24 Ocak 2009 Cumartesi

Yeşilin Kalbine Seyahat

M.NİHAT MALKOÇ

Gezmek, farklı yerler görmek hayata yeniden başlamak gibidir. Gezmek ruhu tazelemektir bir anlamda. Atalarımız boşuna dememiş ‘tebdil-i mekânda ferahlık vardır’ diye.

Gezmeyi çok seven bir grup öğretmen arkadaşla sabahın alacakaranlığında Trabzon’dan çıktık yola. Bir minibüs dolusu insanı yollardan almak ve toparlamak hiç de kolay olmadı. Gezimizin son durağı ve asıl merkezi Rize olacaktı. Trabzon’dan başlayan gezimiz Karadeniz Sahil Yolu boyunca sıralanan Trabzon ilçelerini bir bir geçerek devam etti. Sürmene’de mola vererek sabah yemeğini şehrin çıkışındaki İzzet-i İkram Lokantası’nda yedik. Burası haşlamanın en güzel yapıldığı ve bol kepçe ikram edildiği bir lokantadır. İzzet-i İkram Lokantası bizim Rize gezilerimizde ilk durağımız olur genellikle. Bir gelen muhakkak yine uğrar bu güzel mekâna. En azından biz buraya uğramadan, haşlama içmeden geçemiyoruz. Yemek sonrası içilen tavşankanı çaylar sizi buraya uğramaya mecbur kılıyor.

Sürmene’de nefis haşlamayla karnımızı doyurduktan sonra Rize istikametine doğru hareket ettik. Yol üzerinde bulunan Memişağa Konağı’na uğradık. Memişağa Konağı, Sürmene’ye dört kilometre mesafede, Kastel mevkiinde son derece ihtişamlı ve geleneksel mimarînin izlerini taşıyan bir konak… Dışa sarkıtılmış saçaklarıyla havalanmaya hazırlanan haşin bir kartalı andırıyor bu muhteşem yapı… Konak 2000 yılında restore edilmiş, şimdilerde ise yalnızlığa terk edilmiş. Zira konağın kapıları sürmelenmiş, sadece dışarıdan seyredilebiliyor; içine girilemiyor. Bu konağın tez vakitte Sürmene’nin yöresel ürünlerinin sergilendiği, yöresel yemeklerin ziyaretçilere sunulduğu canlı bir etnografya müzesine dönüştürülmesi gerekir. Böyle güzel ve tarihî binanın kilitli olması hiç de hoş bir durum değil.

Memişağa Konağı’nı ziyaret ettikten sonra Rize’ye doğru yola devam ettik. Of, İyidere, Derepazarı derken Rize’ye vardık. Önce şehrin iki km. yukarısında yer alan Rize Botanik Parkı’na gittik. Birbirinden güzel bitki ve ağaçların süslediği bu parkta tavşankanı Rize çaylarımızı içtik. Çay eşliğinde koyu sohbetlere girdik. Oradan hemen karşıdaki Rize Kalesi’ne geçtik. Rize ilinin güneybatısında bulunan bu kaleden Rize’yi doyasıya temaşa ettik. Kalenin eteklerinde yer alan şirin bir caminin avlusundan geçtik kaleye. Kalenin hâkim bir noktasında metfun, denizi doldurarak şehri genişleten efsane başkan Ekrem Orhon’un kabrini ziyaret ettik. Uzun yıllar Rize Belediye Başkanlığı görevini sürdüren, 1983 yılında aramızdan ayrılan Ekrem Orhon, Rizelilerin çok sevdiği bir sima olarak dikkat çekiyor.

Rize Kalesi’nden Rize bir başka güzel görünüyor. İstanbul’un Çamlıca’sı, Trabzon’un Boztepe’si neyse Rize’nin de şehre hâkim noktadaki bu büyüleyici kalesi de odur. Burada içilen bir yudum çayın keyfi kolay kolay silinmez zihninizden. Rize’yi kaleden seyretmeden şehri gezdiğinizi ve gördüğünüzü söylemeniz kuru bir iddiadır. Rize kalesiyle bir bütündür.

Kaleyi gezdikten sonra yine Rize’ye hâkim bir noktada bulunan Kopuzlar Lisesi’ni ziyaret ettik. Rize’nin eğitimde başı çeken kurumlarından biri olan bu güzide okulda modern bir altyapı mevcut… Oradan ayrılıp Rize’nin çıkışındaki Salih Kalkavan Şahika İlköğretim Okulu’na vardık. Devasa bir binada eğitim veren bu kurum bizi doğrusu büyüledi. Çünkü çok geniş bir alanı var. Okulda son teknoloji kullanılıyor. Çok büyük bir yemekhaneleri var. Bina sekiz kattan oluşuyor. Okulda 32 derslik ve 10 laboratuar bulunuyor. Öğle yemeğini burada yedik. Öğle yemeğinde hamsi baş yemek olarak vardı. Güler yüz ve samimiyet gördük burda.

Rize’ye gelişimizin asıl amacı İkizdere’deki kaplıcalara gitmekti. Onun içindir ki hiç zaman kaybetmeden İkizdere’nin yolunu tuttuk. Ovit Yaylası’nın eteklerinde yer alan İkizdere’nin doğasına hayran kaldık. Bu yeşil vadide gözlerimiz yeşile doydu, adeta bayram etti. Vakit kaybetmeden İkizdere’ye 6 km uzaklıktaki Ridos Termal Oteli’ne gittik. Oradaki kaplıcalara girip yorgunluğumuzu ve vücudumuzda biriken toksinleri attık. Bir yanda sımsıcak kaplıca suyu, öbür yanda dağların doruklarını bir gelin gibi süsleyen karlar… Çok güzel bir tesis kurmuşlar buraya. Vakit kaybetmeden herkesin buraları görmesi gerekir bence.

16 Ocak 2009 Cuma

Beyaz Perdedeki "Vali"

M.NİHAT MALKOÇ

Farklı kişiliğiyle, cesaretli çıkışlarıyla, halktan yana tavır ve davranışlarıyla sıra dışı bir valinin hayatı beyaz perdede… Fakat bu senaryo bir masa başında yazılmadı. Bu senaryo gerçek hayattan alındı, bizzat yaşandı. Aksiyon-dram türündeki sinema filmi “Vali”yi Çağatay Tosun adlı genç bir yönetmen yönetmiş. Aynı yönetmen filmin senaryosunu da Batur Emin Akyel’le birlikte yazmış. “Vali” filminde geniş ve daha çok, genç bir oyuncu kadrosu görev almış…Uğur Polat, Erdal Beşikçioğlu, İsmail Hacıoğlu, Hakan Boyav, Şebnem Dönmez, Ayşegül Ünsal, Şemsi İnkaya, Gökhan Soylu, Özgür Çevik, Türkü Hazer isimlerini görüyoruz “Vali” filminin afişinde. Filmin yapımcılığını da Ata Türkoğlu üstlenmiş.

