30 Kasım 2007 Cuma

Sevgiyle Başlar Her Şey...

M.NİHAT MALKOÇ

İnsanoğlu yüce Allah’ın halk ettiği en muteber varlıktır. Bu nedenle biz insanlar, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri oluvermişiz. Fakat beşere verilen bu kıymet mutlak değildir. Kişi yaptığı hâl ve hareketlerle eşref-i mahlûkat(yaratılanların en şereflisi) olabildiği gibi esfele’s safilin(yaratılanların en aşağısı) mertebesine de düşebilmektedir. Zira günümüzde bunun binlerce canlı örneğini çıplak gözle görebilmekteyiz.

Beşerin kıymeti hiç şüphesiz ki özündedir. Yüce Rabbimiz bu hususta şu hükme varmıştır: “Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra S. 70. Ayet) Pek çok varlıktan üstün kılınan insanoğlu ne diye kendi kuyusunu kazmakla meşgul? Bütün dünya bir araya gelse insanın insana yaptığı kötülüğü yapamaz. Oysa imanın alâmetlerinden birisi de sevgi ve hoşgörüdür.

Gerçek müminler başkalarına kötülük edemezler. İslâm’a göre mümin müminin kardeşidir. Bu, gerçek kardeşlikten(aynı anadan ve babadan doğma) de makbûldür. Peygamberimiz bu hususta da kesin ölçüyü koymuştur: “Müminler birbirini sevmekte, birbirini acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır.”

Hepimiz imandan dem vururuz ama hiçbirimiz bu ince hakikatlere kulak asmayız. Teferruat der, geçeriz. Kabukla özü bir türlü ayrıştıramayız. Meselelerin kabuğunu aşıp özüne inmekte güçlük çekeriz. Sonra da uyanık diye geçinip dururuz. Sevgi yoluna nefret çukurları eşeriz. Sevginin o olağanüstü tılsımını görmezlikten geliriz.

Kişi öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır. Meselelerin halledilmesinde kendimizi merkez üs olarak kabul etmeliyiz. Kendimizi de sevmeliyiz. Fakat sözüm ona, insanı putlaştıran bir kısım hümanist zümrenin oyununa da gelmemeliyiz. İnanç ve törelerimizin gereklerine göre belli bir sınır koymalıyız kendimize. Hak ve halk katında çok muteber ve muhterem bir varlık olduğumuzu asla göz ardı etmemeliyiz. 18. yüzyıl Divan şairlerinden olan Şeyh Galip’in şu beyti bu hususta dikkate alınmaya değerdir:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”
(Kendine hoşça bak ki âlemin özü sensin,
Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)

Yunus Emre sevgiyi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hoşgörüyü evrenselleştirirken ilâhî hakikatleri ölçü edinmişlerdir. Zira bu âlem şefkat ve merhamet üzere yaratılmıştır. Bunu insanlardan beklerken maalesef, daha çok insan haricindeki varlıklardan görüyoruz. Bu demektir ki dünyamızda bir şeyler ters gidiyor. İnsanoğlu ilâhî misyonunu rafa kaldırmış. Kıymet hükümleri şahsîleşmiş. Felâketin ayak seslerini duymamak için sağır numarası yapıyoruz. Oysa gözlerimizi kapamakla gece olmuyor. İş işten geçmeden kendimize bir çekidüzen verelim. Huzuru başka yerlerde değil, çevremizde ve içimizde arayalım.

Günümüzde bazı çevreler insanı ifrat ve tefrit uçlarında dolaştırarak yaratılış amacından uzaklaştırmaktadırlar. İnsan sevgisi ‘hümanizm’ ifadesiyle başka noktalara çekilmektedir. Yeryüzünün, uğruna yaratıldığı insanı anlamaya yanaşmayanlar ve ona farklı yakıştırmalarda bulunanlar her nedense kulluk bilincini dikkatlerden uzak tutmaktadırlar. Oysa insanları sevmek ve güzellikleri paylaşmak esas alınmalıdır. Sevginin pabucunu dama atmaya çalışanların ektikleri nefret tohumları öncelikle kendilerini zehirleyecektir. Kâbe hükmünde olan gönülleri yıkıp harabeye döndürenler huzuru ancak düşlerinde görebileceklerdir. Bu hususta da sözü büyük mutasavvıf şair Yunus Emre’ye verelim:

“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.”

Batı Medeniyeti Karşısında Mehmet Akif

M.NİHAT MALKOÇ

Her milletin kendine mahsus bir medeniyeti mevcuttur. Bunun yanında medeniyetlerin beynelmilel uzantıları da vardır. Bugün, medeniyet kavramı “uygarlık” sözcüğüyle karşılık bulmaktadır. Kültür ve medeniyet kavramlarının içeriği ve kapsamı konusu, bugüne dek çokça tartışılmıştır. Bazıları kültürü millî, medeniyeti evrensel olarak nitelemiştir. Her ikisinin de millî olduğunu söyleyenler de vardır. Bu konulardaki kişisel kanaatler aslında sorgulanmalı ve bu hususta derinleşilmelidir. Mevzumuz bu olmadığı için bunun üzerinde durmayacağız.

Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, ömrü boyunca kâmil bir mümin olarak yaşamıştır. Dünyaya bakış açısı Kur’anî ölçüler dâhilindedir. Müslümanlığın gereği de budur zaten… Dinin bir kısmını kabul edip, bir kısmını çağdışı olarak görmek mümine yakışmaz. O da Müslümanlığı bir bütün olarak görmüş ve öylece yaşamıştır.

Bazı insanlar Mehmet Akif’i, yobaz ve medeniyet düşmanı olarak kabul ederler. Buna dayanak olarak da İslâma tavizsiz bağlanmasını, Batıyı ölçüsüzce eleştirmesini gösterirler. Onlara göre, dünya zamanla değişiyor. Değişen dünyaya ayak uydurmak gerekir. Oysa Akif çağdaş bir insandı. Yani çağın ilminden ve tekniğinden haberdardı. Hiçbir zaman, başını kuma gömerek dünyadan habersiz yaşamayı tercih etmemiştir. Lâkin manevî değerlerinden de asla taviz vermemiştir. Onun için, bazılarının gözünde taassupkâr bir kişi olarak görülmüştür.

Bilindiği gibi “medeniyet” Arapça kökenli bir kelimedir. Bu kelimenin başındaki “mim” harfi kaldırıldığında “deniyet” olarak okunur. “Deniyet” de “hayvanlaşma” demektir. Akif, medeniyetin, deniyete dönüşmesine karşıdır. Onun için, Batı medeniyeti hususunda ince eleyip sık dokumuştur. Çünkü onların inançlarıyla bizimkiler hiçbir zaman birbiriyle bağdaşmaz. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sebep olarak da, Batı’ya körü körüne bağlanışımızı gösterir. Çünkü Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’nın ilim ve tekniğinden ziyade, modası takip edilmiştir. Avrupa’ya teknoloji transferi gayesiyle gönderdiğimiz talebeler, kimliklerini kaybederek melez bir hâl üzere geri dönmüşlerdir. Bilimden nasiplerini alamamışlardır. Akif bu hususta Japonları takdir etmektedir. Çünkü onlar yozlaşmadan Batı’nın teknolojisini ülkelerine taşımışlardır. Gelenek, görenek ve inançlarından asla taviz vermemişlerdir. Ona göre Japonlar, tevhid hariç, müslümanlığın bütün gereklerini, farkında olmadan, yerine getirmektedirler. Akif, biz Müslüman- Türk milletine şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını,
Veriniz mesainize hem de son süratini
Sade Garb’ın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız.”

Akif, ilme ve teknolojiye hayrandır. İnsanların yerinde sayması, onu rahatsız eder. Batı’dan gelen her şeye önyargıyla yaklaşan kaba softalara da kızar. İfrat ve tefritten uzak durulmasını ister. Her konuda ölçülü hareket edilmesinden yanadır. Batı’nın teknolojisini alırken, onu da kendi millî rengimize boyamamız gerektiğini ifade eder. Yani taklide şiddetle karşı çıkar. Çünkü taklit hiçbir zaman aslı kadar mükemmel olamaz.

Akif’e göre Batı, geçmişte Müslüman Türklere karşı kötü bir imtihan vermiştir. Onun için İstiklâl Marşı’nda Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” a benzetir:

“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?”

Burada sözü edilen, yerilen kültür ve medeniyet, Batı’nın ahlâksızlıklarıdır; yoksa ilim ve teknik değildir. Sözlerimi, Akif’in, Batı’nın ilim ve tekniğiyle alâkalı değerlendirmesiyle bitirmek istiyorum: “Avrupalılar’ın ilimleri, irfanları inkâr olunur şey değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalı…”

Akif’in ne kadar doğru söylediğini bugün yaşadıklarımız göstermiyor mu?

Denge Üzere Yaşamak

M.NİHAT MALKOÇ

Bu dünyaya gelirken hangi birimiz ağlamadık? O minik gözlerimiz ışıkla temas eder etmez, ciğerlerimize hayat öpücüğü hükmündeki ilk oksijen iner inmez tepkimiz ağlamak olmamış mıydı? Bu sanki dünyada çekeceklerimize işaretti. İyi bir yere geliyor olsaydık ağlar mıydık acaba? Bu durum biz insanlara bir mesaj olabilir miydi?.. “Ey insan sen dünya denen bir diyara gidiyorsun. Burası senin hakikî vatanın değildir. Sadece ömür denen uzun ve sonsuz yolculuğun etaplarından birisidir; bunu böyle bil ve ona göre yaşa!..”

Alabildik mi bu hayatî mesajı? Hangi birimiz yaşamını bu ölçüye göre sürdürüyor?.. Hangimiz “ Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için; yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız.” hadisini kendine düstur edebiliyor? Huzursuzluklarımızın yegâne kaynağı bu dengeyi sağlayamayışımızdır. Fakat bunu idrak edebilecek akıldan da yoksunuz.

Oysa, gerçek mümin ne dünyaya sırtını çevirir, ne de ahirete!… Dünyaya dört elle sarılıp ahireti unutmak ne kadar yanlışsa; ahireti kazanmak için dünyayı tamamen elinin tersiyle itmek de o derece yanlıştır. Mümin denge üzere hayatını yaşar. O, ifrat ve tefrit noktalarından uzaktır. Çünkü dinin zaten kendisi dengedir. İki cihanda aradığın huzuru bulmak istiyorsan ölçü ve denge üzere yaşamalısın. Öbür yollar çıkmazdır.

Dünyayı ebedî yaşayacağımız bir yer olarak gördüğümüz için kendimizi sonsuz âlemden soyutluyoruz. Onun için de huzursuz oluyoruz. Çünkü hayata bakış mantığımız yanlış ve tutarsız… Yanlışlar üzerinde yükseldikçe huzursuzlumuz o oranda artıyor. Ömrü, dünyevî ve uhrevî diye iki ayak olarak farzedersek, biz bu ayaklardan birini daima devre dışı bırakıyoruz. Tek ayaküstü yaşayan bir insan, iki ayaküstü yaşayan insana göre elbette daha çok yorulacaktır. Yoruldukça da huzuru kaçacaktır. Dünyadan zevk almayan ve de sonsuz âleme yönelik hiçbir hazırlığı olmayan insanların yaşam tarzı budur.

Denge üzere yaşamayan insanların zararı sadece kendilerine değildir. Onlar toplum için de büyük bir tehlike arz ederler. Çünkü bu tip insanlar hep bir tedirginlik içerisinde yaşarlar. Umuttan çok, korku vardır yüreklerinde…. Bu ruh hâli, onları diğer varlıklara karşı sevgisiz ve hoşgörüsüz yapmıştır. Onun için yaşamları kararmıştır bu insanların! Pozitif bir yöneliş göremezsiniz hayatlarında… Başkalarını da umutsuz ederler. Hayata müspet bir katkıları yoktur. Yaşamak onlar için bir yüktür. Aslında kendileri de topluma ve genel anlamda dünyaya yüktürler. Bu kafa yapısındaki kişilerden uzak durmalıyız.

Bütün mevcudat belli bir denge üzere yaratılmıştır. Bunu böyle bilmeli ve ona göre biz de denge üzere yaşamalıyız. Birbirimizin karakter farklılıklarını çatışma sebebi olarak değil, kişisel bir zenginlik olarak görmeliyiz. Birbirimizin kadrini ve kıymetini bilmeliyiz. Çünkü ne biz bu hayatı tapuladık, ne de bu hayat bizi tapuladı. Ansızın ayrılacağız birbirimizden… Her doğan mutlaka ölecektir. Doğmak, ölmektir aslında… Doğumla beraber yaşam kronometresi geri saymaya başlamıştır. Sayılı gün çabuk geçer. Her fâni mutlaka tükenişi yaşayacaktır. Tükeniş demekle yokluğu kastetmiyoruz asla. Çünkü bizim inancımızda yokluk diye bir şey yoktur. Yokluk olarak düşünülen ölüm, aslında sonsuzluğa açılan nuranî bir kapıdır.

