâhilinde yapılırsa hizmettir. Unutulmamalıdır ki İslam peygamberi Hz. Muhammed(sav) de rızkını ticaretten sağlayan manevî bir önderdi. O, Hz. Hatice’nin mallarını satarken dürüst tüccar modelinin en güzel örneğini veriyordu. Üstelik o yıllarda İslam peygamberi bile değildi. O, peygamber olduktan sonra da ticaretten men edilmemişti. Zira aklın ve vicdanın yolu birdi. O da bu yoldan giderek ticarette olması gerekenleri yapıyor, kaçınılması gerekenlerden de uzak duruyordu. O büyük insan; ticarette faizi, karaborsacılığı, yalan ve hileyi şiddetle yasaklamıştır. Dürüst satıcının en güzel örneğini bizzat kendisi vermiştir. Günümüzün ticarî hayatına baktığımızda İslamî ilkelerin ticarete hâkim olmadığını görürüz. Zamanımızda ticaret İslamî zihniyetle değil, kapitalist zihniyetle yapılıyor. Müslüman ülkelerde de ticaret kapitalist usullerle yapılıyor.

Müslüman Kendine Yeten İnsandır…

Müslüman aslında biraz da kendine yeten insandır. Müslümanlar başkalarına muhtaç olmamaya gayret göstermelidir. Bazı Müslümanların ‘hak geçer’ endişesiyle ticaretten uzak durmaları son derece yanlış bir anlayıştır. Böyle düşünüldüğü için Müslümanlar, Yahudi sermayesinin gönüllü müşterisi olmuşlardır. Gayrimüslimler Müslümanlara onca hakaretler ettikten sonra onlardan kazandıkları paralarla semirmişlerdir. Ne yazık ki bugün Müslüman kardeşlerimiz de hiçbir şey olmamış gibi onlarla olan ticarî alışverişlerini sürdürmektedirler. Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları şöyledir: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) “Bir kimse, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn 16) “Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” (Ebu Davud, Büyû 1) “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebiler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)

Günümüz ticaret hayatında İslamî bir düzenin ve yapılanmanın olmadığını görüyoruz. Türkçede ‘faiz’, Arapçada ‘riba’ olarak geçen kavram, ticareti çığırından çıkararak işin içine çomak sokmuştur. Zamanımızda, her şeyden evvel, ne yazık ki faiz kıskacında bir ticarî hayat hüküm sürüyor. Oysa faiz dinimizce yasaklanmıştır. Müslüman ne faiz alır, ne de faiz verir. Hatta dinî hassasiyeti olan Müslümanlar faize bulaşmış kişi ve kurumlarla olan ilişkilerini de gözden geçirirler. Bu hususta Bakara Suresi’nin 275-279. ayetlerinde şöyle buyrulur: “Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, alışveriş de (ticaret) faiz gibidir demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi mahveder, sadakaları çoğaltır. Allah hiçbir günahkâr kâfiri sevmez. Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız, faiz olarak arta kalan (anaparanın üzerindeki) miktarı almayın. Şayet bunu yapmazsanız (faize devam ederseniz), Allah ve Resulü ile savaşa girdiğinizi bilin. Tövbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık ederseniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.”

Zamanın Getirdiklerine İslam’ın Bakışı…

Günümüz ticarî hayatında zamanın getirdiği bir kısım uygulamalar mevcuttur. Bunlardan en yaygın olanı da taksitli satışlardır. Öncelikle söyleyelim ki İslam taksitli satışa karşı değildir. İslam’ın ticarî ölçülerinde taksitli satışların caiz olup olmaması bazı esaslara dayandırılmıştır. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki fahiş fiyat farkı olmayan, ödeme süresi önceden belirlenmiş taksitli satışlar dinimizce caizdir. Fakat müşteriyi sıkıntıya sokan, onun rızasını almadan, gerekli izahat yapılmadan gerçekleştirilen taksitli satışlar haram kapsamına girer. Yani her alanda olduğu gibi ticarette de tabir caizse kaçak güreşmemek gerekir.

Paranın kıymetinin sürekli değiştiği, daha çok düştüğü bir ülkede yaşamanın sancılarını hissediyoruz. Enflasyon canavarı aramızda dolaşıyor. Onun için tüccarlar vadeli sattıkları malların yerini doldurmakta zorlanıyorlar. Halk tabiriyle dökülen su, bardağı doldurmuyor. Bazı kimseler aldığı malın parasını söz verdiği sürede ödemiyor. Bu da ticarette aksaklıklara, iflaslara neden oluyor. Taksitli satışlar da bu kapsamdadır. Yani bugün peşin aldığımız bir malın fiyatıyla bir yıl içinde taksit taksit ödeyerek aldığımız malın fiyatı aynı olmaz. Çünkü satıcı bugün sattığı malı birkaç ay sonra sattığı fiyatla alıp yerine koyamıyor.