Trabzon’un Köprübaşı ilçesinin bir dağ köyünde doğan bir insanın Türkiye’de ses getiren ve bürokrasi anlayışını değiştiren örnek yaşamı önce Ayşe Kulin tarafından “Köprü” adıyla romanlaştırıldı. Daha sonra “Köprü” dizisi olarak seyirciyle buluştu haftalar boyunca. Vali Recep Yazıcıoğlu, halktan bir idareci olduğu için onun hayatını anlatan roman da, dizi de çok sevildi. Sonunda da bu güzel insanın hayatını beyaz perdeye aktardılar. Çok da iyi oldu. Zira kelle koltukta gezmeyi göze alabilen, serdengeçti bir kişiliği taşıyabilen ve makamına sımsıkı yapışmayan böyle iradeli insanların takdir edilmesi ve önlerinin açılması gerekiyordu. Aksi halde bu örnek insanların nesli kesilirdi. Bu insanlar Türkiye’nin önünü açan insanlardı.

“Süper Vali” olarak zihinlerde yer eden Recep Yazıcıoğlu ömrünü bürokrasinin engellerini aşmak için mücadele ederek geçirdi. Kaymakamlık yıllarından, son görevi olan Denizli Valiliği yıllarına kadar hep inandığı doğruları ezilip büzülmeden, eğilip bükülmeden haykırdı. Tokat’ta, Aydın’da, Erzincan’da ve Denizli’de hoş bir seda bıraktı. Dilini tutamaması yüzünden sıkıntılar yaşasa da, Merkez Valiliği gibi pasif bir göreve atansa da o yine her fırsatta bürokrasiye çattı, halktan yana bir tavır takınarak sesini yükseltti. 2 Eylül 2003’te Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli Beldesi yakınlarında şüpheli bir trafik kazası geçirdi. Kazadan sonra bitkisel hayata giren Yazıcıoğlu, aramıza dönemedi. Fakat fikirlerini bıraktı arkasında. Tutarlı görüşleri hep konuşuldu, bundan sonra da konuşulacak. Bazı bürokratların adı, makamını kaybeder kaybetmez unutulduğu halde Vali Recep Yazıcıoğlu’nun adı caddelere, sokaklara, bulvarlara, hastanelere, okullara verilip yaşatılıyor.

Örnek insan, örnek bürokrat Recep Yazıcıoğlu’nun kişiliğinden tekrar “Vali” filmine dönelim biz… Çekimleri merhum Recep Yazıcıoğlu’nun son görev yeri olan Denizli’de; sonra İstanbul, Ankara, Uşak ve Nazilli’de yapılan “Vali” filminin senaryosu aslında bildiğimiz gerçeklerle çok da örtüşmüyor. Yani bizim çok da iyi bilmediğimiz, sadece bazı kesimler tarafından seslendirilen Türkiye üzerine kurulan komplolara yer veriyor. Bu filmde de Amerikan karşıtlığının izleri görülüyor. Filmde dış mekânların ağırlıklı olarak kullanılması filmin seyir zevkini daha da artırıyor. Figüranlarla birlikte 1300 oyuncunun görev aldığı filmdeki aksiyon sahneleri çok başarılı olmuş bence. Filmin müzikleri de usta işi türünden.

Yakın tarihe ve bürokrasiye ayna tutan “Vali” filminin konusu ve gidişatı şöyle özetlenebilir: “Vali Faruk Yazıcı’nın çocukluk arkadaşı olan MTA mühendisi Ömer Uçar ve ekibinin, Denizli’deki zengin uranyum yatağı ile ilgili elde ettikleri bilgiler üzerine başlayan şüpheli ölümler… Olayların ardındaki gerçekler ve sisteme karşı oluşan genel güvensizlik…

Vali Filminde Erdal Beşikçioğlu yine, idealist ve vatansever Vali Faruk Yazıcı’yı canlandırıyor. Enerji kaynaklarının yabancılara verilmesi için çaba sarf eden, güzel ve akıllı bürokrata (Şebnem Dönmez) karşı mücadele eden vali, çocukluk arkadaşı Ömer Uçar ve ekibiyle uranyum madeni üzerinde çalışmaktadır. Şüpheli ölümlerin başlamasıyla birlikte tehlikenin de baş gösterdiği Denizli’de, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.”

Yurtsever bir Vali üzerine oynanan çirkin oyunlar bu filmde canlandırılıyor. Fakat bu oyunların bir kısmı henüz doğrulanmış değil. Gerçeğin ötesine geçiliyor zaman zaman. Ama yine de başarılı buldum “Vali”yi. Seyredilmeye değer bir çalışma olmuş, yine de karar sizin…

15 Ocak 2009 Perşembe

"Özgürlük Şiirleri" İki Kapak Arasında

M.NİHAT MALKOÇ

Ne türküler yakılmıştır, ne şiirler yazılmıştır özgürlük üstüne. Bazıları özgürlüğü insanlıkla, aşkla, umutla ve hayata tutunmakla özdeşleştirmiştir. Güvercin ve zeytin dalı barış ve özgürlüğün sembolü olmuştur kültürümüzde. Bütçelerinin yarısını silahlanmaya ayıranlar da barış ve özgürlük lafını ağızlarında sakız etmekten geri durmamışlardır yine de.

Şairlerin en büyük malzemesi olmuştur özgürlük. Bu kavramla ilgili şiir yazmayan şair yok gibidir. Daha doğrusu henüz özgürlük şiiri yazmayan şair, kendini eksik hisseder. Kâğıtla mürekkep arasında gidip gelen duygular, özgürlüğe methiyeye dönüşür hissiyatın kanatlarında. Özgürlüğe özgürlük talep edenler, iradenin zincirlerden kurtarılması için bazen kalemini, bazen yüreğini, bazen de bileğini kullanırlar. Her şey özgürlüğün varlığı adınadır.

