20 Aralık 2008 Cumartesi

Sırlı Diziler ve Gazinolaşan Televizyonlar

M.NİHAT MALKOÇ

Televizyon zamanımızın önemli bir kısmını alıp götürüyor. Millet olarak çok fazla televizyon seyrediyoruz. Televizyon bizi uyuşturuyor. Çoğu zaman adeta ekranlara kilitleniyoruz. Bu durum dünyanın bizim haricimizdeki medenî ülkelerinde yok. ‘Vakit nakittir’ sözü bugünlerde kulak ardı edilmiştir. İnsanlar kıymetli zamanlarını heba ediyor. İngilizler televizyona ‘aptal kutusu’ diyorlar. Bu benzetme, televizyona ve onun bağımlılarına tepkinin de ifadesidir. Belki ona bu adı koyanlar da onun çoktan bağımlısı olmuştur.

Televizyon, insanları toplumdan koparıyor, yalnızlaştırıyor. Bırakın toplumu, evimizin içindekileri bile doğru dürüst görüp hâl ve hatırlarını soramıyoruz. Herkesin bakışları anlamsızca ekranlarda yoğunlaşıyor. Birbirimize günün nasıl geçtiğini, neler yaşadığımızı bile sor(amı)yoruz. Birbirimize yabancılaşıyoruz gittikçe. Bu meret, hayatımızda gereğinden çok yer kaplıyor. Bu kadar çok zaman ayırdığınız televizyon gerek bilgi, gerekse görgü açısından size neler kazandırıyor? Harcadığınız zamana değiyor mu? Hiç düşündünüz mü bunları?

Televizyona bağlananlar kendilerini unutup başkalarının hayatlarıyla ilgileniyorlar. Gerçekler sanalın penceresinde katlediliyor. Hayatımızda karşılaşamayacağımız, oturup iki laf edemeyeceğimiz kişilerin özel hayatlarının ayrıntılarıyla zamanımızı heba ediyoruz. Şöhretli insanlar olsalar da, başkalarının hayatları niçin bizi bu kadar ilgilendiriyor? Başkalarıyla ilgilenmekten kendimize zaman kalmıyor. Ruhumuza ayna tutamıyor, iç dünyamızı dinleyemiyoruz. Hayatımızın tanzimine yeterli zaman ayıramıyoruz. Dağıldıkça dağılıyoruz.

Eskiden tek televizyon kanalı vardı. TRT’den bahsediyorum şüphesiz. O da siyah beyazdı. Ortalık televizyon kanalından geçilmiyor günümüzde. Belli yerlere para yatırıp uydudan yayın hakkı kazananlar bir de stüdyo kurunca kendilerini imparator sanıyorlar. Televizyon, bazıları tarafından silah olarak da kullanılıyor. İyi mi oluyor böyle?

Rekabet güzel şey ama kalite arayan yok. Maksat daha çok izleyici kazandırmak ekranlara. Ne verdiğinden çok, ne aldığı önemli patronların. Evlere yerleştirilen reyting ölçüm cihazları reklâm pastasından alınan payı da belirliyor. Onun için amaç kalite değil, öyle veya böyle daha çok izlenebilmek. Bu yüzden gizli saklı ne varsa özel hayatlar, kirli çamaşırlar ortaya dökülüyor. İnsanların kendine saklayacakları mahrem sırlar milyonlarla paylaşılıyor.

Son yıllarda ekranlarda sırlı diziler furyası esiyor. Özellikle mütedeyyin düşünce ekseninde yayın yapan televizyonlar sırlı dizilerle dolup taşıyor. Bu dizilerde hidayet hikâyelerinden kaderin garip tecellilerine kadar her şey var. Genelde yeni oyuncuların rol aldığı bu diziler ucuza mal edildikleri için yapımcılar tarafından tercih ediliyor. Önceleri bu diziler daha makul ve mantıklı bir anlayışla hazırlanırken son zamanlarda onda da aşırıya gidildi. Bu gibi dizilerde yaşanmışlık, seyredilme açısından önemli bir avantajdır. Yani yaşanmış olayların ekrana taşınması daha etkileyici oluyor. Fakat son dönemde gerçek hayatla ilgisi olmayan senaryolar, yaşanmış gibi gösteriliyor. Bu da izleyiciyi ekrandan koparıyor.