Enflasyon faresi paramızı sürekli kemiriyor. Hiçbir şeyin fiyatı yerinde durmuyor. Makul olmak şartıyla satıcı taksitli mallara vade farkı koyabilir. Bu konuda günümüzün en büyük fıkıhçılarından Hayrettin Karaman da vade farkının faiz olmadığını söylüyor. Hatta alıcının borç öderken enflasyon farkını da ödemesi gerektiğini belirtiyor; aksi halde satıcının hakkının yenildiğini, haram işlendiğini vurguluyor. Benim kişisel kanaatim odur ki kişi ayağını yorganına göre uzatmalıdır; zorunlu ihtiyaçlar dışında taksitli ve vadeli satışlara bulaşmamalıdır. Bunun dinî yönü dışında psikolojik ve sosyolojik boyutları da vardır.

Kredi Kartı Çılgınlığı…

Günümüzde büyük bir kredi kartı çılgınlığı yaşanıyor. Hemen herkesin cebinde ‘plastik para’ olarak niteleyebileceğimiz kredi kartları var. Kredi kartları hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. Kapitalist sistem, aşırı harcama hevesini kredi kartlarıyla iyice körüklüyor. Olaya İslamî açıdan baktığımızda ödemelerin zamanında yapılması, faiz ödenmemesi şartıyla kredi kartıyla yapılan alışverişe cevaz verilebilir. Bu hususta da günümüzün değerli İslam hukukçularından biri olan Hayrettin Karaman şöyle diyor: “Faizci kurumlarla mubah olan işlemleri bile yapmamak suretiyle bir çeşit tavır koymak da dinî ve ahlakî bir ödevdir.” Ben de bu kanaate katılıyorum. Zira bu bankaların faizci sistemi ayakta tutmak için çırpındıkları malumdur. Böyle bir sistemi ayakta tutmak için çalışanlarla işbirliği yapmak doğru değildir.

Müslümanlar ölçü üzere hareket ederler. Günümüzde kredi kartı borçları yüzünden insanların nelerle karşılaştıklarını görüyoruz. Evlerdeki huzur buharlaşıyor. Yuvalar dağılıyor, insanlar akıl sağlığını kaybediyor. Bazı kimseler sırf bu yüzden canına kıyıyor. Böyle bir hayatı İslam’ın hoş görmesi, tasvip etmesi mümkün değildir. Bu tam bir başıboşluk ve kendini bilmezliktir. Müslüman israfa ve lükse kaçıp hayatını mahvetmez, ölçü üzere yaşar.

Reklâmlarda Kadının İstismarı…

Günümüzde ticaretle birlikte reklâm sektörü de almış başını gidiyor. Satış için vazgeçilmez sayılan reklâmlar tüketim çılgınlığını körüklüyor. Helal haram demeden her türlü ürünün reklâmı uluorta yapılıyor. Bu reklâmlarla vatandaşlar çoğu kez de aldatılıyor. Reklâmda belirtilen özellikleri bir kısım mallarda genellikle göremiyoruz. Yani dürüst satıcı ve dürüst üretici imajı her geçen gün biraz daha zedeleniyor. İsraf almış başını gidiyor. İnsanlar alışveriş delisi olup çıkmış. Sanki yaşamak için yemiyoruz da yemek için yaşıyoruz.

Günümüzde çoğu zaman reklâm yoluyla ahlaklar erozyona uğratılıyor. Reklâmı yapılan ürünle hiç alakası olmamasına rağmen cinsel öğeler ön plana çıkarılıyor. Dikkat ettiğimizde görüyoruz ki reklâmlarda daha çok kadınlar kullanılıyor. Çünkü kadın, güzelliğiyle göze ve gönle hitap ediyor; dikkatleri üzerine çekiyor. Kadınlarla ilgili ürünlerde görülmelerini anlıyorum da erkeklerle ilgili ürün ve hizmetlerde kadınların kullanılmasını bir türlü anlayamıyorum. Kadınların yarı çıplak vaziyette reklâmlarda oynatılması, öncelikle ve özellikle kişinin nefsine ve zaaflarına hitap edilmesi ayrı bir fecaattir. Bir araba reklâmında vurgulanması gerekenler arabanın teknik ve estetik özellikleridir. Fakat görüyoruz ki reklâmlarda arabanın değil, reklâm yapan kadının teknik(!) ve estetik özellikleri ön plana çıkarılıyor. Bunun yanında her ürünün televizyonlarda tanıtılması hicap duygularını köreltiyor. Öyle reklâmlar oluyor ki aile içinde seyredilirken insanlar utanıyor, birbirlerinin yüzüne bakamıyorlar. Her şeyin uluorta teşhir edilmesi çağımızın kepazeliği olsa gerek.