Mersin’in Yenice beldesinde her yıl “Barış ve Kültür Festivali” yapılıyor. Dört yıldan beri de değişik konularda şiir yazma yarışmaları düzenleniyor. Akdeniz’in incisi olan bu güzel beldede 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde insanlar barışın, demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüğün hayatımızın bir parçası olması taleplerini yüksek sesle haykırıyorlar. İki gün devam eden etkinlikler içerisinde ülkemizin tanınmış bilim adamları ve yazarları barışa ve dostluğa dair söz ve düşüncelerini insanlarla paylaşıyorlar. Yine ülkemizin sevilen ses sanatçıları da bu barış bayramında halkı bir araya toplayarak gönüllerince eğlendiriyorlar.

2007 yılında Mersin-Yenice Belediyesi’nin davetlisi olarak bu festivale ben de katılmıştım. Barış, demokrasi ve özgürlük kavramlarının yüksek sesle seslendirildiği böyle bir festival sanırım sadece Yenice’de yapılıyor. Festival boyunca insanlar bu güzel kavramlar etrafında kenetleniyor; dostluğun ve kardeşliğin güzellikleri örneklendiriliyor bu festival boyunca. Beldenin değerli Belediye Başkanı Veli Serin bu festivali aksatmadan başarıyla sürdürüyor. Çünkü o, bu kavramlara çok inanıyor ve bunların içlerini doldurmaya çalışıyor.

Mersin Yenice Barış ve Kültür Festivali’nin bu yıl beşincisi düzenlendi. Dört yıldan beri olduğu gibi bu yıl da festivalin bir ayağını da şiir yarışması oluşturdu. Konusu “Özgürlük” olan bu yılki şiir yarışmasına çok büyük ilgi ve katılım oldu. Jüri üyeliklerini Mehmet Babacan, Mustafa Emre, Mehmet Kabak ve Emin Şengül gibi değerli isimlerin yaptığı şiir yarışmasında hece dalında ve serbest dalda ilk üçe giren şiirler belirlendi. Hece dalında Çorum’dan Emine Arslan birinci, Karaman’dan İbrahim Şaşma ikinci, İzmir’den Sabri Yücel ise üçüncü oldu. Yarışmanın serbest vezin dalında da Sinop’tan katılan Necmettin Çakır birincilik, Çorum’dan katılan Şahin Örgel ikincilik, Hatay’dan katılan Muhammet Akyıldız üçüncülük başarısını elde ettiler. Yarışmada dereceye girenler değişik miktarlarda para ödülüyle ödüllendirildiler. Fakat iş bununla bitmedi. Mersin Yenice Belediyesi’nin hem kültür, hem de zabıta müdürlüklerini tek başına yürüten Tuncay Akdağ “Özgürlük” temalı yarışmaya katılan bu şiirleri iki kapak arasına alarak Türk okuyucusunun ilgisine sundu.

Geçenlerde posta kutuma içi tıka basa birbirinden özgün ve güzel özgürlük şiirleriyle dolu bu kitap düştü. Kitabı heyecanla açıp birbirinden kıymetli şiirleri okumaya başladım. Sözcüklerin özgürlük etrafında dans ettiğini gördüm. Bordo renkli kapağın ön yüzünde zeytin dalı taşıyan bir güvercin figürü, arka kapağında ise 30 Ocak 1943 İnönü-Churchill Beyaz Vagon Görüşmesi’nin yapıldığı istasyon fotoğrafı yer alıyor. Kitap 334 sayfadan oluşuyor.

“Bölgemizde ve dünyanın birçok yerinde sürmekte olan haksız savaşlara dur demek, emperyalist güçlerin saldırgan politikalarını teşhir etmek, savaşların vahşetini ülkemiz kamuoyu ile birlikte kınamak, barışın insanlık için ne kadar önemli olduğuna ve tüm dünyada kalıcı olmasına katkı yapmak, toplumumuzun en hassas ve duyarlı insanları olan şairlerimizin duygusal ve anlamlı şiirleriyle tüm insanlığa mesaj vermelerini sağlamak amacıyla, düzenlediğimiz “Özgürlük” konulu, Şiir Yarışmasına katılarak bizleri onurlandıran tüm şairlerimizin eserlerini kalıcılaştırmak amacıyla kitaplaştırmış bulunmaktayız.” diyor Belediye Başkanı Veli Serin… Bu kitabı hazırlayan Tuncay Akdağ’ı yürekten kutluyorum.

14 Ocak 2009 Çarşamba

"Dört Mevsim İnsan" ve Kenan Sarıalioğlu

M.NİHAT MALKOÇ

İnsanları yaşarken hatırlamalı ve yalnızlıklarını paylaşmalıyız. Bir insanı ölümünden sonra yüceltmek nedense modadır bizde. Oysa ölünün gözü görmez, kulağı duymaz. Kişi nefes alırken yaşadığının farkına varılmalı ve layık olduğu şekilde takdir edilmelidir. Ülkemizde işleyen bu ters mantığı değiştirmeye yönelik gayretler de yok değil. Bunlardan birine şahit olduk birkaç gün önce. Kenan Sarıalioğlu isimli şairimiz kendi hayatını anlatan ve şiirlerinden örnekler verilen bir programı dünya gözüyle seyretme bahtiyarlığını yaşadı.

Trabzonlu şair Sarıalioğlu’nun hayatını ve şiirlerini konu alan “Dört Mevsim İnsan” gösterisi 14 Ocak 2009 Çarşamba günü Trabzon Devlet Tiyatroları Haluk Ongan Sahnesi’nde izleyiciyle buluştu. Trabzon Sanat Atölyesi oyuncularından Hüseyin Kör, Yeliz Akpınar, Yücel Onur, Buse Burçin, Fatma Haspolatlı ve Orhan Şişmanoğlu tarafından seslendirilen birbirinden güzel şiirler, salonu dolduran izleyicilerin beğenisini kazandı. İbrahim Kavuzoğlu ve Hasan Kavuzoğlu kardeşlerin yönetmenliğini yaptığı biyografik oyunda Cemil Kurt koreograf olarak görev aldı. Bir saat süren gösteride Kenan Sarıalioğlu’nun Of’ta başlayan hayatından bugüne kadar geçirdiği safhalar, aralara söz konusu şairin şiirlerinden örnekler serpiştirilerek verildi. Oyuncular, Kenan Sarıalioğlu’nun hayatını anlattıkları bu gösteriyi görsel bir şölene çevirdiler. Özgün danslarla süslenen gösteriye şiirler de ayrı bir tat kattı.

