26 Ocak 2008 Cumartesi

Güneri Kadirbeyoğlu’nun Ardından…

M.NİHAT MALKOÇ

Önümde bir gazete duruyor… Üzerinde de “Gümüşhane’nin sevilen simalarından emekli öğretmen, fotoğraf sanatçısı Güneri Kadirbeyoğlu hayatını kaybetti.” haberi… İnsan tanıdığı bir kişinin bu son haberiyle mahzunlaşıyor bir an… Hayatın yoğunluğunda belki çoktandır hatırımıza getirmeyiz dostlarımızı… Fakat bu hüzünlü manşet bize onu hatırlatıyor. Acı bir hatırlayış bu… Bu son hatırlayış oluyor. Üzücü olan da bu zaten… Acıyla ve kederle son hatırlayış… Gözlerimin önünde asılı kalıyor gülen siması… Gördüğümüz son görüntü gitmiyor göz önünden. Zira son kare kalıyor zihinlerde. Öylece resmediliyor belleklere…

Beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrılan Güneri Kadirbeyoğlu, Gümüşhane’nin yetiştirdiği ‘beyefendi’ mizaçlı insanlardan biriydi. O, bir Gümüşhane âşığıydı. İçinde doğduğu topraklara aşk derecesinde bağlıydı. Kadirbeyoğlu, adı Gümüşhane’yle özdeşleşmiş değerlerden birisiydi. Gümüşhane ona sevginin en üst basamağı olan aşkı çağrıştırırdı. Eğitimci ve fotoğraf sanatçısı olan Güneri Ağabey, dürüstlük ve hoşgörüde emsalsiz bir insandı. Şahsiyetiyle Gümüşhane’nin yerel kimliğini ve insanî yapısını yansıtıyordu. Akif Timurhan(Zevrakî)’ın ardından bu şehre düşen büyük bir acıdır onun aramızdan ayrılışı. Gümüşhane her geçen gün değerlerini kaybediyor, abide şahsiyetler ebediyete göçüyor. Fakat endişe etmeye gerek yok, onların yerinde yeni değerler filizleniyor.

Güneri Bey nice güzel işler yapacakken, genç sayılabilecek bir yaşta ayrıldı aramızdan. Zira O, 65 yaşında olmasına rağmen hayat doluydu. Zamanın içini güzelliklerle doldurma heyecanı ve telaşı içerisindeydi. Fotoğrafçılık onun için bir tutkuydu. O, yazıyla kolay kolay anlatılamayacak pek çok şeyi fotoğrafların diliyle sözsüz anlatmıştır. Deneme yanılma yoluyla fotoğrafçılığın püf noktalarını öğrenmiştir. Fakat bu işten para kazanmayı düşünmemiştir. Onun fotoğrafları çok kere kendisinden izin alma nezaketi gösterilmeden kullanılmıştır. Kendisi çok zengin bir fotoğraf albümüne sahipti. Gümüşhane tarihini yazacakların bu zengin fotoğraf albümünü görmeleri bir mecburiyettir.

Fotoğrafçılık onun en keyifli uğraşıydı. Bu işte maharetliydi. Bununla ilgili olarak Turan Tuğlu Ağabey’in bir yazısından alıntı yapmak istiyorum. Buna merhum Güneri Bey’le Turan Bey arasında geçen bir diyalog olarak da bakabilirsiniz: “Bir gün cep telefonum çaldı, açtım Güneri Kadirbeyoğlu, ‘Ağabey’ dedi, fotoğraf makineni al ve Kuşakkaya tepesinin bir fotoğrafını çek. Ne var ki, dedim… ‘Kuşakkaya tepesini bir bulut çepeçevre sarmış, çok güzel bir görüntü oluşmuş, o güzelliği kaçırmayalım.’ Sen niye çekmiyorsun, diye sordum. ‘Ağabey, ben hastanedeyim, yatıyorum, pencerem Kuşakkaya’ya bakıyor’ dedi.”

Hatıralar ve doyumsuz güzellikler mazinin sisleri arasında kaldı artık. Şimdi Güneri Kadirbeyoğlu’nu ifade eden mütevazı bir parantez var gözlerimizin önünde. 1943 yılında Gümüşhane’de açılan bu parantez, 2008 yılı kışının iliklere işleyen soğuğunda Trabzon’da bir hastanede sessizce kapandı.(1943–2008)… Bu paranteze dolu dolu 65 yıl sığdırdı Kadirbeyoğlu. Bu 65 seneye de nice güzel şeyler doldurdu. 1965’te öğretmenliğe başlayış, Bayburt’ta geçen görev yılları…1970’li yıllarda Gümüşhane Eğitim Araçları Başkanlığı’ndaki çalışma hayatı… Yıllarca görev yaptığı kurumun başkanı olarak emekliye ayrılış… Yani 1994’te gelen gecikmiş emeklilik… Başarılı hizmetlerle geçen otuz yıl…