Televizyonların sayısının çokluğu ve 24 saati bir şekilde doldurma mecburiyeti programların kalitesini de ciddi olarak düşürüyor. Bu yüzden son yıllarda pek çok televizyon kanalı ‘sabah kuşağı’ adıyla gazinoya dönüştürüldü. Mikrofonu tutmayı bilmeyen sözde sanatçılar ve sunucular bu programlarda boy gösteriyor. Şarkı, türkü, şamata, ne ararsan var. Ölçüsüzlük ölçü olunca doğal olarak seviye de yerlerde sürünüyor. Her taraf sabah şekerleriyle dolu. Yakında lokumlar sürülecek sabah ekranlarına. Bunu da yapacaklar.

Şimdilerde hemen her kanalın maaşlı alkışçıları var. Düzenli olarak stüdyolarda yerlerini alıyorlar; ortalığı karıştırıp izlenme oranlarını artırmaları için eğitiliyorlar. Yani televizyonlarda hiçbir şey doğal değil. Dizilerin önceden yazılıp oynandığını bilirdik, şimdilerde eğlence ve magazin programları da yazılıp oynanıyor. Amaç birinciliği kaptırmamak, reklâm pastasından daha çok pay almak… Bunu sağlamak için değerler feda edilebiliyor. Televizyonların gittikçe sıradanlaşması ve magazinleşmesi tehdit oluşturuyor.

12 Aralık 2008 Cuma

Serpil Karaosmanoğlu'nun Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Ömrü bitenin defteri dürülüyor. ‘Daha yapacak çok işlerim var, ne olur ölüm vaktini biraz tehir eyle’ diyemiyorsunuz Azrail’e. Geçtiğimiz günlerde herkes bayram yaparken bir ruh daha fena âleminden beka âlemine göç eyledi. Ölüm bir yüreği daha susturdu. Trabzon’da uzun yıllardan beri yazma çalışmalarını sürdüren, kaleme ve kâğıda adeta sevdalı olan bir bayan yazarımızı kaybettik. Bayramın ikinci günü dostlarına bir elveda bile diyemeden sessizce aramızdan ayrılan Serpil Karaosmanoğlu’ndan söz ediyorum. Bayram sevincine gölge düşüren, bir evi hüzne boğan bu acı, ölüm gerçeğini bir kez daha önümüze dikti. Onu tanıyanlar acılara boğuldu, tanımayanlar da üzüldü şüphesiz.

Genç denebilecek bir yaşta(62 yaşında), yazma aşkıyla doluyken aramızdan ayrılan merhum Serpil Hanım’la aynı gazetede, Hizmet gazetesinde yazıyorduk uzun yıllardan beri. Onun daha çok hikâye ve romanları bölüm bölüm yayınlanıyordu Hizmet gazetesinde. Daha sonra bu öyküler “Yemen Güneşi” adı altında iki kapak arasına alındı. “Yemen Güneşi” benim de kütüphanemi süsleyen kitaplardan biriydi. Üç kızı vardı Serpil Hanım’ın. “Yemen Güneşi” kitabını bu evlatlarına ithaf etmişti. Evlatlarından sonra kitapları geliyordu. Kitaplarına, bir evlat kadar olmasa da, çok değer veriyordu. “Yemen Güneşi” adlı kitabı aslında iki farklı eseri ihtiva ediyordu. Yani “Yemen Güneşi” ve “ O Yeşil Tepeler” adıyla iki kitap bir arada yayınlanmıştı. Demek ki mevcut imkânlar ancak buna elvermişti. Kitabının arka sayfasındaki ‘Hasret’ adlı şiirinde Trabzon’a duyduğu derin sevgiyi satırlara dökmüştü:

“Serin sularından kana kana içtiğim
Uzun sokağından yıllarca geçtiğim
Dünyada seni birinci il seçtiğim
Benim zümrüt yeşili can Trabzon’um”