Şair Kenan Sarıalioğlu’nun hayatından kesitlerle başladı “Dört Mevsim İnsan” programı… 1946 yılının Kasım’ının ikisinde hayat serüvenine başlayan Sarıalioğlu, bugün 63. yaşının tadını çıkarıyor. Gösteride Kenan Sarıalioğlu’ya dair şu bilgilere de yer veriliyor:

“02 Kasım 1946′da Trabzon’un Of ilçesinde doğdu. Babasını beş yaşında kaybetti. Annesi yeniden evlenince tek kardeşi ve ablasıyla dedesi ve amcalarının yanında büyüdü. İlk ve ortaokulu Of’ta liseyi Ankara Yenimahalle Mustafa Kemal Lisesi’nde bitirdi. “Baudelairien yıllar” dediği uzun bir avarelik döneminde, ilk şiiri “Sarhoş ve Gece” Yeditepe’de yayımlandı(1972). İnşaat mühendisliğinde, ardından kimya mühendisliğinde ayak diredikten sonra er olarak askere gitti. Askerlik dönüşü, kendini dört yıl nişanlı olarak bekleyen Sema Hanım ile evlendi ve Marmara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü onun desteğiyle bitirdi. Birçok işe girdi, çıktı: Gemi Yapım Meslek Lisesi’nde öğretmen, banka memuru, bira fabrikasında işçi, Trabzon Limanı’nda şef yardımcısı, KTÜ Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi, gazeteci, Trabzon Belediyesi Kültür Müdürü, Trabzon ve Gümüşhane’de İl Kültür Müdürü olarak çalıştı.”

“Dört Mevsim İnsan” adlı biyografik gösteride Kenan Sarıalioğlu’nun hayatı anlatılırken ve şiirlerinden örnekler verilirken sahnede birden Uğur Mumcu’nun slâydı verildi. Programın ve okunan şiirlerin Uğur Mumcu’yla hiçbir bağlantısı yoktu. Daha sonra oyuncular “Uğurlar Olsun” adlı türküyü koro halinde söylediler. Bir süre sonra da “Onuncu Yıl Marşı” söylendi. Bunların programın içeriğiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Bunu anlamakta zorlandım doğrusu. Bunun dışında “Dört Mevsim İnsan”ın yadırgadığım bir yönü yoktu. Çok da beğendim. Trabzon’da vefa adına güzel bir örnek verdiler. Yaşayan kültür, sanat ve edebiyat adamlarının yaşarken hatırlanması adına güzel bir yol açtılar. “Marifet iltifata tabidir” demiş atalarımız. Güzellikleri takdir etmek, aksaklıkları da münasip bir dille ifade etmek doğru bir davranış tarzıdır. Trabzon’un adını duyuran şairlerimize ve yazarlarımıza çok şey borçluyuz.

Bence “Dört Mevsim İnsan” gösterisi iyi bir başlangıçtı. Bu biyografik tiyatro, alanında Trabzon’da belki ilk olsa da tek olmamalıdır. Bu gibi güzel çalışmaların devamı gelmelidir. Trabzon’da böyle bir programda anlatılmayı ve hatırlanmayı hak eden çok sayıda şair, yazar ve kültür adamı vardır. Dünya görüşü ne olursa olsun; kültür, sanat ve edebiyat sahasında güzel şeyler yapan kişiler böyle programlarla gündeme getirilerek tanıtılmalıdır. Başta öğretmen arkadaşım İbrahim Kavuzoğlu olmak üzere “Dört Mevsim İnsan” biyografik gösterisini büyük emeklerle ve gayretlerle hazırlayanları, emeği geçenleri tek tek kutluyorum.

9 Ocak 2009 Cuma

Gazze Yanıyor, İnsanlık Susuyor

M.NİHAT MALKOÇ

Günlerdir Gazze yanıyor, şehrin üstünden simsiyah dumanlar yükseliyor. Ambulansların acı sireni insanın kanını donduruyor. Korku ve endişe yürekleri ablukaya almış. Cellât iş başında, gece gündüz demeden vahşet mesaisine çift vardiya devam ediyor. Gazze’de Filistinliler öldükçe çoğalırken İsrailliler öldürdükçe tükeniyorlar.

Gazze’de Azrail’in kimi, hangi izbe köşede beklediği belli değil. Ölüm size de çıkabilir. Bu bilinçle yaşanılan her dakikaya hamt ediyor Filistinli insanlar... Evlerinden çıkarken helalleşiyorlar birbiriyle. Sabah çıkanların bir kısmı eve dönemiyor. Fakir sofralarında bir kaşık artıyor. Yüreklerdeki boşluk, gözlerde bir damla yaşa dönüşüyor.

Gazze’de gökler ölüm indiriyor, yerler ölü püskürüyor. Kadınların ağlamaktan sesi kısılmış, gözlerde akacak bir damla yaş bile kalmamış; mazlumlar içlerine akıtıyorlar ateşten gözyaşlarını. İnsanlar hayattan tecrit edilmiş, sindirilmiş, hareket alanları daraltılmış iyice. İradeler kalın zincirlerle bağlanmış, kapitalizm ve emperyalizm çirkin yüzünü alabildiğine sergiliyor bu topraklarda. Demokrasi fetret dönemini yaşıyor bombaların konuştuğu, dillerin sustuğu bu coğrafyada. İnsanların bir sonraki öğünü yok, başlarını soktukları evler başlarına yıkılmış, haberleşme yok, kimse kimsenin ne halde olduğunu bilmiyor. Bombalar simsiyah göklerden birer balyoz gibi iniyor çocuk, genç, yaşlı ayrımı yapmadan mazlumların başına.

Gazze’de ilaç yok, yaralılar hastanelerde büyük acılar çekiyor. Vahşi emperyalistler Gazze’ye doktor ve ilaç yardımına da engel oluyorlar. Onlara göre bir Filistinlinin daha ölmesi günün kârıdır. Bilmiyorlar ki ölen her Filistinli yediverenler gibi öldükçe çoğalıyor. Vampirler Müslüman kanıyla besleniyor. Sapan taşlarıyla ölüme meydan okuyan kahraman Filistinlilere akıllı bombalarla ölüm yağdırıyorlar. Sonra da zafer kazandıklarını sanıyor insan suretli zavallılar… Gazze’nin ateşi ve tansiyonu her dakika yükseliyor. Yahudiler kendi ateşlerini kendi elleriyle yaktığının farkında bile değiller… Filistinli mazlumlar canlarıyla ve imanlarıyla Cenneti satın alıyorlar. Ya İsrailliler? Onlar gayya çukurlarında debeleniyorlar.