Eğitimi insan olmanın ve insan kalmanın gereği sayan bir anlayışla köy köy dolaşıp eğitim camiasını bilgilendirme gayretleri… Ortaokul yıllarında başlayan fotoğraf merakını profesyonelliğe taşıma… Türkiye genelinde pek çok gazete ve dergide birbirinden güzel ve özel fotoğraflara atılan imzalar… Son olarak da Gümüşhaneliler ve Gümüşhane’yi Sevenler Hizmet Vakfının Genel Sekreterliği’ndeki samimi ve karşılıksız gayretler… Gümüşhane’nin gözü, kulağı ve dili olan Kuşakkaya gazetesinde gönüllü çalışmalar… Ve Gümüşhane’nin en büyük camii olan Kemaliye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından sevenlerin duaları ve gözyaşları arasında Emirler Mezarlığında son bulan şerefli, parlak ve sade bir hayat…

25 Ocak 2008 Cuma

Haberiniz Var Mı? Hicri 1429’dayız…

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman akıp gidiyor kendi mecrasında. Fakat bizler bu akışta pek çok şeyin farkına bile varamıyoruz. Çünkü ayrıntılara takılıp kaldığımız için gerçekleri göremiyoruz. Zaman, hicrete mahkûm hayatları menziline taşıyor. Her gün fark etmesek de gönül dünyamızda hicretler yaşıyoruz. Zira hicret sadece bir yerden bir yere maddeden göçmek değildir. Mana hicretleri de en az maddeden hicret etmek kadar tesirli ve mühimdir. Ancak bunun idrakinde olanlar, ruh dengeleri ve hassasiyetleri kaybolmayanlar bunun mana ve önemini kavrayabilir.

Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed(sav)’in Mekke’den Medine’ye yaptığı mukaddes yolculuk; geçmişi, bugünü ve geleceği kuşatan bir nur halesidir. Kıymet bilmezlerin ve altından anlamayan sözde sarrafların manevî hazineleri ellerinin tersiyle itmelerinin müşahhas hâlidir hicret… Bunun temelinde yatan sebepler dünyayı anlamlandırmadaki yanılgılardır.

Hayat durağan değildir. Bunun için dinamik olanlar burada tutunabilir, iz bırakabilir. Hicret Hakk’ın hatırı için, yine onun emriyle yapılmıştı. Mallar ve canlar mukaddes dava uğrunda hiçe sayılmıştı. Sahabeler hüzün çeşmelerinden doldurmuşlardı mübarek kaplarını. Bunların hepsi İslam’ın gönüllerde yeşermesi, serpilmesi, olgunlaşması içindi.

Hayat zaten göçlerden ibarettir. Ruhlar âleminde bekleyen can; bir nutfeden bedene bürünerek, evvela anne karnına, orada dokuz ay bekledikten sonra da dünya denen bu imtihan sahrasına düşer. Ruhun öz diyarından kalkıp bu gurbete katlanması hüzün yağmurlarının gözlerden boşalmasına zemin hazırlar. Bedene anlam kazandıran ve onun muhatap kabul edilmesini sağlayan ruhun gurbeti ölüm denen dünyevî sonla nihayetlenir. Bu, geride kalanları üzse de ruhun özgürlüğe kanatlanmasından, öz vatanına kavuşmasından başka bir şey değildir. Ömrün hazanı olan hicret, ateşe verilen gönül bahçelerimizin imarı ve ihyasıdır.

Göç hayatın özünde var olan mutlak hakikattir. Zaman, mekân, hissiyat, mevsimler de bir bir göçmüyor mu? Dünyanın dönüşü de göçtür. İlk insan ve ilk peygamberin Cennetten dünyaya gönderişi de bir hicret değil miydi? Demek ki göçün hüznünü ilk yaşayan fert ilk insan olan Âdem’dir. Onun göçü yasak bir meyveye vesile kılınmıştı. Resulullah’ınki ise daralan tebliğ sınırlarını açmak ve çerçeveyi genişletmek için olmazsa olmaz bir yolculuktu.

Hicret aslında yenilenmektir. Çevrenin, duyguların, umutların, özlemlerin yenilenmesi… Kuruyan göz pınarlarındaki yaşların tazelenmesi… Göçle birlikte zamanın ve mekânın boyutları genişler, başkalaşır, helezon biçimini alır. Hicret değişime zemin hazırlar. Sıkışan hayatlar onunla rahat nefes alır, açılıp serpilme imkânı bulur. Kabuğa mahkûm öz; açılma, kendini gösterme fırsatı bulur. Hicret bu kabuğu açan bir değişimin dönüm noktasıydı.