Hepimizin içinde sonsuza dek yaşama arzusu vardır. Bu arzu değil midir bizi ölümle düşman eden… Güya ölüm bizi ebedî âlemden alıkoyuyor!.. Tam tersi aslında… Ölüm bize sonsuzluğun kapılarını açıyor. Ruhları dünya gurbetinden kurtarıp ahiret yurdu denen aslî vatanına kavuşturuyor. Allah hiçbir şeyi lüzumsuz yaratmaz. Eğer Rabbimiz bize ebedî yaşama isteği vermişse muhakkak buna karşılık sonsuz bir hayat bahşetmiştir. Her duygunun bir karşılığı vardır. Aslında insanların sonsuza dek yaşama arzusu, ahiretin ve ebedî hayatın varlığına en büyük delildir. Allah bu duyguyu yarattığı hâlde insanlara ebedî yaşama nimetini vermeseydi (hâşâ) abes olurdu. Demek ki ebedî yaşama hissi sonsuz hayata delildir.

Madem ki sonsuz hayat var, korkulacak bir şey değildir ölüm!... Bir de hayatımızı denge üzere yaşamışsak, ölüm dünya meşakkatlerinden kurtulmak, soluklanıp istirahat etmek için bir fırsattır o zaman... Yol azığı olan yolculuktan korkmaz. Azığımız olmadığı için korkuyoruz bu sonsuz yolculuktan… Azık da dünyadaki ibadetlerimizden, sevaplarımızdan başka şey değildir. Ölüm yokluk değil; Allah’a kavuşmaktır. Kim istemez sevgilisine kavuşmayı?... Varlık ummanlarına yelken açmaktır ölüm!.. Yunus’umuz ne güzel söylemiş:

“Ölümden ne korkarsın
Korkma ebedî varsın.”

Hem atalarımızın dediği gibi korkunun ecele faydası yoktur. Akıllı insan, ömrünü ölüm korkusuyla harap etmez. Denge üzere yaşar, ahireti ve hesap gününü dikkate alarak vaktini geçirir; ibadetlere dört elle sarılır; dünyada adını yaşatacak hayırlı eserler bırakır.

Tövbe ve pişmanlık günahların eriyip yok olmasını sağlar. Allah, samimi duygularla pişmanlık duyup yalvaranların elini asla boş çevirmez. Onun en çok sevdiği şey de tövbeleri kabul etmektir. Onun için tövbe kapısı ardına kadar açıktır. Yeter ki bizler bundan istifade etmesini bilelim. Enaniyet duygularına kapılıp şeytanın talebesi olmayalım.

Dünyaya gelirken biz ağlıyorduk, yakınlarımız gülüyordu. Ölüm hâli vuku bulunca her şey nasıl da değişti. İmanla göçenler, sevgililerine kavuşurcasına içten içe gülerek ayrılıyor dünya denen gurbetten!... Bu esnada bu hakikati göremeyen biz fâniler ağlarken, fânilik elbisesini üzerlerinden atan sonsuzluğun bahtiyar yolcuları gülüyor. Onlar ebedi yurtlarına sevinçle yürüyorlar. Rabbim, hepimize gülerek aslî vatanımıza göçmeyi nasip etsin.

Hayatı Anlamlı Kılmak

M.NİHAT MALKOÇ

Günler ne de çabuk geçiyor. Uyuduk sabah oldu, uyandık akşam oldu. Yıllar bir sel misali üzerimize akıp gidiyor. Hani bir zamanlar çocuktuk. Seneler birbirini kovaladı, şimdi çocuklarımız oldu. Bu böyle kalmayacak; Rabbim ömür verirse torunlarımızı da göreceğiz.

Bu akış nereye! Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler günleri, günler ayları, aylar yılları, yıllar da ömrümüzü sürüklüyor. Peki nereye! Menzili düşünüp hesap eden var mı? Sorular bir yumak olmuş zihnimi kemiriyor. Cevaplar hep askıda kalıyor.

Kimler geldi, kimler geçti dünya denen bu zeminden… Bu kervan dur durak bilmeden yoluna devam edecektir elbette. Gelenler ve gidenler olacaktır; ta ki kıyamete kadar... Zira hayat üç aşamadan ibaret: Doğum, yaşam, ölüm!.. Sanki çözümü olmayan bir denklem önümüze konan… Bu denklemi çözen var mı? Olmaz mı? Vardır muhakkak… Onlar ne bahtiyar insanlardır. Hayatı anlamına uygun olarak yaşayan Allah dostlarıdır onlar…

Peki, biz hayatın neresindeyiz? Onu nasıl algılıyoruz? Bu ölümlü dünyada belli bir müddet yaşamaktan maksat nedir? Son nefesimizi verdikten sonra bizi nasıl bir hayat bekliyor? Kendimize bu soruları soruyor muyuz? Yaşantımızı ve bize daima kuyu kazan nefsimizi sorguluyor muyuz? Bu sorulara verdiğiniz cevaplar sizi tatmin ediyor mu? Yoksa bunları düşünecek zamanınız mı yok? Hayatı akışına mı bırakıyorsunuz?

Hayat nefes alıp vermekten ibaret değildir şüphesiz. İnsanları diğer yaratıklardan üstün kılan ve zorlu bir imtihana tabi tutan Allah, bizleri onurlandırmış, eşref-i malkukat derecesiyle de sıfatlandırmıştır. Bununla da yetinmemiş, biz fanilere en büyük payeyi vererek biz günahkâr kullarını dünyadaki halifesi saymıştır. Bu ne büyük bir şereftir bizler için…

Hayatı anlamlı kılmak için neler yapıyoruz? Yaşıyoruz işte!… Peki, bu yeter mi? Kafanızı iki elinizin arasına alın, bir düşünün… Yaptığınız işleri anlamlandırmaya çalışın. Kendinizi sorgulayın imtihana çekilmeden. Yaşadığınız onca yılı şöyle bir süzgeçten geçirin. Süzgecin incecik deliklerinden geçenle üstünde kalan yaşam tortularını bir kıyaslayın. Bunu yaparken de objektif olmaya gayret edin. Acaba neler görüyorsunuz: Müspet mi, menfi mi?

Ortalama yaşam standardının neresindesiniz? Bunu hesaplarken her şeyi paraya endeksleme basitliğinden kurtulalım artık. Kaliteli yaşamak sadece maddeden ibaret değil ki!.. Dünyaya geniş bir perspektiften bakabilirsek görüş açımız ve insani değerler ufkumuz o denli engin olur. Deve kuşu gibi kuma gömülüp hakikatlerden uzak ve bihaber kalamayız.

İnsan hayal dünyasının genişliği nisbetince düşünür, geleceğe dönük planlar yapar. Olmayacak şeyleri düşünmek de hayal kırıklığına zemin hazırlar. Hayallerimiz ulaşabileceklerimizle orantılı olmalıdır. Her konuda olduğu gibi bu hususta da orta yolu tercih etmeliyiz. Öteki dünyayı hesaba katmadan hayatı planlamak hüsrana davetiyedir.

Hayata nasıl ve nereden bakarsanız onu öyle görürsünüz. Hayatı anlamlı veya anlamsız kılmak kendi elimizdedir. Pembe gözlükle bakarsanız güzellikler görürsünüz, kalın camlı, kara çerçeveli gözlüklerle bakarsanız umutsuzluk ve yeis görürsünüz. Aslında bütün güzellikler ve çirkinlikler kendi içimizdedir. Onları yanlış adreslerde aramayalım.

Zaman zaman iç dünyamıza şöyle bir eğilip bakalım. Başka bir tabirle içimize ayna tutalım. Neler gözüküyor? İnceden inceye bir gözlemleyelim. Unutmayınız ki oradan yansıyan güzellikler ve çirkinlikler sizin eserinizdir. Gördüğünüz bu tablonun analizi size kalmış. Ucuz bahanelere sığınmak basit ve sığ insanların karakteristik özelliğidir. Olgun insan miskin miskin oturup bela okuyan insan değildir. Tam aksine; düşünen, çözüm üreten, çıkış yolları arayan insandır. Bilinmelidir ki aslında çözümsüzlük diye bir şey yoktur. Her şey beyinde başlayıp yine orada bitiyor. Yeterki bu çözüm merkezini randımanlı olarak kullanalım. Şunu unutmayın ki hayat her şeye rağmen yaşanmaya değer... Durup dururken hayatı kendimize zehir etmeyelim. Küçük meseleleri büyütmeyelim. Unutmayalım ki güzel bakan güzel görür; güzel gören de hayatından lezzet alır. Güzellikler hayata bakışta gizlidir.

Gazetecilerin En Kıyağı: Ayhan Kıyak

M.NİHAT MALKOÇ

Dünyanın en zor yazılarıdır ölen bir dostun ardından kâğıda dökülenler… Hep zor gelmiştir bana bu tür yazıları kaleme almak… İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Eli ayağı birbirine dolanıyor. Ölen kişi sizin on beş yıllık dostunuz ve ağabeyinizse işin zorluğu katlanıyor üstelik… Zor ama hakikat… Ölüme çare bulan yiğit çıkmadı daha; çıkmayacak da.

“Her can ölümü tadıcıdır” ilâhi fermanı işliyor durmadan… Kıyamete kadar da işleyecektir. İslâm’ın ilk halifesi büyük insan Hz.Ebubekir’e ölümü ne kadar yakın hissettiğini soruyorlar. O da şu ibretli cevabı veriyor: “Nefesimi verdim mi alamayacak kadar, aldım mı veremeyecek kadar yakın bilirim!” Bunu sizler de bir düşündünüz mü?

Her gün belediye hoparlörlerinden ölüm ilanları duyarız da yine de ölümü kendimize yakıştıramayız. Kendimizi en sona bırakırız bu hususta. Hatta sıraya bile koymaya kıyamayız kendimizi. O, kendisinden kaçtığımız ölüm elbet bir gün bizi de yakalayacaktır.

Ölümü hatırlatan ne varsa dışlıyoruz hayatımızdan. Mezarlıkları şehrin en uzağına kuruyoruz görüp de moralimiz bozulmasın diye. Eskiden hemen her caminin önünde bir mezarlık bulunurdu. Cemaat bu kabirlere bakarak kendi sonunun muhasebesini yapardı. Modern şehirlerde mezarlıklara yer yok. Hatta ölümü hatırlatacak hiçbir şey olmamalı etrafımızda!... Oysa biz ölümü unutsak da o bizi asla unutmuyor.

Aslında ölümden korkan ve kaçan, bin kere ölür ömrü boyunca. Akıllı insan ölümden korkmaz; bu ilâhî sonu kabullenir ve ona gereğince hazırlanır. Hem atalarımız ne güzel söylemiş “Korkunun ecele faydası yok” diye. Ölüme karamsar bakmayalım. Çünkü ölüm yok oluş değil, sonsuz bir ahiret hayatının ilk basamağıdır. Ölüm sevgililer sevgilisinin diyarına göç eylemektir. Üstat Necip Fazıl, ölümün güzelliğini bakın nasıl dile getiriyor:

“ Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Muhterem insan Ayhan Kıyak ağabeyi 09 Kasım 2004 Salı günü kaybettik. Bir yıldan beri kanser tedavisi görüyordu. Fakat belli bir süre bu kötü hastalıkla kerhen de olsa dost yaşamasını bildi. Fakat bundan dört ay evvel kendisini gazetede gördüğümde tanıyamamıştım. Bir insan bu kadar kısa zaman içerisinde nasıl bu kadar değişebilirdi. Onun bu hâli hayatın ne kadar değişken ve bir anlamda boş bir meşgale olduğunu hatırlattı bana.

Ayhan abi Trabzon basınının duayenlerindendi. Hayatının 45 yılını gazeteciliğe adayan Kıyak (63), 1959 yılında başladığı gazetecilik hayatı boyunca Sabah, Hayatspor ve Türkspor gazetelerinde ve Anadolu Ajansı’nda çalıştı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nde bir süre başkanlık yapan Kıyak, 2002 yılından bu yana Hizmet Gazetesi’ni çıkarmaya başlamıştı. Ayhan Kıyak, evli ve 3 çocuk babasıydı. Çocuklarına ve eşine değer veren iyi bir aile reisiydi.