Gazze’de her yer ölüm tarlasına dönmüş. Her taraftan şarapneller yağıyor. Kurşun adres sormuyor Filistin’de. İnsanlar mezarlara ölü taşımaktan yoruldu. Cesetler sokak ortasında sahiplerini bekliyor. Ölüler ebediyeti soluklanıyor. Kelime-i şahadetler boğazlarda düğümleniyor. Kahraman Filistin halkı öleceğini bile bile topraklarını ve iffetlerini kurtarmak için İsrail’in tanklarına, misket bombalarına kafa tutuyor. Müslüman’ın göstermesi gereken izzeti fazlasıyla gösteriyorlar. Aslında kaybetmiş gibi görünseler de Hakk ve hakikat katında kazanıyorlar. Allah bu şehitlere cennette köşkler hazırlıyor. Ya zalimler? Onlara da tadacakları azaplar hazırlıyor. Orda İsrail’in akıllı füzeleri ve misket bombaları da olmayacak.

İsrail savaş uçakları sorti üstüne sorti yapıyor. Onlara sorsanız savunma savaşı veriyorlar, kendilerini koruyorlar!.. Kime karşı? Sapandan başka modern silahı(!) olmayan Filistinlilere karşı. Güler misin, ağlar mısın, yüreğini dağlar mısın? Bu ne zalimliktir yahu!...

Vahşi Siyonistler en yeni silahlarını Müslüman Filistinliler üzerinde deniyor. “Silah icat oldu, mertlik bozuldu” diyen Köroğlu’na hak vermemek mümkün değil. Çok uzaklarda durup bilgisayar marifetiyle koordinatları hesaplayıp bir tuşa basacaksın, füzeleri mazlumların damında patlatacaksın. Bunun adı da ‘zafer’ olacak. Bu düpedüz alçaklıktır, korkaklıktır.

Bu asık suratlı çağda izzetini ve iffetini koruyarak yaşamak ateşten gömlek giymek kadar çetindir. Zira insanlar yaratılış ve ilahî imtihan sırrından uzak düşüncelerle zihinlerini çöplüğe döndürmüşler. Müslüman’ın dostu ne kadar da az… Ama dost olarak Allah yeter inananlara. Rabbim dünyada zalimlere mühlet veriyor. Bu süre elbet bir gün bitecektir. Tevhidi inşa edenler sonsuz nimetlerle ödüllendirilirken, vahdete pusu kuranlar acıların en büyüğüyle cezalandırılacaklardır. Cihadın aydınlığında son nefesini verenler Peygamberin sancağı altında toplanma ve o büyük Resule komşu olma bahtiyarlığını yaşayacaklar. İffetli ve izzetli bir hayattan sonra zulme karşı durarak cephede ölmek baş yastıkta ölmekten evladır.

8 Ocak 2009 Perşembe

Ortada Bir "Hadise" Var

M.NİHAT MALKOÇ

Türkiye’m gariplikler ülkesi… Bu ülkede şaşırıp kalmak için yüzlerce sebep var ortada. Bundan 85 yıl evvel Cumhuriyet güneşi doğdu ufuklarımızdan. Fakat içimizde kökleşen müstemleke ruhunu bir türlü kazıyıp atamadık. Her şey olduk ama bir türlü kendimiz olamadık; titreyip kendimize dönemedik. Hâlâ başkalarının çeşmesinden dolduruyoruz tasımızı. Canım Türkiye’m ne yazık ki her geçen gün özüne yabancılaşıyor.

Avrupa Yayın Birliği 1956’dan beri her yıl Avrupa ülkeleri arasında Eurovision Şarkı Yarışması düzenliyor. Türkiye bu garip yarışmaya ilk kez 1975 yılında Semiha Yankı’yla katılmıştır. Ülkemiz 2003 yılında katıldığı bu şarkı yarışmasında Sertap Erener’in “Everyway That I Can” adlı İngilizce şarkısıyla birinci olmuştur. Böylelikle Türkiye 49. Eurovision Şarkı Yarışması’na ev sahipliği yapmıştır. Fakat bu başarı öz benliğimizle, Türkçeyle kazanılmamıştır. Böyle bir başarı göğsümü kabartmamıştır, aksine yüzümü kızartmıştır.

Ülkemizde Eurovision Şarkı Yarışması’nı, sebebi hikmeti neyse, TRT organize ediyor. Bu yılki şarkı yarışması TRT tarafından “Hadise” adında ‘sözde şarkıcı, özde oryantal’ birine ihale edildi. Bir röportajında “Ben kendimi fity fity Türk ve Belçikalı hissediyorum.” diyen ve ömrü boyunca Türkiye’de yaşamayan bu cilveli hatun, bizi Avrupa arenasında temsil edecek. Yine aynı röportajında “Ben çok seviyorum seksi olmayı; ben çok seviyorum minilerimi” diyen ‘devletlü’ temsilcimiz Hadise majesteleri yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’yi temsil edecek! Ne garip değil mi? Benim yaşlı ninem ve dedem ‘seks’ kelimesini duysa yüzleri kızarır, yerin dibine girerler. Mahremiyet şahsa özeldir. Böyle bir kültürün ve inancın mümessilleriz. Fakat majesteleri seksi görülmekten ve erkeklerin yüreğini ağzına getirmekten büyük bir haz alıyor. Bu kadın; şarkılarını değil, kendini ön planda tutuyor. Bunu da Sonat Bahar adlı gazeteciyle yaptığı aynı röportajda itiraf ediyor: “Ben çok seviyorum bana bakılsın. Ben istiyorum ki insanlar izlerken keyif alsın. Sadece şarkım değil, ben de önemliyim.”

Sırf bu yazıyı yazabilmek için günaha girip Hadise’nin deli saçması şarkısını dinledim, klipini seyrettim. Aşırı dekolte bir kıyafetle göğüslerini cömertçe sergileyen ve poposunu sallamaktan başka marifeti olmayan “fity fity Türk fity fity Belçikalı” Hadise, bu haliyle benim ülkemi temsil etme hakkına sahip değildir. O, önce yüzde yüz Türk olsun bakalım.

Bu ecnebî şarkıyı ve kadını gördükten sonra sükût-i hayale uğradım. Neresini eleştireceğimi bilemiyorum doğrusu. Sözün bu noktasında “Deveye boynun eğri demişler: O da ‘nerem doğru ki...’ demiş” kıssası geliyor aklıma. Bu şarkı bir kere Türkçe değil. Şehit kanlarıyla suladığımız, bedel vererek aldığımız bu toprakların, şerefli Türk milletinin dili ne zamandan beri İngilizce oldu? ‘2003 yılında İngilizce şarkıyla katıldık, birinci olduk’ diyenlerin fısıltılarını duyar gibiyim. Olmaz olsun böyle birincilik!... Milleti meydana getiren unsurların başında gelen dil, devreden çıkarıldıktan sonra yaldızlı birincilik gelse ne anlamı var? Dağlarca’nın dediği gibi ‘Türkçem benim ses bayrağım’dır. O bayrak düşmemelidir.