Reklâm sektöründe kantarın topuzu çoktan kaçtı. Üreticiler kapitalizmin gereklerini yapıyorlar aslında. Zira kapitalizmin ruhu yalana, yemine, hileye ve kadına dayanır. Onlarda önemli olan, daha çok üretmek ve pazarlamaktır. Onlara göre ticarette her şey mubahtır. Kazanmak, daha çok kazanmak, her ahval ve şerait içinde kazanmak!... İşte şerefli geçmişin asil ruhunu çalan, yerine pörsümüş kanaatler getiren kapitalizmin sözüm ona ruhsuz ruhu bu!

Ekmek Aslanın Ağzında Değil, Midesinde…

Eskiden geçimin zorluğunu ifade etmek için “ekmek aslanın ağzında” deyimi kullanılırdı. Günümüzde bu deyim “ekmek aslanın midesinde” diye değiştirilmelidir bence. Zamanımızda hızlı bir nüfus artışı yaşanıyor. İnsanlar köylerini terk edip şehirlere akıyor. Tarım ve hayvancılık çekildi hayatımızdan. İnsanlar şehirlere doluştu. Bu da birçok zorluğu beraberinde getirdi. Artık dünyanın en güçlü ekonomileri bile çökme sinyalleri veriyor. Bence bunda da ilahî hikmetler vardır. İnsanlar dünyayı alabildiğine sömürdü. İsraf, şükürsüzlük ve kıymet bilmezlik nimetlerin hayatımızdan çekilmesi neticesini doğurdu. İnsanlar lükste ve savurganlıkta sınır tanımadılar. İnsanlar dünyayı bir imtihan yeri olarak değil, ebedî kalacakları bir yer sandılar. Oysa burası ebedî âlem için sadece bir duraktan ibaretti. Fertler gece gündüz demeden dünya için çalıştılar. Böylece daha zengin olacaklarını, daha müreffeh yaşayacaklarını sandılar. Dünya-ahiret dengesi gözetilmedi. Sonuçta dünyayı da ukbayı da tehlikeye attılar. Bizi hayata bağlayan, diri ve iri tutan huzur çekildi yürek coğrafyamızdan.

Müslüman çalışkan insandır; o miskin miskin oturamaz. Fakat bu tek taraflı bir çalışma değildir. Mümin dünyası için çalıştığı kadar ahireti için de çalışır. Hatta öteki âleme daha çok zaman ayırır; çünkü orada ebediyen kalacaktır. Onun içindir ki asıl yatırımı oraya yapar. Bizi hiç durmadan çalışmaya, üretmeye ve kazanmaya zorlayan kapitalist sistem, ruhumuzun ve vicdanımızın sesini dinlememize imkân tanımıyor. Dünyevî meşguliyetler varlık sırrımızı sorgulamamıza ve gereğini yapmamıza zaman ve zemin bırakmıyor. Bizler çalışıyoruz, birileri semiriyor. Her geçen gün manevî ve kültürel değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Günümüzün insanı her geçen gün kendine ve değerlerine yabancılaşıyor.

Çalışıp araması şartıyla kula rızkı veren Allah’tır. Aç kalmaktan korkan, rızık endişesi duyanların kalplerini yoklamaları ve imanlarını tazelemeleri gerekir. Önemli olan çok kazanmak değil, helal kazanmaktır. Paranın kıymeti miktarında değil, şüphesiz ki bereketindedir. Bazıları milyarlarla geçinemediği halde bazıları çok küçük meblağlarla huzurlu bir biçimde gül gibi geçinmektedir. Huzuru maddiyatta arayanların hüsrana uğramaları kaçınılmazdır. Bunun acı örneklerine bu hastalıklı çağda sık sık rastlıyoruz. Gelin kaybettiklerimizi bir kez olsun hatırlayalım ve düştüğümüz yerden kalkmaya çalışalım.