Onunla bundan on dört yıl evvel tanışmıştım. O zaman Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenciydim. İçimde büyük bir yazma tutkusu vardı. Her gün kâğıtlara bir şeyler karalayıp duruyordum. Fakat bunları paylaşacağım bir vasıtaya ihtiyacım vardı. Bu gayeyle Türksesi Gazetesi’nin kapısını çaldım. Bu onunla ilk karşılaşmamızdı. Yirmi yaşlarında toy bir insandım o zaman. Beni çok büyük bir ilgiyle karşılamıştı. Gazetesinde yazmak istediğimi söylediğimde gözleri parlamıştı. Benim gibi genç insanların kahve köşelerinde, sokaklarda boş boş dolaştıklarını görerek içinin sızladığını, kendisine ilettiğim yazma teklifini sevinçle karşıladığını belirtmişti.

O zamanlar Türksesi tipo baskıyla çıkıyordu. Yanı elle diziliyordu harfler… Bu zor şartlar altında gazeteyi aksatmadan çıkarıyordu. Her yazı getirişimde uzun uzun sohbetler ederdim kendisiyle. Küçükle küçük, büyükle büyük olurdu. Herkese seviyesine göre konuşurdu. Sohbeti hoştu. İnsan canlısıydı. Yapabileceği hiçbir işe hayır demezdi. Bir ara siyasetin içine de girdi. DYP Trabzon İl Başkan Yardımcısı oldu. Fakat emirle hareket etmeyi sevmediği için, dosdoğru bir insan olduğu için bu alanda fazla ileri gidemedi. Siyasette fazla derinleşemeden parti yöneticiliği makamını terk etti. Anadolu Basın Birliği Genel Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Bu kurumun Trabzon Başkanlığını da sürdürdü. Kısa bir süre olsa da Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yaptı.

Trabzon’da basın denince onun adı hep ilk sıralarda anılırdı. Çünkü hayatı basın içerisinde geçti. Gazetecilik onun için bir yaşam biçimiydi. Fakat basının nimetlerinden pek yararlanamadı. Hep külfetleriyle hemhâl oldu. Gazetecilikten zengin olmayı düşünmedi hiçbir zaman… İsteseydi çok daha farklı yerlerde olurdu. Hep kendi dünyasında, ilkeleriyle tutarlı bir hayatı tercih etti. Sigaraya aşırı bir düşkünlüğü vardı. Sigarayı bırakmayı aklının ucundan bile geçiremezdi. Aç durabilirdi ama sigara içmeden asla!....

Türksesi Gazetesi’ni Erol Üzen’e bırakıp ayrıldıktan sonra ilk göz ağrılarından biri olan Hizmet Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Fakat haftalık çıkıyordu Hizmet… Onun en büyük emeli Hizmet’i günlük çıkarmaktı. Fakat geçirdiği o kâbus hastalık buna izin vermedi. O ölünce, oğulları Serkan ve Aykan, babalarının bu arzusunu gerçekleştirdiler.

Tam on dört yıldan beri iç içe yaşadık Ayhan ağabeyle… Beni de ailenin bir ferdi gibi görerek hep sıcak davrandı. Oğulları Serkan, Aykan, kızı Özlem, sevgili eşi emekli öğretmen Kadriye Hanım çok samimi ve içten insanlar… Kızını çok sevdiği için matbaasının adını da Özlem Matbaası koymuştu. Eşine karşı çok hürmetkârdı. Gazetede sürekli eşine rastlardım. Bir an olsun ayrı kalmaya tahammül edemezlerdi. Oğullarını canı gibi severdi. Bakmaya bile kıyamazdı. Fakat Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi:

“N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.”

O henüz genç sayılabilecek bir yaşta, 63 yaşında aramızdan ayrıldı. Peygamber Efendimiz de 63 yaşında ölmüştü. Onun için 63 yaşına “Peygamber Yaşı” denir İslâm inancında… Yani Ayhan abi Peygamber yaşını idrak ettiği bir dönemde göçüp gitti. Ölüm haberini gazeteden öğrendim… Bu yüzden mahşeri bir kalabalığın cem olduğu cenaze namazına iştirak edemedim. Hakkını helâl eyle Ayhan abi… Ruhun şad olsun güzel insan…

Gözyaşı Rahmettir

M.NİHAT MALKOÇ

İnsanoğlu ne garip bir yaratıktır. Çevresinde bin bir türlü ibretli hadise gerçekleşir de bunlardan kendisine ders almaz. Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce yerinde Rabbimiz: “Düşünmüyor musunuz, akıl erdirmiyor musunuz?” buyurarak bizleri tefekküre davet ediyor. Biz bu davete icabet edebiliyor muyuz? İnançlarınızı aksiyon hâline dönüştürebiliyor muyuz? Kulluk bilincini diri tutabiliyor muyuz? Bu sorulara müspet cevap verebilenlere ne mutlu! Keşke bu hayatî suallere olumlu cevap verenlerin sayıları öyle az olmasa!

İslâm dini, şefkat ve merhameti esas alır; bütün canlılara bu perspektiften bakılmasını ister. Zira mahlûka ve halika sevgi ve saygı göstermek yaraşır. Müminler Kur’anî ölçüleri, hayatının vazgeçilmez bir parçası telâkki eder. Hayatını ona göre şekillendirir. Müslümanların şefkat ve merhameti, onların kalp yumuşaklığından kaynaklanır. Bu, zamanla öyle bir merhaleye erişir ki hassas duygular, gözyaşlarına siner. En basit durumlarda bile gözyaşları sel olup akar. Bu gözyaşları katı yürekleri bile yumuşatır, duygular insanileşir.

Gözyaşı aczin ve nedametin işaretidir. İnsanoğlu bütün gücüne rağmen, yine de aciz bir varlık değil midir? Hangi birimiz yaşadığımız nahoş hâl ve hareketlerden dolayı pişman olmayız? Ağlamak, kalp gözünün kapanmadığına delildir aynı zamanda. Asıl ağlayamayanlara ağlamak lâzım. Yaratılanların en şereflisi olan insan, yaratılanların en sefili durumuna düşünce, nasıl ağlamaz? Malını mülkünü top yekûn kaybeden bir tüccarın kahkaha atmasını bekleyebilir misiniz? Şayet böyle davransa, hepimiz ona deli yaftasını asarız. Durum bu iken, her geçen gün günahları dağ gibi çoğalan bir insanın pişmanlık duyup gözyaşı dökmemesi, onun kalp katılığına işaret değil de nedir? Ona hâlâ insan sıfatını yakıştırabilir misiniz? İnsanlar ‘erkekler ağlamaz’ sözüne niçin bu kadar itibar ediyorlar?

Sahabeler az güler, çok ağlardı. Hatta kahkaha ile gülmekten hicap duyarlardı. Resulullah Efendimiz tevhit inancını hakkıyla yaşayan ve yaşatan bu insanlara çok kıymet verirdi. Çünkü onlar, yaşadıkları örnek Müslümanlıkla cennetin anahtarını hak etmişlerdi. Peygamberimiz: “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz.” demiştir. O büyük insanlar gözyaşı dökerken biz bunca günahlarımızla nasıl oluyor da kahkahayla gülebiliyoruz? Buna akıl erdiremiyorum.

Resulullah Efendimizin yanında Kur’an okunurken, bazı ayetlerin tilâveti esnasında gözyaşlarına engel olamazdı. Kur’an’ı başkalarından dinlemek hoşuna giderdi. Yine böyle bir Kur’an tilâveti esnasında Abdullah b.Mesut, İsra Suresi’ni okurken ağlamıştı. Bilindiği gibi bu surenin ilk ayetinde Resulullah’ın miracına değinilmektedir.

Yüce Rabbimiz, Necm Suresi’nin son ayetinde daha önceki ümmetlerin başına gelen felâketleri sıralayarak şöyle buyuruyor: “Şimdi siz bu sözden(bu Kur’an’dan) mı hayret ediyorsunuz?..Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?”(Necm S.59-60.Ayetler)

Necm Suresi’nde geçen bu ayetler nazil olduğunda Suffa ashabı ağlamışlardı. Onların ağlamasını duyan Resulullah da ağlamıştı. Hz. Ömer bir hutbesinde Tekvir’i okuyordu. Söz konusu surede kıyametin kopuşu tasvir edildiği için gözyaşlarını tutamamış; hutbeyi kesmek zorunda kalmıştır. Yine aynı zat Tûr Suresi’nin 7 ve 8. ayetlerini okuduğunda korkudan hasta yatağına düşmüştür. Söz konusu ayetlerde Rabbimiz şöyle buyuruyordu: “Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır; O’na engel olacak bir şey yoktur.”(Tûr S. 7 ve 8. Ayetler)

Hz.Ömer, Hz.Osman, Resulullah ve ashabın ileri gelenleri kıyamet günü görülecek hesabın zorluğundan dolayı ağlıyorlarsa bize ne yapmak düşer? Bir düşünün… Üstelik onların bir kısmı dünyadayken cennetle müjdelenmişti. Günah bataklıklarında yüzen günümüz insanı nasıl oluyor da gülmeyi kendisine yakıştırabiliyor? Sözün bu kısmında Yahya Kemal’in şu veciz ifadesi aklıma geliyor: “Güleriz ağlanacak hâlimize.” Oysa Resulullah’ın dediği gibi, gözyaşı rahmettir. Ağlayınız, belki gözyaşlarınız kaskatı kesilen kalplerinizin yumuşamasına vesile olur. Biliniz ki bu dünyada ağlamayanın gözyaşı ahirette sel olur.

Samih Rifat'ın Torunu Samih Rifat

M.NİHAT MALKOÇ

Sanat ve edebiyat alanında kalem oynatanların ölümü bende tarifsiz üzüntüler oluşturur. Çünkü onlar, yazdıklarıyla geniş kitleleri aydınlatırlar. Kalemin susması âleme vurulan büyük bir darbedir. Zira bizler kalem erbaplarının gözüyle bakarız dünyaya. Şair ve yazarların yazdıklarını okudukça dünyaya bakışımız değişir. Onlar bizim görüp de fark edemediklerimizi bizlere doyasıya yaşatırlar. Usta kalemler hayata bambaşka bir renk katar.

Kalem erbaplarından birisi olan, bununla beraber pek çok meziyeti bünyesinde birleştiren Samih Rifat da, genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldı. ‘Samih Rifat bundan on yıllar evvel ölmedi mi?’ dediğinizi duyar gibiyim. Doğrudur, Türk edebiyatının önemli şairlerinden biri olan dede Samih Rifat uzun yıllar evvel(03 Aralık 1932’de) ölmüştü. Fakat biz, şair Samih Rifat’ın aynı adı taşıyan torunundan bahsediyoruz.

Samih Rifat’ın torunu Samih Rifat tam teşekküllü bir kültür ve sanat adamıydı. O da bir elinde birden çok karpuz tutabilen marifetli ender kişilerdendi. Kartvizitinde pek çok özellik yazılıydı: Mimar, restoratör, yazar, mütercim, fotoğrafçı, sinemacı, belgeselci, yayıncı… Bu kadar çok ve birbirinden farklı işi aynı insanın yapması kolay değildir şüphesiz. Fakat o bunların üstesinden gelebilmiş, arkasında güzel eserler bırakmış müstesna bir insandı.

62 yaşında aramızdan ayrılan Samih Rifat’ın ömrü dolu dolu geçti. Daima üretme gayreti içerisinde oldu. Hiç boş zamanı olmadı. 1945 yılında İstanbul’da doğan Samih Rifat, Saint-Benoit Lisesi’ni ve İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çevirmenliğe ilgi duymaya başladı. İlk çevirilerini 1980’lerde Yazko Çeviri dergisinde yayımladı. René Char, Jacques Prévert, André Verdet, Jean Follain, Paul Valéry, Kavafis, Le Corbusier gibi şair ve yazarların eserlerini Türkçeye kazandırdı.

O, mimarlık eğitimi almıştı. Mimarlık da aslında güzel sanat dallarından birisiydi. Onun için bu alana ilgi duymuştu. Torun Samih Rifat, 1970–86 yıllarında çeşitli devlet kurumlarında restoratör olarak çalışmıştı. Onun bir başka tutkusu da fotoğrafçılıktı. Pek çok kültür sanat dergisinde birbirinden güzel fotoğrafları yayınlandı. Bunun yanında belgesel filmler çekti. Belgesel film ve reklâm filmi yönetmenliği ile reklâm yazarlığı gibi işler de yapan Rifat, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ta danışman olarak görev yaptı. Koç Kültür Sanat bünyesindeki K Kitaplığı’nda ve Aries Dergisi’nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Torun Samih Rifat’ın en büyük özelliği yazarlığıydı. Bunun yanında Fransızcaya hâkim bir kişi olduğu için edebiyatımızda daha çok çevirileriyle ön plana çıkmıştır. Babası Oktay Rıfat Horozcu da Garip akımının öncülerindendi. Önemli şairlerimizden birisiydi. Orhan Veli Kanık’la Garip akımını alternatif bir şiir hareketi olarak edebiyat âlemine sunmuşlardı. Yani ailece şair, yazar ve sanatkârdılar. Oktay Rıfat Horozcu’nun babası Samih Rifat, Türk Dili Tedkik Cemiyeti’nin kurucularındandı. Bu kurumun ilk başkanı olma şerefi de kendisine aitti. Bundan da anlaşılabileceği gibi önemli bir adamdı kendisi. “Yaslı gittim, şen geldim; /Aç koynunu ben geldim.” diye başlayan ünlü Gelibolu Marşı’ ona aitti.