TRT, bilindiği gibi devletin bir kurumudur. Türkçeye en çok hizmet eden ve saygınlığı en üst düzeyde olan TRT nasıl olur da Türkçeye ihanet eder? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Malum olduğu üzere 8200 kişi çalıştıran TRT’ye elektrik faturaları üzerinden her ay yüzde 2 kaynak aktarılıyor. Bu para senin, benim, hepimizin cebinden çıkıyor. Hiç kimse de bize ‘sen bu parayı vermeye razı mısın?’ diye sormuyor. 2009 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek Hadise’ye bu paradan tamı tamına 450 bin TL verilecekmiş. Bu rakamı eski paraya çeviremeyenler için söylüyorum: Tam 450 milyar lira… Bu para sadece zenginlerden değil, gecekondularda bir somun ekmeğe muhtaç olanlardan da çıkacak.

Türk kültüründen hiçbir iz taşımayan, sözleri deli saçması olan, müstemleke ruhuyla İngilizce söylenen bu şarkı ve “fity fity Türk fity fity Belçikalı” Hadise ülkemi temsil edemez. Bu vatan için canlarını veren şehitlerin kemikleri sızlar. Elektrik faturama yansıtılan paralarla ülkemi sömürgeleştiren, ülkemi ecnebilere maskara eden TRT’ye hakkımı helal etmiyorum.

7 Ocak 2009 Çarşamba

Sezai Karakoç'un Gözüyle Yahudiler ve Filistin

M.NİHAT MALKOÇ

Ortadoğu sadece Osmanlı döneminde huzur ve emniyet içinde yaşadı. O dönemde de fitne odakları boş durmadı şüphesiz. Araplarla Osmanlı’nın arasını açmak için çok çaba harcandı. Fakat Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmak isteyenler gayelerine ulaşamadılar. Osmanlı, tarih sahnesinden çekilince Ortadoğu’da dengeler sarsıldı. İsrail mikrobu düştü bu güzel topraklara. Bu mikrop hastalık saçtı dört bir yana. O gün bugündür bu toprakların halkı aradığı huzuru bulamadı. Zalimler de, mazlumlar da tedirgin yaşadı bu sancılı coğrafyada.

Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi olarak gördüğüm Sezai Karakoç’un ta 1969 yılında Diriliş Dergisi’nin birinci sayısında yayınlanan “Ey Yahudi” adlı bir şiiri var. O günden bugüne aradan kırk yıl geçmiş. O yıllarda Yahudiler, Mescid-i Aksa’yı yakmışlardı. Karakoç da bu menfur olay üzerine şu dizelerle başlayan “Ey Yahudi” adlı şiirini yazmıştı:

“Nihayet Mescid-i Aksa’yı da yaktın ey Yahudi!.. Asırlardır insanlığın ruhunu yaktığın gibi ey Yahudi!.. Aya çıkarak göğe çıktığını sandın ey Yahudi!.. Göğe çıktığına inanır inanmaz Büyük Peygamberin göğe çıktığı yeri yaktın ey Yahudi!.. Mescid-i Aksa’yı yaktın ey Yahudi!.. Daha doğrusu yaktığını sandın ey Yahudi!.. Senin yaktığın gökteki Mescid-i Aksa’nın ancak gölgesidir ey Yahudi!.. Senin yaktığın Mescid-i Aksanın ruhu değil, Taş, toprak ve ağaçtan işaretidir ey Yahudi!..”

Nefislerin alabildiğine semirtildiği, vicdanların sağırlaştırıldığı hastalıklı bir çağda yaşıyoruz. “Müslümanlar kardeştir” ilahî mesajı çoktan unutulmuş. Ümmet bilinci yaralanmış, yerlerde sürünüyor. Başımıza gelenler hep bu yüzdendir. Şair Karakoç bu şiirinde Filistinli Müslüman kardeşlerine uzaktan bakan, yüreği sızlamayan, yardıma koşup da kanayan yaralarını sarmayan ahir zaman ümmetine kızgınlığını dile getirir. Mescid-i Aksa’nın ateşinin ümmetin ruhundaki ve körelen vicdanındaki buzları çözmesi temennisinde bulunur:

“Ölüler gibi donmuş bizlere de Belki Mescid’in ateşinden bir köz düşer de Buzlarımız çözülür ey Yahudi!..

Üç dince de kutsal bir mekân sayılan, Peygamberimizin Mirac mucizesini yaşadığı yerlerden Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Kudüs yıllardır Siyonistlerin kirli çizmeleri altında inim inim inliyor. Siyonist terörü ve vahşeti doksan yıldır nefes aldırmıyor Müslümanlara. Karakoç “Ey Yahudi” adlı şiirinde Filistinlilerin yaşadıkları acıların asıl müsebbibinin gevşek İslam ümmeti olduğunu söyleyerek Müslümanların bunun ağır cezasını çektiğini hatırlatıyor. Bir gün Kudüs’ün kurtulacağına ve Yahudilerin ağır cezalarla cezalandırılacağına inanıyor:

“Bir gün gelecek azgınlığın sona erecektir / Kutsal Kudüs kurtulacak Mescid-i Aksa’yı bu ümmet altından ve zebercetten ve yakuttan Yeniden yapabilecek bir kudrete erecektir O gün Tanrı’nın azabı senin için şiddetli olacaktır Biz istesek bile seni ondan kurtaramayacağız ey Yahudi!.. Bize bu yapılanı yapan sen değilsin Biz kendi cezamızı çekiyoruz Sen de bir gün kendi cezanı çekeceksin ey Yahudi!... Sana yeryüzü lanet edecektir Sana gökyüzü lanet edecektir ey Yahudi!.. En kısa zamanda tövbe yolunu tutmazsan ey Yahudi!..”