Merhum Serpil Karaosmanoğlu “Yemen Güneşi” adlı kitabının Önsöz’ünde hayatına dair notlara da yer veriyordu. İşte bu notlardan bazıları şunlar: “Trabzon’da sırtını Boztepe’ye dayamış, eski adıyla Arafilboyu(Esentepe) Mahallesi’nde etrafı yüksek taş duvarlarla çevrili, iki katlı, beyaz boyalı, dört bir yanı çiçek ve meyve ağaçlarıyla dolu bir evde doğdum. O güzel bahçemizde neler yoktu ki?... Çiçeğinden meyvesine, çeşit çeşit hayvanlara dek… Sokak kapı üstü, hanımeliyle sarılı olan bahçemizde, mis gibi kokan leylaklar, sümbüller, , şebboylar, kasımpatılar ve de bahar dalları, kapımızın iki yanını süsleyen, etrafa harika kokular veren beyaz zambaklar, limon çiçekleri ve o muhteşem laleler…”

Serpil Hanım yazmayı çok seven, adeta hayat tarzı olarak gören kalem dostu bir insandı. O yazmayı bir terapi olarak görüyordu. Sorunlarını yazarak, okurlarıyla paylaşarak azaltıyordu. Gördüklerini, duyduklarını, duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan zevk alıyordu. Bir şeyler ortaya koymak, üretmek ona ayrı bir haz veriyordu. Sürekli okuyup yenileniyordu.

Uzun yıllar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra lisans tamamlama programına katılarak Sosyal Bilgiler Öğretmeni olan Serpil Karaosmanoğlu, toplumsal eğitime çok önem vermiş, fırsat buldukça insanlara bir şeyler öğretme gayreti içerisinde olmuştur. Onun ilk eseri ‘Kır Çiçeklerim’ adını taşıyan şiir kitabıdır. ‘Gerçek Yaşam Öyküleri’ edebiyat alanında verdiği ürünlerin ikincisidir. Bu kitaptaki altı öykü kurgu değil, hepsi gerçek hayatta da yaşanmıştır. “Ganita’dan Zigana’ya” adlı kitabı 2002 yılında basılmıştır. Bu eserde 1900–1960 yılları arasında yaşanmış gerçek yaşam öyküleri vardır. Bu öykülerin dördü yazarın başından geçmiş olaylardan esinlenerek kaleme alınmıştır. Hizmet gazetesinde de yayınlanan ‘Yemen Güneşi’, Yemen Harbinde yaşananları kapsamaktadır. “O Yeşil Tepeler” de Cumhuriyetin ilk yıllarında annesini ve babasını kaybeden üç yetim çocuğun öyküsü anlatılmaktadır. Yine Hizmet gazetesinde tefrika edilen, henüz kitap halinde yayınlanamayan “Haminne’min Osman’ı” 1925’li yıllarda yaşayan toy bir delikanlının hayatını anlatmaktadır.

Ebediyete göçen Serpil Hanım’a Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Eskimeyen O Eski Bayramlar!...

M.NİHAT MALKOÇ

Bayramlarımız maneviyat bahçesinin iri gülleridir. O güller ki Resulullah’ın kokusunu taşırlar gönül bahçelerimize. Bayramlar yüzyılları aşıp günümüze kadar gelen köklü dinî geleneklerdendir. İster Ramazan, ister Kurban olsun; dinî bayramlarımız bize ulvî yanlarımızı hatırlatır. Ruhumuza ayna tutarız bu müstesna zaman dilimlerinde. Kaybettiklerimizi anarız. İstanbul’da, Süleymaniye’de bayramın muhteşem coşkusunu yaşayan Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiriyle, bayramı kelimelerle yakuttan bir abideye dönüştürür. Kim bilir bugünlerde o büyük mabette bayram namazını kılanların kaçta kaçı o ulvî hissiyata vakıf olarak namazlarını eda edebiliyorlar? Bu şiirdeki hissiyatı yaşayan bir nesil var mı bugün? Aslında en büyük kaybımız da bu nesil değil mi? Paramızı, malımızı kaybettiğimizde çok çalışıp tekrar elde edebiliriz? Ya elimizden kayan nesil… Onu tekrar kazanabilir miyiz? Bu düşüncelerle Yahya Kemal’in şiirinin bir kısmını sizlere sunuyorum:

“Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garib âlem bu!..”