Torun Semih Rifat’ın ilk yazısı 1978’de Cumhuriyet gazetesinde çıkmıştı. Çok sayıda deneme ve çevirisi Sanat Dünyamız, Kitap-lık ve P gibi dergilerde okuyucuyla buluşmuştu. Samih Rifat’ın ‘Herakleitos: Bir Kapalı Söz Ustasıyla Buluşma Denemesi’, ‘Çok Eski Bir Günbatımı Osmanlı Öncesi İstanbul’undan Seçme Şiirler’ ve ‘Ada’ adlı eserleri bulunmaktaydı. ‘Ada’ adlı eserinde 45 yıllık anılarını bir araya getirmiştir.

Samih Rifat, Türkiye’deki sanat dünyasının önemli kişiliklerinden biriydi; gerçek bir entelektüeldi. Edebiyat ve şiirle dolu bir ailenin mimarlık eğitimi görmüş oğluydu. Ailesinin adını şerefle taşıdı ve onların yolundan gitti. Samih Rifat kanser hastalığından muzdaripti. Yaklaşık iki yıldır kanserle boğuşuyordu. Cenazesi, Samih Rifat’ın vasiyetine uygun biçimde Karacaahmet Mezarlığı’nda babasının yanında toprağa verildi. Arkasında çok sayıda eser bırakan bu kıymetli kültür sanat adamına Allah’tan rahmet diliyorum.

Kusur Aramak

M.NİHAT MALKOÇ

Toplum olarak, insanların kötü yönlerini ve açıklarını aramaya meyilliyiz. Genellikle şüphe, zan ve tahminlerle hareket ederiz. En ufak bir lâf duyduğumuzda bunu süsleyip abartarak, duyduğumuzu körü körüne etrafa yayarız. Söze hep zanla başlarız. Oysa Peygamberimiz: “Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü zan, sözün en yalan olanıdır.” buyurarak bizlere uyarıda bulunmuştur. Zanla hareket etmek kişiyi maddi ve manevi felâkete sürükler.

İnsanları karalamak, toplumdan tecrit etmek ve şahsiyetleriyle oynamak kolaydır; fakat şık değildir. Çevredeki kişilerin kusurlarını araştırıp onlarla alay etmek aslında bir kişilik sorunudur. Önemli olan, insanların zayıf yönlerini tekmil edip onları topluma kazandırmaktır. İnsanları kaybetmek kolay olsa da, kazanmak zordur. Bizler kolay olana değil, zora talip olmalıyız. Zanla hareket etmekten şiddetle kaçınmalıyız. İnsanları arkalarından çekiştirmemeliyiz. İnsanları çekiştirenler ölü kardeşinin etini yemiş gibidir.

Fitne, fesat ve kusur arama gibi yanlış davranışlar toplumumuzda ne yazık ki sıkça görülmektedir. Eşini dostunu çekiştirdikten sonra kalkıp namaza duranlara çoğumuz rastlamışız. Oysa onların fitne fesatlarıyla kıldıkları namaz çelişki oluşturmaktadır. İnsanların arkasından konuşup ardından kılınan namazlar Hakk katında kabul olur mu acaba? Yüce Rabbimiz, Hücûrat Suresi’nin 12. ayetinde zanla hareket edenlere çok sert uyarılarda ve tavsiyelerde bulunarak insanları hakikate ve tövbeye davet etmektedir:

“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü bazı zan vardır ki günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de, kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz!.. Allah’tan korkun. Çünkü Allah tövbeleri kabul edendir. Çok esirgeyendir.”

Her insan hata yapabilir. ‘İsmet’ sıfatlarından ötürü günah işlemeseler de peygamberler bile zaman zaman hata yapmıştır. Ya biz kullar, nasıl olur da kusursuz oluruz. Allah günah işleyen kulunun tövbesini kabul edendir. Öyle ki Rabbimiz pişman olup af talep eden kulun bu davranışından hoşlanmaktadır. Önemli olan, yanlışta ısrar etmemektir. Küçük davranış bozukluklarını büyütmek ve insanları lekelemek anlamsızdır. Her insanın kendine mahsus düşünce ve planları vardır. Bize mantıksız gelen davranışların mantıklı gerekçeleri olabilir. Hislerimizle hareket etmemeliyiz. Bu konuda da Peygamberimizi ölçü almalıyız. Hz. Muhammet(sav) bu mevzuda şöyle buyurmuştur: “Ey dili ile iman edip, kalben tasdik etmeyenler!... Müslümanlara eziyet etmeyiniz, onların gizli taraflarını araştırmayınız. Allah, müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıranın gizliliklerini araştırır. Ve Allah kimin ayıbının peşine düşerse; evinin içinde bile olsa, onu insanlara karşı mahcup eder.”

İçinde azıcık sevgi, hoşgörü ve iman olan kimse müslüman kardeşinin ayıplarını teşhir etmez. Çünkü yarın, kendisinin de böyle bir durumla karşılaşabileceğini düşünür. Her konuda olduğu gibi bu hususta da empati(duygudaşlık) yapar. Kendisinin kaldıramayacağı hareketi başkasına reva görmez. Herkes böyle düşünse insanlar arasındaki meseleler kolayca çözülür.

Bazı insanlar kıskançlık ve çekememezlik yüzünden başkalarının kusurlarını ararlar. Gördüklerini dile getirdiklerini ifade ederler. Bunun doğal bir davranış olduğu iddiasında bulunurlar. Oysa var olanı, sözkonusu kişinin arkasından söylemek gıybettir. Yukarıdaki ayette de görüldüğü üzere bu hareket, kardeş eti yemekle eşdeğer çirkin bir davranıştır.

Müslümanlar birbirlerinin ayıbını örtmelidir. Başkalarının ayıbını araştıranın, gün gelir ayıplarını araştırırlar. “Çalma kapımı çalmayayım kapını” misali… Peygamberinizin dediği gibi: “Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah(c.c.) kıyamet gününde onun ayıplarını örter.” Ayıplarımızın örtülmesini istiyorsak gıybet illetinden kurtulmalıyız. İnsanları aşağılamak bize hiçbir şey kazandırmaz. Yunus’un ifadesiyle sözlerimi bağlamak istiyorum:

“Gelün tanışuk idelüm / İşün kolayın tutalum
Sevelim, sevilelim / Dünya kimseye kalmaz.”

Anadolu Türküleri

M.NİHAT MALKOÇ

Yürek yankısıdır Anadolu türküleri… Duygu pastasından payımıza düşenlerdir… Kiminde aşk acısı, kiminde vuslatın doyumsuz hazzı, kiminde hüznün yakıcı nağmeleri saklıdır. Hapishaneye düşen kader mahkûmundan, sevdiklerini kaybeden acılı insanlara kadar nice yürek çarpar türkülerin mahzun nağmelerinde. Kimi düzenli formlarda, kimi de içten geldiği gibi söylenmiştir. Fakat hepsi de gönül tellerimizi titretmiştir.

Türkülerimizde en çok işlenen temlerin başında şüphesiz ki gurbet gelmektedir. Sevdiğini gurbete uğurlayan ve arkasından bir güğüm su döken, su gibi kazasız belasız yerine varmasını dileyen kadınlar, eve döndüklerinde yaşadıkları duygu yoğunluğunu türkülerle terennüm etmişlerdir. Kadınların ayrılık acıları drama dönüşünce hissiyat gemlenemez bir hâl almıştır. Beklemek kor ateşten çok daha yakıcıdır çünkü…

Gurbet bütün acılarına rağmen ekmek kapısıdır Anadolu’nun çaresiz erkeği için. Geride bıraktıkları fertlerin içindeki hüzün dağlar kadar büyük olsa da mecburdurlar buna. Kalmak gitmekten, gitmek kalmaktan zordur. Bir karmaşık durumdur yüreklerde yaşanan… Zira ekmek olmasa huzur da olmaz yuvada. Fakat acı olan şey, gidip de dönmemek, dönüp de görmemektir. Bu ihtimal sıkıntıları ve korkuları artırır. Bu düşünce sıla yolu gözleyenleri kavurur. İnsanlar sevdikleri için yaşarlar, hiçbir şey sevilenlerin yerini dolduramaz.

Gurbet beraberinde yalnızlığı, umutsuzluğu, acıyı, hasreti ve sitemi getirir. Bunlar alınyazısı olarak kabul edilir, tepki gösterilmez. Dertlere içten içe yanılır. Kul neticede kendisine biçilen kaderi yaşar. Kadere isyan ve itiraz etmek bizi Hakk’tan ve hakikatten uzaklaştırır; itiraz edilse de ne değişi ki!... Zaman zaman feleğe sitem edilir edilmesine de sitemler hayatımızın rengini değiştirmez. Karalar kara, pembeler pembe kalır. Türkülerimizde feleğe sitem eden ifadeler sıkça görülür. Bunlardan biri şöyledir:

“Yalandır şu fani dünya da yalan
Sensin kahpe felek beni gurbete salan”

Gurbet türkülerinde sıla hasreti uzun uzadıya dile getirilir. Bir an evvel çocuklara, eşe, anne ve babaya dönme ve onlarla kucaklaşma arzulanır. Sılada bekleyenlerin hisleriyle hayatın gerçekleri uyuşmayınca hiç arzulanmasa da zorunlu ayrılıklara katlanılır. Gurbet aşağı yatma yeri değildir. Gurbetten dönerken elde avuçta bir şeyler olması gerekir. Vuslat, sılada bekleyenlerin aç karnını doyurmaz. Gelince önce eline bakarlar insanın.

Anadolu insanı maddi kurtuluşunu gurbette, özellikle de İstanbul’da görür. Yurdun dört bir tarafından kalkıp gurbet yollarına düşenler, soluğu taşı toprağı altın olarak nitelendirilen İstanbul’da alırlar. Fakat yanlarında ne yârları, ne de başlarını sokabilecekleri, sıcak bir çorba içecekleri yerleri vardır. Bu hayat askerlikten çok daha zordur. Çünkü bütün zorluklarına rağmen askerde sıcak bir yuva ve çorba her zaman mevcuttur.

Gurbetin acısını ve yürek burkan hüznünü en çok yaşayanlar geride kalan dalı budağı kırılmış kadınlardır. Onlar gurbete saldıkları eşlerinin, bir yastığa baş koydukları hayat arkadaşlarının yollarını nemli gözleriyle süzer dururlar. Yakın zaman içerisinde geri dönmeyeceklerini bilseler de bir umut deyip pencerelerden uzak yollara bakıp dururlar. Aslında yürekleri ‘gel’ dese de mideleri ‘kal’ der. Çünkü çoluk çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için para gereklidir. Para da ancak çalışmakla kazanılır. Konu komşuya rezil rüsva olmaktansa, merhamet avcısı olup el açıp dilenmektense hasret sancısını yüreklerinin deriliklerinde yaşamaları daha evladır. Onlar da öyle yaparlar zaten…

Sevdiğini gurbete yollayanların en büyük korkusu, beylerinin gurbet ellerde kadınlarla kızlarla gönül eğlendirip yoldan çıkması ve bir daha geri dönmemesidir. Yuvaların devamı her şeyden önemlidir. Şu dizeler terk edilmenin acısını ne kadar da yürekten dillendiriyor:
“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun Gördün güzelleri beni unuttun”

Yapraklar Dökülür Kasımlarda...

M.NİHAT MALKOÇ

Dünya nice liderler ve önder şahsiyetler tanıdı bugüne kadar… Kimisi kırıp döktü, kimisi tamir etti. Kırıp dökenler çabuk unutulurken ve lanetle anılırken; tamir edenler, ölümden sonra da yaşadılar içinden çıktığı milletinin yüreklerinde, dünya durdukça da yaşayacaklar, rahmet ve minnetle anılacaklar. İşte bizim Atatürk’ümüz bahsi geçen bu liderlerin ikinci grubunda yer alır. Yani o yıkmadı, kırıp dökmedi, kırılanı, yıkılanı maharetli bir usta gibi tamir etti.