Göç maddî ve manevî paylaşımın doruk noktasıdır. Farklılıklarımızın çatışma unsuruna dönüşmeden hakikat paydasında birleşip gönül bahçelerimizi süslemesidir göçlerden arda kalan. Muhacirlerle Ensar’ın bir günde şekillenen o emsalsiz İslam kardeşliği hicretin sırlarının inkişafından başka nedir ki?... Öyle bir kardeşlik ki o güne kadar görülmüş değil. Güzellikleri, nimetleri paylaşmak; zorlukları, imkânsızlıkları sineye çekmek…

Mekke’den Medine’ye göç edenler, gittikleri yerlerde tebliğ vazifesini Mekke’ye nazaran çok daha rahat ve aleni bir şekilde icra edebildiler. Bu mukaddes gidiş, ağır bedeller ödemeyi beraberinde getirdiyse de manevî doyum o bedellerin kurşundan ağırlığını bedene yükletmedi. Ruhlar imanın nuruyla kuşlar gibi kanatlandı maveraya… Vakit huzura erdi.

Hicret, hasret mumunun fitilini ateşlemektir. Gel gör ki bu mumun ışığıdır zifiri karanlıklarda önümüzü aydınlatan. Onunla beraber İslam kıtalar dolaştı. Hicret ölümün kollarında doğan yetim ve öksüz bir bebekti. Aşkın narında yanmaktı, sarp kayalıklarda bir başına yetişen cılız dallara su olmaktı. Onları da yaşamın gayesinden ve sırrından haberdar etmekti. Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeru “ dediği sırra ermekti hicret…

Bugün hicreti unuttuk… Sıkışıp kaldık ruhun daracık dehlizlerinde। Ne gitmek ne de kalmak mümkün… İnsanlık yeni hicretlere gebe mi ne!... Hicri 1429 seneniz mübarek olsun.

Filistinli Yaser’in Gözyaşları

M.NİHAT MALKOÇ

Sabahın ayazında üşüyor ellerim, buz kesmiş yırtık ayakkabılarımın deliklerinden fırlayan parmaklarım… Güneş bulutların arasından kısık aydınlığını gösterse de değmiyor zamana yenilen ve zamanla ezilen bedenime sıcaklığı… Güneş aydınlatamıyor biriken karanlıklarımı. Ben gözlerimi dünyaya açalı beri gönül heybemde karanlıklar biriktiriyorum. Bu benim tercihim olmasa da hayattan payıma düşen karanlıklardan gayrisi değil.

Herkes anne ve babasının gölgesinde saadet şarkıları söylerken, sımsıcak yuvalarında özgürlüğün doyumsuz lezzetini tadarken ben bir yetim, bir öksüz ve bir zavallı olarak bu kara kışın ortasında kaderime ağlıyorum. Âhlarım göklere yükseliyor. Göklerden yere kurşun gibi dökülüyor karlar... O kurşunlar altında buz kesiyor soluklarım. Ben kurşundan, bombadan başka bir şey görmedim bu kutsal ve kanlı topraklarda. Bu yüzdendir ki teşbihlerim kurşunlara endeksli… Zira göğümüzde kurşunlardan başka ne gördük ki!...

Haysiyet çoktandır uğramıyor bizi bu hayata mahkûm edenlerin mahallesine. Onlarla aramızda birkaç yüz metre mesafe olsa da onlar baharı, bizler ağır kışı yaşıyoruz gönül coğrafyamızda. Nedense bize zulmedenlerin çocuklarının canı yanmıyor. Onlar bizim âhlarımızı, ağlamaklarımızı ninni sayıp mışıl mışıl uyuyorlar kuştüyü yataklarında. Çocukların milliyeti olmaz. Onlar bizim kardeşlerimiz. Fakat onların ruhlarını da taş kesmek için gece gündüz çalışıyorlar. Onlar da yarın karşımıza bombalarla çıkacaklar. Bizse onlara sadece sapanlarla ebabil kuşlarının ağızlarında taşıdığı pişmiş taşlardan atabileceğiz.

Gül bahçeleri yanıyor bu topraklarda… Sığınaklarda geçiyor zamanlarımız. Karanlığın insafına sığınıyoruz gün ışığında. Işığımızı çaldı zamanın efendileri… Ellerimize geçirdikleri kelepçeleri şimdi de ruhlarımıza geçirmek istiyorlar. Mum ışığıyla karanlık geceleri aydınlatmaya çalışsak da zalimlerin sert rüzgârları mumlarımıza yanma fırsatı tanımıyor. Mumun kısık alevi ısıtmıyor buz kesen bedenimizi. Uzaktan gelen ışığın huzmeleri yetişmiyor gözbebeklerimize. Çekilin bulutlar, çekilin ki güneş bize de gülümsesin. Dünyayı parselleyen zalimler şimdi de güneşi parsellemenin savaşını veriyorlar. Fakat ne eylerse eylesinler içimize doğan, ruhlardaki karanlıkları boğan iman güneşini söndürmeye güçleri yetmeyecek. Canımızı alsalar da imanımızı alamayacaklar. Zira zafere adanmışlar yürek kalelerini muhkem tutuyorlar. Başımızda boza pişirseler de bu kale hiçbir zaman düşmeyecek.