Günümüzde köylerimizde bayram heyecanı hâlâ devam ediyor. Köyde bayram arifesinin seher vaktinde başlar bayrama dair coşku ve doyumsuz heyecan… Fedakâr köy kadınları birkaç gün önceden misafirlerine tattıracakları yemeklerin hazırlığına girişirler. Bayram sabahı erkekler bayram namazlarını kılıp cami önünde topluca bayramlaşırlar. Cemaattekiler eve dönmeden mezarlara gidip yasin-i şerifi veya bildikleri sureleri okurlar. Ölülerin affı için dua ederler. Sonra köydeki yaşlılar ve hastalar ziyaret edilir. Onlara moral verilir. Şifa bulmaları için Allah’a yalvarılır. Gençler, büyüklerin ellerini öperek bayramlarını kutlarlar. Yaşlılar da karınca kararınca imkânları ölçüsünce onlara harçlık verirler. Çocuklar asla hafife alınmaz, onların gönülleri alınır. Bizler bugün de ‘âh o eski bayramlar…’ diyorsak bunun sebebi geçmişte yaşadığımız güzel hatıralardır. Bugünkü nesillerin de eski bayramların güzelliklerini hafızalarına nakşetmeleri için biz büyüklere büyük görevler düşüyor.

Peki, şehirlerde durum nasıl? Şehirlerde bu anlamlı günlerde kaç kişi bayramlaşıyor, selamlaşıyor? Tanımadığımız kişiyle selamlaşmak ve bayramlaşmak garip geliyor bize. Oysa bütün Müslümanlar kardeştir. Bu kardeşlik ille de kan bağına dayanması gerekmiyor. Aksine İslam kardeşliği manevî açıdan soyca kardeşlikten daha ileridir. Müslüman olmayan öz kardeşinizi sev(e)mezken, İslam’la şereflenen din kardeşinizi sevmek durumundasınız.

Kurban Bayramı tekbirlerle girer hayatımıza. Cümle mevcudat coşar ve vecde gelir bu tekbirlerin arifesinde. Bayramlar, hayatın keşmekeşinde bunalan ruhlarımızı yumuşatır. Sıradanlaşan ve iyice çekilmez hale gelen hayat, bayramların yaydığı doyumsuz iksirle renklenir. Yitiğimiz olan manevî huzur, belirli günlerle sınırlı olsa da, hayatımıza geri döner.

Son yıllarda bayramlar çağın eğlence kültürünün mazbut bir sığınağına dönüştürüldü. Özellikle hafta sonlarıyla birleştirilip dokuz güne uzatılan tatillerde insanlar evlerinden uzaklaşarak tatil beldelerine koşuyorlar. Bu zaman aralığını tatil için fırsat görüyorlar. Oysa bayramlar küçüklerin büyüklerini ziyaret edip ellerinden öptüğü, hastaların, yetimlerin, kimsesizlerin hatırlandığı, düşkünlere sahip çıkıldığı zaman dilimleriydi. Aslında bu uzun tatil aralıkları uzaktaki yakınlarımızın ziyaret edildiği, hatıraların canlandırıldığı, dostlukların pekiştirildiği fırsatlar olarak görülmelidir. Böylece o eski güzel günler geri gelecektir.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Kurban Vahşet Değil, Selamettir...

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman sular seller misali akıyor, mecrasını buluyor en sonunda. Zaman yine gönül değirmenlerimizde öğütüldü ve gelinen noktada çok şükür ki bir başka bayrama ulaştırdı bizi. Bayramlar asırlardır dört gözle beklenir milletimiz tarafından. Beklenen misafir kapımızı çalıyor yine. Şimdi bütün gönüllerde sevgi panayırları kurulmuş, yüreğimiz bayram yerine dönmüş. Bayramlar milletleri kenetleyen müstesna zaman dilimleridir şüphesiz. Yıl boyunca değişik sebeplerle dağınıklaşan insanlar, bayramlarla birlikte toplanırlar. Böylece insanlar arasında kaynaşma ve yakınlaşma gerçekleşir; dostluklar pekişir, kin ve haset ortadan kalkar.