Osmanlı devleti yorgundu, nice savaşlar görmüştü. Bir zamanlar üç kıtaya hâkim olmuştu. İnsanları barış ve huzur içerisinde yaşatmıştı. Fakat devletler de insanlar gibidirler. Doğar, büyür ve ölürler. Osmanlı da bu aşamalardan geçerek 20. yüzyılın ilk çeyreğinde öldü. Bunun sebepleri çoktur. Fakat şimdi çöküş sebeplerini bir kenara bırakıp netice üzerinde konuşmak zamanıdır. Vakit, bu devletin enkazı üzerinde yükselen Türkiye’yi anlamak vaktidir.

Yirminci yüzyıla damgasını vuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk ve dünya tarihinde apayrı bir yeri vardır. Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun enkazından Türkiye gibi diri ve dinamik bir devlet çıkarma başarısını göstermiştir o şanlı komutan... Güçlü Avrupa ülkelerinin “hasta adam” olarak nitelendirdiği ve iştahlarının kabardığı bir dönemde yola çıkan Atatürk, kısa ama yorucu bir zaman diliminde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer komutanı Atatürk, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun çöküş sebeplerini ve son zamanlarındaki zaaflarını iyi etüt ederek tarihten ders almıştır. Kendi politikalarını da, bu temelden yola çıkarak hayata geçirmiştir. O bir halk adamıydı. Halkın içinden bir güneş misali doğmuştu. Ömrü boyunca da halkın içinde yaşadı. İsteseydi o da Osmanlı padişahları gibi saray hayatı yaşardı. Ama o, halkın içinde olmayı tercih etti. İnsanlarla kenetlenerek kaynaştı. Bu kadar çok sevilmesinin sebebi de budur bence… Yeri gelmişken Atatürk’ün yakın dostu Falih Rıfkı Atay’ın bir anısına değinmek istiyorum: “Cumhuriyetin 12. yıldönümü için birçok döviz hazırlanmıştı: Atatürk bizim en büyüğümüzdür; Atatürk bu milletin en yükseğidir; Türk Milleti asırlardan beri bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı… gibi. Döviz listesini gözden geçiren Atatürk hepsini çizdi, yalnız şunu yazdı: Atatürk bizden biridir.”

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Atatürk için yepyeni bir dönem başlamıştı. Asıl savaş bundan sonra başlıyordu. Cehaletle savaşmak onun öncelikli meselesiydi. Bunun için bir dizi inkılâplar gerçekleştirdi. Önce saltanatı kaldırdı.(01 Kasım 1922), 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilân etti. Eski yasaları yürürlükten kaldırarak modernleşmenin temellerini attı. Kadın-erkek eşitliğini sağladı. Tevhid-iTedrisat kanunuyla eğitim birleştirilerek kız ve erkeklerin aynı ortamda eğitim görmesi sağlandı. Atatürk inkılâpları ardı ardına devam etti. 01 Kasım 1928’de yeni Türk Alfabe Yasası kabul edildi. Aşar vergisi kaldırıldı. Hafta tatili pazara alındı. Milâdî takvime dönüldü. Uzunluk ve ağırlık ölçüleri değiştirildi. Koyduğu cumhuriyetçilik, halkçılık, lâiklik, devletçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık ilkeleriyle yepyeni bir Türkiye inşa etti.

Onun da her insan gibi seveni de oldu sevmeyeni de… Tabiî ki iç ve dış düşmanlarımız onu sevmedi hiçbir zaman… Lâkin sevenleri her zaman, sevmeyenlerinden daha çoktu. Türk insanı model olarak onu kabul etti. Her gittiği yerde olağanüstü bir sevgi seliyle karşılaştı. Milletimiz onu bağrına bastı. O, 57 yıllık ömrünü vatana ve millete vakfederek bir 10 Kasım sabahı 9’u beş geçe ebediyete intikal eden müstesna bir insandı. Türk halkı onu unutmayacaktır. Sözlerimi şair M.Güner Demiray’ın şu anlamlı mısralarıyla noktalamak istiyorum:

“Yapraklar dökülür kasımlarda
Yeller uğuldar vadilerde, ne çıkar
Bir özgürlüksün çağlara en güzelinden
Sen bayrak bayrak fikirsin
Ölüşün diriliştir yeniden
Sen mavilerde yeşeren yapraksın
Sen her mevsimde açan baharsın!”

Yunus Emre'de Hoca(Öğretmen) Sevgisi

M.NİHAT MALKOÇ


Dünyanın en zor ve en zevkli mesleği öğretmenliktir. Zordur, çünkü yüzlerce insanla hemhâl olmak gerekir. Zevklidir, çünkü hepsi birbirinden farklı dünyalarla içiçe yaşama imkânı hasıl olur. Öğretmenin asıl görevi, elinin altındakilere ansiklopedik bilgiler vermek değildir. Onlara herşeyden evvel sevgiyi, doğruluğu güveni, çalışmayı ve hoşgörüyü öğretmeliyiz. Zamanımızda kitle iletişim araçları olabildiğince yaygınlaşmıştır. Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay… Böyle bir ortamda öğretmene daha farklı görevler düşüyor. İyi bir öğretmen, öğrencisini kabiliyetleri doğrultusunda yönlendirir; ona rehberlik yapar. Okullarda hazır bilgi vermek yerine, bilgiye ulaşmanın yolları öğretilmelidir.

Öğrencilerin manevî dünyaları, maddî dünyalarından önemlidir. Eğitimde muteber olan, bilgili insandan çok, düşünen insan yetiştirmektir. Soran ve sorgulayan bir nesil yetiştirmek zorundayız. Kuru bilgileri ezberlemek ve ezberletmek artık marifet olarak görülmemektedir. Üreten ve yorumlayan insanlar, bu çağın hakimi olacaklardır.

Kişi öncelikle öğrenmeli, ardından öğrendiklerini geniş kitlelere aktarmalıdır. Nitekim Peygamberimize göre: “Sadakanın en efdali, müslim kişinin ilim öğrenip, müslüman kardeşine öğretmesidir.” Bildiğini başkalarına öğretmeyenler, kitapları sırtında taşıyan eşek gibidir. Çünkü o bilgilerin ne kendine, ne de başkalarına hayrı yoktur. Bilginin sadakası onu başkalarına öğretmektir. İlimde kıskançlığa ve tamahkârlığa yer yoktur. Öğrettiklerimiz hak ve hakikat olmalıdır. İnsanların hidayetine vesile olmaktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Şu hadisler ilim öğretmenin önemine işaret etmektedir: “Öldükten sonra kişiye amelinden ve hasenatından ulaşan şey, öğretip neşrettiği ilimle, geride bıraktığı salih evlâttır… Allah, melekler, arz ve semada bulunan herşey yuvasındaki karıncaya, denizdeki balığa varıncaya kadar (bütün canlılar) halka hayır öğreten muallime dua ederler.”

Bilindiği gibi Yunus Emre’nin manevî feyizlerle dolup taşmasında hocası Tapduk Emre’nin rolü çok büyüktür. Yunus, Tapduk Emre’nin müridi olmuştur ömrü boyunca… Gerçek kişiliğini bu veli şahsın manevî tasarrufu altına girdikten sonra bulmuştur. Yunus, Tapduk Emre’nin şahsında bütün hocalara büyük bir sevgiyle ve aşkla bağlanmıştır.Fakat o, hocayı geniş mânâlarda ele almaktadır. Ona göre hoca, Allah’ın âlim sıfatıdır; bilgileri bünyesinde toplar ve yayar. Bunu onun şu beyitlerinden de anlıyoruz:

“Resul agdı Miraç’a nazar eyledi Hace
Görün görün kim niçe vasfını dervişerin
Başuma dikeler hece ne irte bilen ne gice
Âlemler ümidi Hace sana ferman olam bir gün”

Yunus’a göre Peygamberimiz de bir hocadır. Çünkü İslâm dininin emir ve yasaklarını Cebrail vasıtasıyla Allah’tan alarak ümmetine öğretmiştir. Bunu şu beyitte ifade etmektedir:

“Muhammed’e bir gice Çalap’dan indi Burak
Cebrail eydür Hacem Miraç’a kıgurdı Hak”

Yine o, hocayı Mürşid-i Kâmil olarak da vasıflandırmaktadır. Hatta bu mânâda kullandığı beyitlerin sayısı diğerlerine göre daha fazladır:
“Hocanın talibi çokdur hiç bundan kemteri yokdur
Şunun kim mürşidi Hak’dur uymaz nasun allerine”

“Dilerem fazlundan ayurmayasun
Hocam senden özge sevmezem ayruk”

Yunus Emre, hakikatleri eğip bükmeden söyleyen bir gönül adamıydı. Yaşadığı müddetçe sevginin gönüllü bayraktarlığını yapmıştır. O, son olarak hocalara şu tavsiyede bulunmaktadır. Bu tavsiye onun gerçek kimliğini de, niyetini de bize açıkça göstermektedir:

“Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepsinden iyice bir gönüle girmekdür.”

Türk Dünyası ve Atatürk

M.NİHAT MALKOÇ

Türk Milleti tarihin her döneminde iç ve dış siyasette daima barışçı bir anlayışla hareket etmiştir. Bize zeytin dalı uzatanlara biz de gül uzatarak mukabele etmişiz. Fakat her nedense bu dostça yaklaşımımız özellikle komşu devletlerce hep suiistimal edilmiştir.

Genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Mustafa Kemal Atatürk dış siyasetini “Yurtta barış, dünyada barış” sloganıyla şekillendirmiştir. Onun bütün ilke ve inkılâpları bu doğrultudadır. Fakat O, dost ve düşmanlarını çok iyi etüt ederek gerekli tedbirleri almayı da asla ihmal etmemiştir. Barış içerisinde yaşamak için de güçlü olmak lâzımdır. Güçlü olursanız kem gözlerden sakınırsınız. Caydırıcı olmak için kuvvetli olmak şarttır. Düşman zayıf ve aciz günleri kollar. Buna imkân vermemeliyiz. Atatürk, ömrü boyunca ordunun güçlü ve teyakkuzda olmasını sağlamıştır. Bu hususta ne kadar haklı olduğunu ve isabetli davrandığını tarih defalarca göstermiştir.

Bilindiği gibi dünyanın pek çok yerinde Türkiye’den başka Türk kökenli devletler ve topluluklar yaşamaktadır.1990’lı yıllarda o zamanki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nde Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov tarafından ‘Glastnost’ ve ‘Perestroika’ politikaları neticesinde devletler birliğinde küçülme ve kabuğundan sıyrılıp dışa açılma gerçekleştirildi. Bu Sovyetler’in eriyerek parçalanmasına neden oldu. Birliğe bağlı 16 devlet, bağımsızlığını ilân etti. Bunlardan beşi de Türkî toplulukların kurduğu devletlerdi. Bu devletlerden Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan bağımsız oldular. Bunlarla beraber Kıbrıs’ı da sayarsak bugün dünyada yedi bağımsız Türk devleti varlığını sürdürmektedir. Bunun yanında Yunanistan’a bağlı Batı Trakya’daki ve Çin’e bağlı Doğu Türkistan bölgesindeki Türkler bütün zorluklara rağmen ayakta kalma mücadelesi vermektedirler. Bulgaristan’da ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde, özellikle Almanya’da yaşayan Türkler azımsanmayacak bir yekûn teşkil etmektedirler.

Tarihte Rusya her zaman Türk’ün ve Türk varlığının karşısında olmuştur. Çünkü imparatorluk peşinde koşan Rusya, tacını ve tahtını yerinden oynatacak yegâne güç olarak Türkler’i görmüştür. Bu nedenle Rusya’yla aramızda geçen çetin mücadelelerin sayısı bir hayli çoktur. İnsan ve silah gücü bakımında bizden daha üstün olan Rusya’ya karşı destanlaşan mücadeleler sergilemişiz. Kan kusturmuşuz onlara. Yenildiğimiz savaşlar da olmuştur tabiî ki… Rusya çok kere cephede elde edemediği başarıyı diploması masalarında bin bir türlü hilelere başvurarak kazanmıştır. “Savaş hileden ibarettir” ilkesini en iyi işleten millet Ruslar’dır. Fitne tohumları ekip milletimizi birbirine düşürerek, oluşan boşluktan yararlanan Ruslar, savaş politikasını çok iyi bellemişlerdir.

Atatürk ileri görüşlü bir insandı. Kâhin değildi şüphesiz. Fakat dünya siyasetini yakından takip ettiği için hangi sebeplerin nasıl neticeler doğurabileceğini tahmin edebiliyordu. Zaten lider ve önder olabilmek için bu gibi hususiyetlere sahip olmak şarttır. Bugünü idare etmek marifet değildir. Gelecek yıllarda olabilecek muhtemel gelişmeleri bugünden tahmin etmek ve zamanından evvel önlemler almak iyi bir siyasetçinin özelliğidir.