6 Ocak 2009 Salı

Trabzon'dan Yükselen Ses: "Kahrolsun İsrail

M.NİHAT MALKOÇ

Dünyanın gözü önünde, güpegündüz, aşikâr bir şekilde bir insanlık dramı, bir vahşet ve bir soykırım hadisesi yaşanıyor. Televizyonlardaki görüntüler içimizi acıtıyor, yüreğimizi dağlıyor. Oysa haram aylardayız. Bilindiği gibi Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayları İslam inancında haram aylar kabul edilir. Bu aylarda savaş yapılmaz. Bu aylar hürmete layık, kutsal aylardır. Bakara Suresi’nin 217. ayetinde bu durumla ilgili çarpıcı sözler söylenir: “Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: ‘Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Ancak Allah katında, Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne, katilden beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır.

İslam’da haram aylara dair hüküm ve durum bu iken gelin görün ki mübarek Muharrem ayında Filistin’de her gün birbirinden vahşi cinayetler işleniyor. Çocukların, kadınların ve yaşlıların kanı akıtılıyor. Bombalar gökleri ateş topuna çeviriyor. İsrail vahşette sınır tanımıyor. Dünya kısık bir sesle ‘dur’ dese de onlar sabah akşam masumlara vuruyor. Çünkü İsrail’in gerçek yüzü budur. Onlar tabir caizse yaşlı dünyamızın zulüm abideleridir. Arkalarında ağabeyleri ABD var. Fakat Allah’ın izniyle İsrail de, ABD de gayya çukurlarında debelenerek yok olup gideceklerdir. İşte o zaman mazlumlar ve bütün insanlık rahat bir nefes alacak. Zira ‘Zulm ile abat olanın akıbeti berbat olur.’ Bu acı sonu onlar da tadacaktır.

Türkiye, topyekûn Filistin’in yanında… Güzel ülkemde yürekler Filistinliler için atıyor. Fakat her zaman, her yerde çıkabilen, satılmış çatlak sesler de çıkıyor ne yazık ki!... Onlara göre bu savaşın asıl suçlusu Hamas’mış… Ateşkesi bozmuşlar!... Neyin ateşkesi Allah aşkına!... Sözde ateşkes zamanlarında Filistin’e ambargo uygulanmadı mı? İsrail sözde ateşkesi yüzlerce kez delmedi mi? Gazzelileri aç ve bîilaç bırakmadı mı? Filistinli insanların duyguları, düşünceleri ve hayatları topyekûn ablukaya alınmadı mı? Gazze’yi ve bütün Filistin’i gözetim altında tutup bir açık hapishaneye çevirmediler mi? Bu kadar taciz ve baskı karşısında nefsi müdafaa yapmak suç mudur sizce? Siz kimin sesisiniz? Utanmasanız İsrail’i insan hakları havarisi seçip Filistinlileri insan hakları suçlusu ilan edeceksiniz. Ayıp, ayıp!...

Bu arada sözde hayvan hakları için ayağa kalkan dernekler, birkaç hayvan öldürüldü diye avazları çıktığı kadar bağıranlar, Filistin’de Müslümanlar, İsrail kasaplarınca hunharca öldürülürken, doğranırken niçin avazları çıktığı kadar bağırmıyorlar? Orda ölen insanlar hayvanlardan daha değersiz mi? Siz kimin sözcülerisiniz? Yoksa kalpleriniz mi mühürlenmiş, sevgi ve şefkati kovmuş musunuz yüreklerinizden? “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” bencilliğinde misiniz? Fakat unutmayın ki her geçen gün sizin desteğinizle beslenen o yılan söylemlerinizi değiştirdiğinizde, kendisinden desteğinizi kestiğinizde size de dokunacaktır.

Dünyada ‘Birleşmiş Milletler’ adında bir teşkilat var. Görevi; barışı, güvenliği ve evrensel diyaloğu sağlamak… Şatafatlı bir yapısı olduğunu bildiğimiz teşkilat, aslında hiçbir icraat yap(a)mıyor. Gazze sancısını dindiremiyor. Bağlayıcı kararlar alamıyor. Hatta İsrail’i kınayıcı bir bildiri bile yayınlayamıyor. Çünkü BM’de ABD’nin ve İsrail’in güçlü lobisi var.

İsrail’in Filistin’de yaptığı insanlık dışı uygulamalar Türkiye’yi ayağa kaldırdı. Ülkemizin hemen her gün bir şehrinde İsrail’i tel’in mitingleri düzenleniyor. Bu mitinglerden biri de geçen hafta sonu Pazar günü Trabzon Belediye Meydanı’nda düzenlendi. Ortalık mahşer yerini andırıyordu. Şehirdeki sivil toplum örgütleri, partiler, dernek ve vakıflar tarafından organize edilen mitingde İsrail’e duyulan nefret gür bir sesle dünyaya haykırıldı. Konuşmalar yapıldı, sloganlar atıldı, Filistin acısına tercüman olan şiirler okundu. Filistinli bir genç de yaşanan acılara dair duygu ve düşüncelerini ifade etti. Mitingde her düşünceden insan yan yana ve omuz omuzaydı. Partiler vardı ama siyaset yoktu. Bu tabloyu özlemiştik çok…

5 Ocak 2009 Pazartesi

Atatürk ve Filistin

M.NİHAT MALKOÇ

Filistin’in her zaman olduğu gibi yine yüreği yaralı; hatta şimdi yaralıdan öte, parçalanmış. Eli kolu bağlı, çaresiz insanlar!… Dünyanın sözde medenî ülkeleri sanki bir savaş oyununu seyrediyor gibi bigâne duruyorlar yaşanan acılara… (Me)denî Batı ülkelerinin kulakları duymuyor, gözleri görmüyor, vicdanları boşalmış sanki… Siyonist canavarları dişlerini bilemekle meşgul. İnsanlık yerlerde sürünüyor. Kadınların hıçkırıkları gök boşluğunda yankı buluyor. Son nefesini vermeye hazırlananlar kelime-i şahadetleri düşürmüyorlar dillerinden. Bu manzara Mehmet Akif’in şu dizelerini hatırlatıyor bizlere:

“Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vadilere, sağnak sağnak.”

Türkiye’nin halaskârı Mustafa Kemal Atatürk, Filistin konusunda da çok hassas bir insandı. İsrail devleti Filistin topraklarında kurulmadan evvel Atatürk, Filistin hakkında çok önemli sözler söylemiş, bu toprakların ve üzerlerinde yaşayan Filistinlilerin Türkiye için önemini dile getirmiştir. Atatürk sanki o günden bugünleri görmüştür. Ankara’da Millî Arşiv’de saklı tutulan bir belgeye göre, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kutsal Topraklarla ve Filistin’le ilgili Meclis’te yaptığı önemli bir konuşmayı dikkatlerinize sunmak istiyorum:

“Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.

Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cetlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allahın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.”

Atatürk’ün “İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.” sözü gayet manidardır ve büyük bir cesaretin göstergesidir. Bu ifadeler Atatürk’ün kutsal topraklara ve Filistin’e ne kadar önem verdiğini açıkça göstermektedir. “…Peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız.” sözleri de Atatürk’ün bu husustaki inancını ve kararlılığını dile getirmektedir.

Atatürk bugün yaşasaydı Filistin’de bu acılar yaşanmazdı. O, bugünlerde Türkiye’nin başında olsaydı barbar İsrailliler bu vahşete kalkışamazdı. Türkiye, Filistin’deki vahşete seyirci kalamaz, kalmamalıdır. Daha etkin ve sert çıkışlarla bu cinayetlere ‘dur’ denmelidir.

2 Ocak 2009 Cuma

Bu Senin de İmtihanın!...

M.NİHAT MALKOÇ

Çiçekler kan kokuyor Filistin’de. Kurşunların ve bombaların gölgesi düştü gonca güllere. Tankların altında kaldı körpe kuzular. Vahşi kapitalizmin esaret zincirleri dolandı mazlumların boynuna. Kula kul olmayanlar ve özgürlüğü onur sayanlar lime lime doğrandı asrın kasaplarınca. Filistin dağlarına çöktü ağır bir duman. Bu güzel topraklar mazlumların kanıyla boyandı baştanbaşa. İman kervanının önünü kesti lanetlenmiş Siyonist eşkıyaları.

Filistin, hüznü ve gözyaşını çağrıştıran bir kelime oldu gönül lügatlerimizde. Yakıyor genzimizi her söyleyişte. Soğan gibi yaşartıyor gözlerimizi. Şimdi Filistin’de gül bahçeleri zakkumlara kaldı. İsimsiz mezar taşlarıyla doludur Filistin’de mezarlıklar… Kimisi ana, kimisi baba, kimisi kundaktaki bebe, kimisi hayalleri dağlardan yüce gencecik kızlardır, toy erkeklerdir, bacılardır, kimisi de yaşlı ihtiyarlardır. Filistin’de ölüler sağlardan daha çok yer kaplar şüphesiz. Her gün yeni ölüm tarlaları açılır bu garip, mazlum ve mahzun coğrafyada.

Mescid-i Aksa olan bitene şahittir yıllardan beri. Bu yüzden yüzü gülmez bu mübarek mescidin. Nice saldırılara maruz kaldı bu yıkık, harap kentler… Yalnızlığın ve acının en şiddetlisini yaşıyor Filistinli kardeşlerimiz. Bu insanların suçu(!) ne mi: Müslüman olmak… Öyle bir suç isnat etmiş onlara vahşi kapitalizmin semirttiği İsrail canavarı. Bilmiyorlar ki onların suçluluk sebebi olarak gördükleri Müslümanlık Filistinlilerin en büyük onurudur. Bilmiyorlar ki aslında Filistinliler öldükçe çoğalıyor, öldükçe benliklerini buluyorlar. Ölüm bazı fanileri küçültürken Filistinliler gibi imanla mücehhez fanileri de büyüttükçe büyütüyor.

“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;/Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.” diyen Yahya Kemal’in duygularını yaşıyor Filistinliler… Yine aynı şairin şu dizeleri de, değerlerinden uzak yaşamanın aslında ölmekten daha beter olduğunu gösteriyor bizlere: “Ölmek kaderde var; yaşayıp köhnemek hazin/Buna bir çâre yok mudur ya Rabbilâlemin” İşte yaşayıp köhnememek için ölüyor Filistinli masumlar… Kararlı, diri ve iri olduklarını gösteriyorlar dosta düşmana. Onursuz yaşamaktansa ölmenin daha haysiyetli bir davranış olduğuna inanıyorlar ve bu sağlam inançlarını kurşunlara nişangâh olarak ispatlıyorlar.

Davaları yücelten, davalarla yücelen milletler ve o milletleri meydana getiren çelik iradeli fertler vardır. Filistin’deki mücadele de buna örnektir. Çapulcular tarafından işgal edilmiş bu güzel topraklar bazı yüce ruhlar için cennete açılan kapı oluyor. Gece gündüz bombalar yağıyor mazlum ve savunmasız insanların üzerine. Filistin askısından beter kurşunlara nişangâh olmak… Fakat bu bir noktadan sonra şahadete açılan bir pencere oluyor. Ruh gurbetten sılaya dönüyor. Ebedî hayat için değer bunlara… Allah için ve cennet için ne yapılsa yeridir. Allah’ın rızası kuru bir candan daha mühimdir inanan insanlar için. Bu kemalata ermiş olmak, kazançların ve müjdelerin en büyüğüdür. Bu ne kârlı bir alışveriştir.

Herkesin bir aşkı var yüreğinde: Para aşkı, mülk edinme aşkı, vatan aşkı, iman aşkı… Bu aşklar insanı hayata bağlar. Fakat iyisi ve kötüsü vardır bunların. Yahudilerin yüreklerinde besleyip büyüttükleri aşk da zulüm aşkıdır. ‘Böyle bir aşk da olur mu?’ demeyin. Görüyorsunuz işte; bu zalimler insan öldürmekten, soykırımdan büyük haz alıyorlar. Mazlum ve masum insanları öldürdüklerini sanan bu çağdaş vahşiler, aslında zayıf olan insanlıklarını tamamen öldürüyorlar. Kan gölünde yüzmekten zevk alıyorlar. Bunu da inançlarının bir gereği sayıyorlar. Onlar bir zamanlar peygamberlerine de açıkça ihanet etmişlerdi.

Ağır silahlara sapanla karşı durmak… Bu bir savaş değil, düpedüz kıyım… Filistinliler gibi yeri gelince hayatı reddedebilmek… Ölümü hayata üstün tutmak… Vatanı cana tercih etmek… Zor ama gerekli… Vatanı ve imanı cana bedel bilebilmek ve uğrunda ölebilmek… Zor ama ulvî, aslında bir o kadar da güzel... Bunun en güzel örneği veriliyor Filistin topraklarında. Üstad Necip Fazıl’ın ifade ettiği gibi Filistin’de de ‘Oluklar çift: birinden nur akar, ötekinden kir...’ Ne mutlu tasını nur akan oluktan doldurabilenlere!... Ne mutlu ebedî olanı fani olana tercih eden bahtiyarlara… Unutmayın ki Filistin bizim de imtihanımızdır.