Kurban; kim ne derse desin, İslam’ın en büyük şiarlarından biridir. Kelime anlamı ‘yaklaşmak’ olan kurban, kulu Allah’a yaklaştırır. Kurban şükür, teslimiyet ve fedakârlık ekseninde gerçekleştirilen bir ibadettir. Allah’a teslimiyetin zirvesidir kurban… Hz. İbrahim’in can parçası İsmail’i Hakk için feda edebileceğinin, herkesin de can parçalarını feda edebilecek bir imanî ruh zenginliğine sahip olması gerektiğinin hatırlatılmasıdır bu ibadet. Kurban bir anlamda da Hz. İbrahim’in güzel hatırasıdır. Onun fedakârlığının nişanesidir.

Son yıllarda sözde hayvan sevgisini insan sevgisinin önüne koymak isteyen bir kısım güruh, her şeyi olduğu gibi kurbanı da sulandırma eğilimindedir. Onlara göre kurban (hâşâ) vahşice bir ibadetmiş; bir çeşit hayvan katliamıymış. O kişiler kurban kesmek yerine fakirlere sadaka vermeyi önermektedirler. Hatta bunu organize etmektedirler. Görünürde yardımseverlik renginde olan bu davranış, aslında Allah’ın dinini değiştirmeye yönelik bir eylemdir. Müslümanlar bu çirkin tezgâha gelmemelidir. Kurban başkadır, zekât ve sadaka başka… Sapla samanı birbirine karıştıranlar insanların zihnini bulanıklaştırarak merhamet avcılığı yapmaktadır. Bu sahte yüzlere itibar edilmemeli, Allah’ın emri dikkate alınmalıdır.

Kurban Kur’an’da Allah’ın emirleri arasında geçen önemli bir kulluk emaresidir. Kurbanın yeri hiçbir şeyle doldurulamaz. “Rab­bin için na­maz kıl ve kur­ban kes”(Kevser S. 2. Ayet) ifadesi bize başka yorum hakkı bırakmamaktadır. Kurbanı hayvan hakkı ihlali olarak görenlerin belli ki gizli niyetleri vardır. Sizin bir adım ilerisini görmekten aciz olan aklınızı sevsinler! Yıl boyunca kesilen hayvanları görmez misiniz mezbahalarda. Hem bütün varlıklar insanın hizmetine sunulmamış mıdır? Siz hiç et yemez misiz? Allah’ın helal kıldığını haramlaştırma ve kerih gösterme salahiyetiniz var mı sizin? Siz de kim oluyorsunuz ki?

Kâinatı yaratan ve donatan Allah’ın emri her şeyin önünde gelir. O Rab ki, çocuklarını bile kurban edebilecek sadakatte elçiler göndermiştir Hakk ve hakikati yaymak için. Dünyada Allah’a şartsız teslim olan İbrahimler’in ve ona her halükârda tabi olan İsmailler’in sayısı arttıkça dünya huzura kavuşacaktır. Dünya, o huzuru yakalayınca esenlik beldesi olacaktır. Sizler de Nemrutlar’a karşı bir İsmail teslimiyetinde olun ki kurtulasınız.

Kurban yüce Kur’an’da zikredilen önemli bir ibadettir. O, vahşet değil, aksine selamettir. Hac Suresi’nde bununla ilgili pek çok ayet mevcuttur. Bunlardan birisi de şudur: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.” (Hac S. 37. Ayet)

Biz insanlar aralıksız imtihan ediliyoruz. Bu bazen mallarımızla, bazen musibetlere karşı sabrımızla, bazen de fedakârlığımızla gerçekleştiriliyor. Kurban malla yapılan ibadetler arasında sayılır. Kurban’ın içinde fedakârlık da vardır. Rabbimizin yukarıdaki ayette de belirttiği gibi kurbanların etleri ve kanları kendisine ulaşmıyor. Kurban vesile kılınarak bizlerin takvası ölçülüyor. Kimlerin Allah için vermeye muktedir olduğu tespit ediliyor.

“İm­kâ­nı olup da kur­ban kes­me­yen bi­zim na­maz­gâ­hı­mı­za yak­laş­ma­sın” diyor Sevgili Peygamberimiz… Bu sözden sonra başka ne denir ki?... Kurbanlarınız hayırlı ve bereketli olsun. Kurban bayramı milletimize huzur ve esenlik getirsin. Buhranlarla cenk yerine dönüştürülen ruhlarımız felah bulsun. Bayramlar bayram olsun, kalpler huzurla dolsun.