Atatürk, Rusya’nın gelecekte bölünüp parçalanabileceğini ta o günlerde dile getirerek, orada yaşayan soydaşlarımızla ilgili olarak alınması gereken önlemlerin önemine işaret etmiştir. O günlere bugünden hazırlıklı olmamız gerektiğini belirterek Rusya’nın ve Türkî Cumhuriyetler’in akıbetiyle ilgili olarak şu mühim ifadelere yer vermiştir:

“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İste o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak... Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli”

Atatürk’ün nerdeyse bir asır evvel ileri sürdüğü bu görüşlere ve uyarılara millet olarak gereken ilgi ve dikkati gösterebildik mi? Cevap kocaman bir “Hayır” dan ibarettir. Dili bir, dini bir, tarihi bir ve kültürü bir olan bu kardeş devletler niçin birbirinden kopuk ve dağınık bir halde yaşamaktadır? Bunun sorumlusu veya sorumluları kimdir? Bu sorulara makul ve mantıklı cevap veremediğimiz sürece bu parçalanmışlık sürüp gidecektir. Her biri enerji alanında gelecekte bir dev olmaya aday olan Türk Cumhuriyetleriyle bir Fransa kadar ilgilenebiliyor muyuz? Bu tren bu durakta hep bekleyedurmaz. Tren kaçmadan, oturmamız gereken makinist koltuğuna yerleşmezsek başkalarının kullandığı, onlar için aydınlığa, bizim için karanlığa yol alan bu trende ancak yolcu olabiliriz. Atatürk’ün uyarılarını dikkate almazsak gelecekte çok hayıflanıp dururuz. Gerçek Atatürkçülük onun ilke ve inkılâpları ışığında, uyarılarını dikkate alarak geleceğe yön vermektir. Bu böyle biline!...

Mehmet Akif'in Dünyası

M.NİHAT MALKOÇ

Şairler dünle bugünü, bugünle yarını birbirlerine köprü yapan söz ve duygu ustalarıdır. Onlar, kültür atlasımızı altın yaldızlı harflerle bezeyip, yarınlara kıymetli bir emanet olarak bırakırlar. Merhum Mehmet Akif Ersoy da dünü, bugünü ve yarını engin ufkuyla kuşatan mümtaz bir inanç abidesiydi. Bir ahlâk, ülkü ve aksiyon adamıydı. Hayatında durağanlığa yer yoktu. Onun kişiliğini şu mısralarından yola çıkarak kolayca anlayabiliriz:

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Üç bucuk soysuzun ardında zağarlık yapamam,
Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki, fakat çekmeğe gelmez boynum.”

Millî Şair Akif, özü sözü bir olan asil bir kişiydi. Prensiplerinden asla taviz vermezdi. Geniş bir bilgi birikimine sahipti. Çok okur ve düşünürdü. Millî ve manevî değerler her şeyden önce gelirdi onun için… Vatan, millet ve maneviyat konularında asla geri adım atmazdı. Din mezhep ve soy farkı gözetmezdi. Allah için sever, yine Allah için nefret ederdi. Gurur ve kibir onun tabiatıyla asla bağdaşmazdı. Çok bilge bir insan olmasına rağmen, konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih ederdi. Hazırcevaplılıkta üzerine yoktu. Emeğe azamî derecede saygı gösterirdi. Mevlâna kadar hoşgörülüydü, Yunus gibi sevgi doluydu.

Akif, toplumcu bir sanat görüşünü savunmaktaydı. Yani ona göre sanat toplum içindir. Şiiri, düşünceleri kitlelere ulaştırmada bir araç olarak kullanmıştır. Akif’i ümmetçi olarak göstermek tek başına yeterli değildir. O, imanlı bir kişi olmasının yanında milliyetçidir de. Fakat ırkçılığa şiddetle karşıdır. Bilindiği gibi O, Arnavut kökenli bir insandır. Fakat her zaman kendisini Müslüman-Türk olarak görmüştür. İstiklâl Marşı’nda geçen “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısrasıındaki “ırk” kelimesi Müslüman-Türk’ü anlatmaktadır.

İstiklâl Marşı’mızın şairi olan Mehmet Akif, İslâmcı bir düşünceye mensuptur. Fakat onun İslâmcılığı siyasî değildir. Müslümanların, kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i yanlış yorumlamaları ve uyuşuk bir yaşam sürmeleri karsısında fevkalâde rahatsız olur. Aslında dinimiz çalışmayı öncelikli olarak emrediyor. Çağın teknolojik gelişmelerine ayak uydurmamızı istiyor. İbni Sinalar, Farabiler, Gazaliler ve İbni Haldunlar bu dinin mensuplarıydı. Hepsinin kalbinde de sarsılmaz bir iman vardı. Tevhit dinine, İslamiyet’e mensuptular. Böyle olmakla birlikte dünyayı buluş ve görüşleriyle sarstılar. Demek ki tembellik dinden değil, Müslümanların gevşekliğinden kaynaklanıyor. Kimse hataların bedelini yüce dinimize fatura etmeye kalkmasın. Akif, Müslümanlara şunu tavsiye ediyor:

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

Akif, şiirlerini ‘Safahat’ adlı eserde bir araya getirmiştir. Bu şiir kitabı yedi bölümden meydana gelmiştir: “Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler…” O, Sebilürreşat ve Sırat-ı Müstakim adlı iki ayrı dergi çıkarmıştır. Nesir yazıları da yazmıştır. Ona göre şiir; hayalden çok, hakikatleri anlatmalıdır. Bu onun aynı zamanda hayata bakış açısıdır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliriz:

“Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim
İnan ki: her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”

Akif, sözü tılsıma büründürerek ebedî kıldı. Her mısraıına bir mesaj yükledi. Yazdıklarıyla ve yaşadıklarıyla Türk gençliğine iyi bir örnek oldu. Bizler onun nurlu kaynağından beslendik. Bu abide şahsiyeti rahmet ve minnetle anıyorum.

Atatürk ve Dilimiz

M.NİHAT MALKOÇ

Dil milletlerin ortak bilincidir. Dünya liderleri arasında, konuştuğu dile Atatürk kadar değer vermiş ve üzerinde durup titremiş devlet adamı yoktur. Ona göre dil, milleti birbirine bağlayan unsurların başında geliyordu. Bu güçlü bağ olmasa, milletin tek vücut olarak sonsuza kadar hür ve bağımsız yaşaması mümkün değildir. Dile bağlılık ancak bu dili güzel konuşmakla ispatlanmış olur. Kişi Türkçe konuşma konusunda ısrarcı olmalıdır. Ülkemizde yıllarca kalan yabancılar, dilimizi konuşacak düzeyde öğrenmelerine rağmen yine de kendi lisanlarını kullanmayı yeğlemektedirler. Demek ki dil en büyük tanıtım ve övünme aracıdır. Atamız Türkçeye olan sadakatimizin ölçüsünü şöyle koymaktadır:

“Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. ‘Türk milletindenim’ diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz.”

Son zamanlarda bazı çevreler Türkçenin ifade kudretinin zayıf olduğundan şikâyet etmektedirler. Üniversitelerde kürsü işgal eden bir kısım yoz devşirmeler Türkçenin bilim dili olamayacağını söylemektedirler. Üstelik bunu dile getirenler, sokaktaki sıradan vatandaşlar değildir. Türkiye’nin yükseköğretimini yönlendirenlerin bunu söylemesi beyinlerin ve fikirlerin satıldığının en büyük delilidir. Bu mesnetsiz tez asla doğru değildir.

Türkçe uzun yıllar boyunca, tabir caizse nadasa bırakıldığı için bu hâle getirilmiştir. Dilimizden şikâyet edenler, aile meclislerinde bile yarım yamalak da olsa İngilizce konuşmayı tercih etmektedirler. Ruhunu Batıdan besleyenler Türkçe konuşmayı adeta ayıp ve ilkellik saymaktadırlar. Dilinden ve kültüründen bu derece kopan, hatta utananların bu dilin söz dağarcığının zayıflığından yakınmaları hem çifte standart, hem de yüzsüzlüktür.

Atatürk onca işinin arasında Türkçe terimler üreterek “Geometri” kitabı bile yazarken, onlar nerelerdeydiler? Nerede olacaklar, efendilerinin dizlerinin dibinde medenî bir uşak kisvesine bürünüp yarım yamalak İngilizceleriyle çağdaşlık(!) şarkıları söylüyorlardı.

Dil ilgiyle, sevgiyle büyür, gelişir, serpilir. Dilimizin zayıflığından dem vuranlar, bu dilin gelişmesi için neler yaptılar? Bu milletten nefret edip tiksinenler binlerce İngilizce ve Fransızca kelimeyi Türkçeye taşıyarak dilimizi çıkmaza sürüklediler. Bunu bilerek, planlayarak yaptılar. Oysa çareyi ecnebi kelimelerde aramak en büyük felâkettir. Bu açıkça teslimiyettir, kolaycılıktır. İşe yakın çevreden başlayarak önce dilin imkânlarını zorlamak gerekirdi. Atatürk dil işine, eski Türkçe kelimelerin bugüne kazandırılması düşüncesini hayata geçirerek başlamıştır. Çünkü biz çok eski medeniyetler kurmuş köklü bir milletin evlatlarıyız. Önce buna inanmak gerekir. Atatürk bu konudaki inanç ve kararlığını şöyle ifade ediyor:

“Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lâzımdır.”

Atatürk, Türkçe’nin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmasını bir mecburiyet olarak görmekteydi. Çünkü bu kapı bir kere açıldı mı kolay kolay kapanmazdı. Nitekim öyle de olmuş… Kapıyı açık unuttuğumuz için binlerce Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca kelime fütursuzca, kapıyı çalma gereği bile duymadan dilimizin haremine ayak basmıştır.

Dili zenginleştirmek demek, bütün yabancı unsurları toplayıp onun içine dâhil etmek değildir. Dilde zenginlik dilin mevcut imkânlarını kullanarak yeni kelimeler ortaya koymaktır. Atatürk dil sömürgeciliğinin karşısında çelikten bir duvar gibi durmuştur. O, bu hususta milletine de güvenmektedir. Millet, birlik ve beraberliğin çimentosu olan dilini elbet koruyup kollayacaktır. Atatürk’ün dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmaya yönelik kararlılığını şu sözlerinden anlıyoruz: “Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî duygu­nun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Dilimiz bizi biz yapan ortak değerlerimizin başında gelir. Türkçemiz kimsenin tekelinde değildir. Bu topraklarda yaşayan, bu kültürü benimseyen, tarihini, mazisini ve medeniyetini bu dil ile kuran herkes Türkçenin sahibi ve koruyucusudur. İlle de bir şeyler yapmak için ilk hamleyi birilerinden beklemek yersiz ve anlamsızdır. Öncelikle yapmamız gereken şey, dilimizi çok iyi öğrenmek ve doğru konuşmaktır. Ardından, gördüğümüz konuşma ve yazma bozukluklarını münasip bir dille, neme lâzım demeden, düzeltmektir.

Dil devletin değil, milletindir. Bu nedenle kanunî müeyyideler koyarak dili koruyamazsınız. Dil kanunla korunmaz. Bu hususta gönüllülük esastır. Fertler, üzerine düşen görevi yaptıktan sonra devlet ve diğer kuruluşlar da sorumluluklarını yerine getirmelidir. Atatürk bu konuda devlete ve diğer kuruluşlara düşen vazifeleri şöyle sıralıyor: “Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felâketler içinde ahlâ­kının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının, kısaca bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.

Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşması için, bütün dev­let teşkilâtımızın dikkatli, ilgili olmasını isteriz… Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hâle getirmeliyiz.”

Her konuda olduğu gibi dil hususunda da Atatürk’ün çizdiği akıl ve mantığa dayalı yolda ilerlemek gerekir. Çünkü Atatürk’ün en büyük derdi dilde millî bir yol takip etmekti. Dilimizi bugünkü çıkmaza sokanların, onu yetersiz bulanların Atatürkçü olduklarını ifade etmeleri ne kadar samimi ve inandırıcıdır? Bunu kamuoyunun takdirine bırakıyorum.

Atatürk ve Öğretmenler

M.NİHAT MALKOÇ

Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz. Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta önemlerini vurgulamış ve onlara layık oldukları değeri vermiştir. Çünkü öğrenciler çiçek, öğretmenler bahçıvandır. Çiçeğin solması da, gürce açması da bahçıvanın elinde olan bir şeydir. Atatürk bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum:

“Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.

Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.

Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.

Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz.

Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.

Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.

Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetiyle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.” (Kütahya Lisesi–24 Mart 1923)

Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. O bütün gerçekleri hiçbir şeyden sakınmadan ifade etmiştir. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. O, eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor. Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir.

Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih, edebiyat, coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun, her öğretmen dersin belli bir süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz, geleceğe ancak böyle güvenle bakabiliriz.

Bir On Kasım Sabahı

M.NİHAT MALKOÇ

Türk milleti nice büyük şahsiyetler bahşetti dünya tarihine. Yakın tarihimizin abide şahsiyetlerinin başında hiç şüphesiz ki Atatürk gelmektedir. Bir milleti uçurumun eşiğinden kurtararak, ona apaydınlık bir yol çizen bu mümtaz insan, pek çok sömürge ulusa da yürek vermiştir. Atatürk’ün milli bir kahraman olduğunu içte ve dışta kabul etmeyen yoktur. Bunun aksini düşünmek, güneşin varlığını inkâr etmek kadar manasız olur.

Liderler pek çok özellik sahibi olmak mecburiyetindedirler. Atatürk, yiğit bir asker, dahi bir kumandan, gerçekçi bir devlet adamı ve ileri görüşlü bir inkılâpçıydı. O çok şöhretli bir insan olmasına rağmen hiçbir zaman kibir ve gurur hastalığına kapılmamıştır. Daima halktan bir insan olarak yaşardı. Nefes aldığı müddetçe Türk olmaktan gurur ve şeref duydu. Onun içindir ki: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü söylemiştir. O, yaptığı icraatları şahsına mal etmedi; milletiyle paylaştı. Mütevazılığın bir gereği olarak kendisinde bir harikuladelik görmüyordu. Kendisini halktan bir kişi olarak sayıyordu. Ölümden korkmadığı için her türlü tehlikeye korkusuzca atılabiliyordu. Her zaman ordunun başında yer almıştı. İçinde besleyip büyüttüğü tutku derecesindeki vatan sevgisi, onun gücüne güç katıyordu.

Atatürk, milleti için doğru bildiklerini gerçekleştirmede hiç tereddüt etmedi. Neyi nerede yapacağını çok iyi biliyordu. Yani zamanlaması fevkalâdeydi. Doğru zamanda doğru işler yapmak prensiplerinin başında geliyordu. Barış ve sükûnetten yanaydı. Ortalığı karıştırmaktan özenle sakınırdı. Doğru zamanda doğru işler yapardı. Onun inkılâplarının toplum tarafından kısa zamanda benimsenmesi, bu özelliğinin delili olsa gerek. “Hasta adam” olarak nitelendirilen bir milleti ayağa kaldırarak şahlandıran Atatürk, kendi deyimiyle az zamanda çok ve zor işler yapmıştır. Dünyanın egemen güçleri tarafından ezilmiş, dışlanmış ve horlanmış olan Türk milleti, Atatürk sayesinde geçmişteki itibarına kavuşmuştur. Atatürk en kötü şartlarda bile başarılı olunabileceğini bizzat icraatlarıyla ispatlamıştır.

Liderlik zorluklarla savaşmaktır. Atatürk her haliyle, bir liderde bulunması gereken meziyetlerin tümüne sahipti. Onun liderlikteki üstün başarısı, doğuştan gelen özellikleriyle birlikte, çok çalışmasının ürünüydü. Meşverete çok önem verirdi. Çok emin olduğu konularda bile çevresindekilerin düşüncesini sorardı. Fakat doğru bildiğini de tüm karşı çıkmalara rağmen gerçekleştirmekten çekinmezdi. O, doğrunun tekliğine inanırdı. Lakin doğruya giden yollar çoktu. Mühim olan en kestirme yoldan gitmekti. En az emekle en yüksek verimi almak en doğru seçenektir. O, daima bunu tatbik etmiştir. Kemal Paşa, öze önem verirdi. Dış görünüşle ve kabukla ilgilenmezdi. İlke ve inkılâplarıyla, kurmuş olduğu genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyeti’ne ruh ve heyecan vermiştir. Milletimiz artık aşağılık kompleksinden kurtulmuştu. Onun masmavi ve emin bakışlarıyla, ümitleri ve hayalleri kırılmış olan halkımıza özgüven gelmişti. Yıllarca itilip kakılan Türk insanı, kendisine itibarını iade eden Ata’sına şükran borçluydu. Bu borcunu onun ilke ve inkılâplarına sımsıkı sarılmakla ödemektedir. Bu millet, vatan sevgisini ondan aldığı şerefli bir miras olarak görmektedir.

1938 yılının bir 10 Kasım sabahı, onu Türk milletinin içinden maddeden söküp aldı. Onun aramızdan ayrılması, ilke ve inkılâplarının rafa kaldırılması anlamına gelmiyordu. Hatta ölümüyle beraber kendisine duyulan sevgi daha çok arttı. Çünkü biz maalesef büyük işler yapmış, önder olmuş insanlarımızın değerini hayattayken bilemiyoruz. Kaybettiklerimiz değerleniyor. On Kasımlarda yas tutmak ona duyulan sevginin ölçüsü değil. Sevginin belirtisi ağlamak, yas tutmak olmamalı!... Sevgi sahiplenmektir biraz da. Atatürk’ü ne kadar yaşıyorsanız o kadar seviyorsunuz demektir. Atatürk’ü sevmek kuru lafla olmuyor. Onu sevenler, bu milletin değerlerini de sevmek durumundadırlar. Çünkü Atatürk o değerler içerisinde doğdu, büyüdü ve yüceldi. Yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz bu devirde Atatürkçülüğün neresindeyiz? Bu hususta kendi iç dünyamızda bir muhasebe yapmalıyız. Büyük Türk’ü, Atatürk’ü ölümünün 69.yılında rahmet ve minnetle anıyorum.

Aşk Bağının Bülbülü

M.NİHAT MALKOÇ

Sevgi üzere kurulmuş dünya denen bu gezegen!.. Aslolan da sevgi değil midir zaten. Ariflerin iki kanadından biridir bu asil duygu. O ulvi kanat olmasaydı erenler Allah katında maneviyat zirvesine yükselebilirler miydi? Hakk’a muhatap olabilirler mi?

Sevginin en ileri derecesi olan aşk, Allah dostlarını manevi açıdan asumana yükseltmiştir. Makamdan makama, halden hale taşımış, gönüllerini dalga dalga coşturmuştur. Fakat aşktan kastedilen basit anlamda karşı cinslerin birbirini sevmesi değildir. Hakiki aşk, muhabbetullahtır. Yani bizi yaratan, koruyan ve rızıklandıran Allah’ı katıksız bir sevgiyle sevmektir. Beşerî aşklar da ilâhî aşkların yansımalarından ibarettir.

Öyle veya böyle!... Sevgi sevgidir. Sevmekten kimseye zarar gelmez. Fakat şunu asla unutmamalıyız ki nefsimiz bize hiçbir zaman iyi şeyleri telkin etmez. Aşk, nefisten kaynaklanmaz. Nefisten kaynaklanan şehvetle, gönülden gelen aşkı birbirine karıştırmamak gerekir. Aşk sevdiğine kurban olabilmeyi göze almaktır.

Günümüzde insanlar müzmin bir sevgisizlik hastalığına tutulmuş. En basit bir gerekçeyle kan dökülüyor. Toplumun fertleri patlamaya hazır bir bomba gibi… Pimini çekmek için bir söz yeter de artar da!... Sanki patlamaya hazır bir yanardağ misali insanımız!.... Bana ne deyip geçemeyiz. Çünkü patlayacak volkanın lâvlarından biz de payımıza düşeni alacağız. Zira aynı dağın eteklerinde yaşıyoruz. O kızgın lâvlar bir gün bizi de yakıp kavurabilir. İş o noktaya gelmeden suyumuzu hazırlamalıyız.

Türk dünyasının sembol isimlerinden Yunus Emre’yi insanların gönlünde büyüten aşk ve muhabbet duygusu değil de nedir? Onun en belirgin özelliği aşkı taçlandırmasıdır. O, hayat felsefesini aşk üzerine kurmuştur. Bu onun hem hayatında, hem de şiirlerinde görülür. Zaten bu his sadece şiirlerinde kalsaydı inandırıcı olmazdı. Yaşanılmayan ve yaşatılmayan duyguların tesiri kabil değildir. O, sevgiyi ve muhabbeti bütün hücreleriyle özümsemiş bir halk ve Hak şairidir. Bunu anlamak için şiirlerine ve hayatına bir kez bakmak yeterlidir.

Yunus’ta aşk öyle ileri boyutlara varmıştır ki bu aşk, tutku derecesinde onun kendinden geçmesine, bir başka kimliğe bürünmesine yol açmıştır. Durumunu izah etmeye kelimeler kifayet etmemiştir. O, mevcut durumuna bakarak akıllı mı, divane mi olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliyoruz:

“Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana
Ne âkilem ne divane gel gör beni aşk n’eyledi.”

Daha evvel belirttiğimiz gibi Yunus’un aşkı ilâhîdir. Onun sevgisini hümanizmle ve mecazi aşklarla ifade edemeyiz. Bu demek değildir ki Yunus insanları sevmiyor. O, Allah’ın dünyadaki halifesi makamındaki insanları elbette seviyor; fakat insanı kul makamından çıkarıp kutsal bir unsur olarak görüp putlaştırmıyor. Onda esas olan Allah sevgisidir. Hümanizm Yunus’u ifade etmekte yetersiz bir kavramdır. Yunus’ta esas olan Hakk’a ve hakikate yakın olmaktır. Bunu şu beyitte tüm açıklığıyla görebiliriz:

“Âşık Yunus seni ister, lütfeyle cemalin göster Cemalin gören âşıklar, ebedi ölmez Allah’ım!”

Yunus’un kitabında kan, kin ve nefret kavramları yazmaz. Onun yerine sevgi, aşk ve hoşgörü bulunur. Günümüz insanının teknoloji alanında harikulâde buluşlara imza atması önemli olmakla birlikte yeterli değildir. İnsanın manevî dünyasının viraneye çevrilmesinin önlenmesi daha öncelikli bir husustur onun için!…Kişi kendi iç dünyasını imar etmedikten sonra göğün yedi katını keşfetse ne mana ifade eder ki?... Bizi mutlu kılacak unsur, iç dinamiklerimizi dengeye oturtarak dünyayla ahireti paralel olarak tanzim etmektir. Aksi halde iç huzuru yakalamamız mümkün değildir. Asr-ı Saadet’teki insanlar onca zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen manevî hayatlarını göz ardı etmedikleri için bizlerden çok daha mutluydular. Demek ki maddiyat tek başına huzuru sağlamıyor. Tek kanatla uçulmuyor.

Yunus, Hakk’a yaklaştıkça halk da ona yaklaşmıştır. İç huzuru, Allah sevgisinin en ileri derecesi olan muhabbetullahta bulan Yunus’un, herkes tarafından sevilip yüceltilmesinin esas sebebi, ölmeyen duyguları ruhuna nakşedip, hayatını ona göre yönlendirmesidir. Onun bu hususiyetlerini tiyatrocu ve şair Semih Sergen bir şiirinde veciz bir üslûpla dile getiriyor:

“Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus halk. Yunus vatan demektir: Yunus yurt, Yunus toprak. Yunus Türkçe demektir: Türkçe ak, Türkçe bayrak. Dertli Yunus, han Yunus, derviş Yunus, can Yunus.”

Üç Ayların Manevî Çehresi

M.NİHAT MALKOÇ

Ruhlarımız maneviyat tepelerine kanatlandı yine… Üç ayların başlamasıyla birlikte maneviyat kapıları ardına kadar açıldı. İçimizde kurumaya yüz tutmuş vahiy çiçekleri, üç ayların bereketiyle ve rahmet sağanağıyla tekrar yeşermeye başladı. Aklımızı esir alan şer duygular uzaklaştı gönül dünyamızdan. Artık aklımızla hissiyatımız birbiriyle çelişmiyor, aksine birbirine destek oluyor. Bunun ötesinde şer duygulara karşı beraber olup kol kanat geriyorlar birbirlerine. Sağnak sağnak yağan rahmet yağmurları içimizdeki günah volkanlarını söndürüyor. Bu müstesna zaman dilimi; bolluğu, bereketi, ferahlığı ve rahmeti taşıyor iklimimize. Zaman ve mekân sanki diğer günlere nazaran daha bir genişliyor, gül misali açılıyor. O küçük kalbimiz sanki göğüs kafesimizden çıkacak gibi oluyor.

Ne iyi etiniz de geldiniz Recep, Şaban, Ramazan… Ne kadar da özlemiştik rahmet ve merhamet ikliminizi. Bize getirdiğiniz müjdelere mazhar olmak ne büyük bahtiyarlıktır. Günahlarımıza karşı korunak ve sığınak olan bu güzel aylara selam olsun. Firdevs yolcuları mübarek üç ayları karşılamak için çoktan nurlu yollara düşmüşler. Hepsinin yüreklerinde aşk, merhamet ve muhabbet var. Nefretin ve isyanın bayrağı çoktan indirilmiş yürek kalelerinden.

Üç aylar çaldı kapımızı, bizleri gaflet ve dalalet uykusundan uyandırdılar. Manevi ticaret başladı artık. Bu ticarette az sermayeyle çok kazanç elde etmek işten bile değil. Yeter ki gönüller tamahkârlık afetiyle yanmasın, kül olmasın. Mevsimlerin en güzelidir üç aylar… Ruhlarımız ne üşür, ne de yanar bu müstesna günlerde. İç âlemimizde rengârenk geniş ufuklar açılır. Dağınık, pejmürde, sulanmış, pörsümüş bilinçler disipline edilir.

Üç aylarda gecenin siyahı, nur akisleriyle aydınlanır. Güneşin sıcaklığı, buz tutan hissiyatı eriterek, kalıba konulan ve dondurulan maneviyatı hayatın değişmez kanunları olarak bir adım öne çıkarıyor. Gecenin en karanlık yerinde ışık kümeleri aydınlatıyor rüyalarımızı. Bu ışık üç ayların aydınlığından başka bir şey değildir. O ışığın huzmeleri altında ruhumuzun tenha yerlerini aydınlatmak, fırsatı kaza etmemek gerekir. İçimizde dinmeyen sancıları bertaraf etmek için ayağımıza kadar gelen bu fırsatı kaza etmemek lazım. Esenliklere açılan huzur gemisinin güvertesinde yerimizi almak için beklemek değil, harekete geçmek gerekir.

Umudu, hasreti, aşkı ve duayı üç ayların süzgecinden geçirince selamet sahilinde alırsınız soluğu. Aynaya yansıyan akisler bu saadet ikliminin insanı nereden alıp nereye götürdüğüne şahitlik ediyor. Bu iklimin çağlayanlarında arınanlar, huzur-u mahşerde kuştan hafif ve yeni doğan çocuktan arı olurlar. Onlar günah kayalıklarında tökezleyip düşmezler, başını gözünü yarmazlar. Emekleme dönemini çoktan aştıkları için koşar adım ilerlerler. Mühürlenmeyen kalpler üç ayların rahmet sağanağından paylarına düşeni alarak geçen zamanı kâr hanelerine yazdırırlar. Karamsarlık bulutları dağılır gönül atmosferinden.

Üç aylar ne iyi ettiler de geldiler, tarumar olmuş yuvalarımıza hayat bahşettiler. Eskiyen ve rengini kaybeden kalp göğümüzü baştanbaşa renklendirdiler. Karanlık gecenin umarsızlığını dağıttılar. Şadırvanlardaki suyun serinliği alnımızdaki ateşi aldı. Üç aylar duaların huzur atmosferinde, içimizde yuvalanan burkuntuları rahmet rüzgârlarıyla dağıttılar. Göğün mavisi ovanın yeşiline karışarak gözbebeklerimizi dinlendirdi. Hüzünle esen rüzgârlar yerini saadet yeline bırakarak içimizde yuvalanan melali dağıtıverdi. Müminlerin teslimiyeti ve kanaatkârlığı açılmaz gibi görülen kapıların ardına kadar açılmasını sağladı.

Hayat ve ölüm üç ayların manevi duygu kabında ne de barışık duruyorlar. Zira bizim hayat sandığımız, ölümden beter olabilir; ölüm sandığımız da aslında bambaşka bir dünyaya açılan sonsuzluktur. Bunu idrak edebilmek için nefis terbiyesi şarttır. Bu manevi tedrisattan geçmeyen ruhlar gerçekte hamdır. Böyle bir hamlık, gözlerdeki basiret nazarlarına kem vurur. Hakikatler yalanın ve riyanın saltanatında yerlerde sürünür. Fakat sabun köpüğü hükmündeki yalan ve riya kısa zamanda yerini gerçeklerin çelik iradesine bırakır. İyi ki geldiniz üç aylar, imdadımıza yetiştiniz. Bizi çamurlu yollardan ve yokuşlardan kurtarıp düzlüğe çıkardınız.

Alkolizm Bataklığı

M.NİHAT MALKOÇ

Sağlık biz insanların en kıymetli hazinesidir. Bu, parayla ve çalışmayla elde edilemez. Vücut, Allah’ın bize emanetidir. Bu hassas yapıyı korumakla mükellefiz. Hiçbir şey sıhhatten daha değerli değildir. Makam, mevki, şan, şöhret hepsi geçicidir. Sağlık olmadan o makamlarda kalıcı olarak durmak mümkün değildir. Bu hakikati Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (şiirdeki mahlası Muhibbi) şu beytinde veciz bir ifadeyle dile getirmiştir:

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Alkolün tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlığın yerleşik hayata geçmesiyle alkol üretimi de başlamıştır. İlk bira bundan sekiz bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ıslah etmesiyle yapılmıştır. Sümerlerin altı bin yıl önce Batı İran ve Anadolu’daki Godin Tepelerinde bira ve şarap içtiği bilinmektedir. Bu zararlı maddeler, onların insanlığa hediyesidir! Bu yanlış tutum ve davranış bugün artarak devam etmektedir. İnsanlar göz göre göre, üstelik para vererek kendilerini zehirlemektedir.

Sıhhatimizin değerini bilmiyoruz. İçki ve sigarayla bu hayatî varlığımızı tahrip ediyoruz. Alkolizm bataklığına saplanan insanlarımız çırpındıkça daha çok batıyor. Günümüzde sigara ve alkole başlama yaşı 12-15’e düşmüştür. Bu korkunç bir hakikattir.

Gençlerimizin alkole başlamalarının başta gelen sebebi büyüklere özenmektir. Yapılan araştırmalara göre ailesi alkol kullanan çocukların tamamına yakını sigara ve alkol kullanmaktadır. Bu hususta kötü arkadaş ve çevrenin rolü inkâr edilemez. Anne ve babalar çocuklarını, kedinin fareyi takip ettiği gibi takip etmesi gerekir ki bu savunmasız yavrular alkol batağına saplanmasın. Onların kılavuzu olmak mecburiyetindeyiz.

Yakın bir zamana kadar televizyonlarımızda bira reklâmı yapılmaktaydı. Oysa alkollü ürün reklâmı kanunen yasaktı. Fakat bu engeli aşmanın kolayı vardı. Ne yaptılar?... Söz oyunlarına sığınıp reklâmlarında “alkolsüz bira” sloganını kullandılar. Böylelikle de kanun engelini rahatlıkla aştılar. Aslında alkolsüz bira olmayacağını büyük küçük herkes biliyordu. Alkolsüz içeceğe bira değil, dense dense kola veya meyve suyu derler. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz?... Çok şükür ki son yıllarda bu çirkefliğin önüne geçilerek ekranlar bira reklâmı görüntülerinden arındırıldı. Fakat gazetelerde hâlâ boy boy rakı reklâmı yapılmaktadır. Devlet yetkilileri bu gidişe ‘dur’ dememektedir.

Birada yüzde beşin üzerinde alkol vardır. Bilim adamlarına göre, içinde yüzde iki buçuk alkol bulunan içki, alkollü içkidir. Siz hangi mantıkla alkolsüz bira ifadesini kullanıyorsunuz? İşin dinî yönüne gelince Peygamber Efendimiz bunun ölçüsünü de şöyle koymuştur: “Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır.” Mesele apaçık ortadadır.

Bazı kendini bilmezler alkolün bazı hastalıklara yararlı olduğu iddiasındadır. Tıbbın bu konuda verdiği hiçbir ilmî dayanak yoktur. Bunların tamamı uydurmadır. İçkiyi sevimli ve hoş göstermek için yapılmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammet(sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Haramda şifa yoktur.” buyurmuştur. Müslümanların Tıbbi Nebevî’ye(Peygamberimizin sağlıkla ilgili söz ve uygulamalarına) inanmaları esastır.

Hastalıkların önemli bir kısmı alkolden kaynaklanmaktadır. Damar tıkanıklığının sebebi bu zehirli maddedir. Bu yüzden pek çok insan, mühim uzuvlarını kaybetmiştir. Saygısız, terbiyesiz ve başıboş bir neslin hamuru alkolle yoğrulur. İçki aklı zayıflattığı için sarhoş insanlar, sağlıklı kararlar veremezler. Trafik kazalarının çoğu bu yüzdendir. Sigara ve alkol yüzünden felç olanların sayısı az değildir. Cüzdan değil de, vicdan merkezli konuşursanız alkolün tek bir yararını bile gösteremezsiniz. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz?...

Alkol içen kişilerin çoğunda fizikî ve ruhî sıkıntılar görülmektedir. Kişi bu illetten kurtulmadıkça vücut huzur ve sükûn bulamaz. Devamlı alkol içenlerin sinir sistemi ve böbrekleri iflas eder. Bunun sosyal yapıya verdiği zararları saymakla bitiremeyiz. Alkolik aile reislerinin evlerinde huzur aramak beyhudedir. Onların eşleri, çocukları ve kendileri açık hapishanede yaşıyor gibidirler. El ve ayakları bağlı olmamasına rağmen zehirli kadehlere tutsaktırlar. Böyle aileler eninde sonunda mahkeme kapılarında dağılıyor.

Alkoliklerin ilk zamanlarda geniş çevreleri olur. Onunla ölüm yolculuğuna çıkanların bir kısmı ellerindekileri kaybedince bu yoldan çark ederler. Bazıları hakikatleri görerek bu çıkmaz sokaktan geri dönerler. İçmekte ısrar edenler çevrelerine zarar vermeye başlarlar. Böylelikle de arkadaşları onları yavaş yavaş terk eder. Sorumluluk duyguları sıfırlanır. Kısa zamanda işlerini ve aşlarını kaybederler. Zamanla evlerine uğramaz olurlar. Zaten uğrayacak evleri de kalmaz. Gecenin karanlığında, tekinsiz yerlerde yapayalnız kalırlar. Çoğunun ekonomik yapıları bozularak yuvaları dağılır. Sonunda elde sıfırdan başka bir şey kalmaz.

Şu işe bakın Allah aşkına!... Paramızla kendimizi zehirliyoruz; dünyayı kendimize zindan ediyoruz. Bir anlık mutluluk ne kadar da pahalıya mal oluyor. Anne-babaların çocuklarına sahip çıkması gerekir. Yoksa iş işten geçtikten sonra ah vah fayda etmez.

Alkolikler hasta ruhlu insanlardır. Alkol onların bütün metabolizmasını bozmuştur. Onların hasta olduklarını kabul etmesi tedaviyi hızlandırır. Fakat çoğu hasta olduklarını kabul etmezler, hasta olduklarının bile farkında değildirler. Alkolikliğin normal bir davranış gibi algılanması tedavi sürecini sekteye uğratır. Zaten hasta olduğuna inanmayan alkolikler tedaviye de yanaşmazlar. Böyle bir hayat, ölmekten daha beter değil midir?

Alkolün suç işlemedeki etkisini bilmeyen yoktur. Çünkü alkol, aklı bir noktadan sonra devre dışı bırakır. Kişi doğrularla yanlışları ayırt edemez olur. Özellikle hamile kadınların alkolden uzak durmaları gerekir. Zira alkol kullanan anne adaylarının doğacak çocuklarında zihnî ve bedenî rahatsızlıkların oluşma ihtimali diğerlerine göre çok yüksektir.

Ülkemizdeki trafik kazalarının önemli bir bölümü alkolden kaynaklanmaktadır. Alkol, merkezi sinir sistemi üzerine, tıpkı genel anestezi yapan maddeler gibi etki eder. Kişinin ani karar verme yetisi sekteye uğrar. Böylelikle ölümlü kazalar meydana gelebilir.

İnsanlar, içkiyi daha çok zevk almak, sözde huzur bulmak için tüketmektedir. Oysa içki hiçbir meseleyi halletmez; bazılarının zannettiği gibi dertlerimizi de azaltmaz; efkârımızı dağıtmaz. Alkol, uzaklaşmak istediğimiz duygu ve düşünceleri belli bir süreliğine unutmamızı sağlar. Fakat bilindiği gibi problemler unutmakla çözülmez. Bu tembel mantığıdır. Meseleler ancak akılla ve sağduyulu yaklaşımlarla halledilebilir. Bu da alkolden uzak dingin ve sağlıklı bir kafayı gerektirir. Gelin dünyaya ayyaş gözüyle değil, sağlık penceresinden bakalım. Unutmayalım ki dünyada ölümden başka çözümsüzlük yoktur. Alkol hiçbir meselenin çözümünü sağlamaz. Aksine her şeyin arapsaçına dönmesine zemin hazırlar.