Şimdi mumlar pervanenin rüyasını görüyorlar. Gerçek özgürlük için sözde esareti seçenler büyüdükçe büyüyor yürek semalarında. Yoksa esaret bizim alnımıza yazılmış bir yafta mıydı? Hissiyatım alev ateş yanıyor. Belleğim fetret devrini yaşıyor besbelli… Uyku girmiyor kan çanağı gözlerimize. Derman inmiyor şarapnellerle parçalanan dizlerimize.

Birileri moda gereği yarı çıplak yaşarken bizler yoksulluğun pençesinde bu hâl üzere yaşama mecburiyetinde kalıyoruz. Yarı giyinikler, soyunukların âhını ve günahını taşıyor omuzlarında. On yıllardır sabır memesinin acı sütüyle besleniyoruz. O kara sütü ak kaşıkla içsek de içimizdeki karanlıklar dağılmıyor. Seherler tebessüm etmiyor sabahlarımıza.

Siyonizm’in gölgesinde bile olsa onurla yaşamak içindir bu ölümler… Daha doğrusu ölümler kutlu diriliş için atılan mukaddes adımlardır bizim için… Bizlere hayat hakkı tanımayanlar gül bahçelerimize zakkumlar diktiler। Mermilerin merhametine mahkûmuz şimdi… Barutlar tomurcuklara açma fırsatı tanımıyor. Her gün kırılıyor dallarımız… Feryadımızın kurşundan ağırlığını taşıyamıyor gökler… Zulmün saltanatı mazlumların bedenlerini çiğneyerek yükseliyor. Artık taşıyamıyor bu cılız ayaklar sırtımıza yüklenen kurşundan ağır acıları… Kalleşlik boy veriyor haram topraklarda. Ağlamaktan kan çanağına dönen yaşlı gözlerimizi silecek bir merhametli el bekliyoruz. Anneler evlatlarına, evlatlar annelerine doyamadan kara toprağa giriyor. Acılar filizleniyor toprağın kara bağrında. Âh annemin sureti düşüyor her gece rüyalarıma… Babamla el ele dolaşıyorlar cennetin doyumsuz bahçelerinde. Özlüyorum özgürlüğü, kendim olmayı, kendim kalmayı özlüyorum…

23 Ocak 2008 Çarşamba

Trabzon Köprübaşı Halk Ağzı ve Yerel Kelimeler

M.NİHAT MALKOÇ

Karadeniz bölgesinin kendine has gelenek ve görenekleri, ağız özellikleri vardır. Karadeniz’in hususiyetlerini en iyi yansıtan şehir de Trabzon’dur. Trabzon’un ilçelerinde ve köylerinde keşfedilmeyi bekleyen zengin halk kültürü hazineleri mevcuttur.

Bir zamanlar Trabzon’un Sürmene’ye bağlı beldesi, şimdilerde ise ilçe olan Köprübaşı’nda enteresan söyleyişler mevcuttur। Çok eski zamanlardan bugüne gelen kelimeler hâlâ kullanılmaktadır. Özellikle yaşlılarımız konuşurken eski kelimeleri tercih etmektedir. Bu sözcüklerin çoğu Rumcadan dilimize girmiştir. Bugün halk ağzında bütün canlılığıyla yaşayan ve günlük konuşmalarda kullanılan bu kelimelerden bazıları günümüzdeki karşılıklarıyla şunlardır: çarambula(ateşböceği), çağana(yengeç), afkurmak(havlamak), iskebit(eşekarısı), koklis(sümüklü böcek), abufay(yemek artığı), ahbin(hayvan dışkısı), ander(lanetli, uğursuz), angona(kör yılan), arakhana(örümcek), arkuri(yana doğru), azderha(canavar), badis(taze fasulye), pansi(hayvan yemleme yeri), bolaki(keşke), bubuk(tomurcuk), carcel(ince dallarla örülmüş erzak rafı), ciba(göbek), corma(bataklık), cubuş(meyvenin çöpü), handoşara(kirpi), cuhnis(yemeğin dibinin yanığı), çapula(çarık), çel(mısır bitkisinin gövde kısmı), deşirmek(toplamak), dirgen(tırmık), feli(kabağın pişmiş parçası), fidruga(fındığın en körpe filizi), fuska(böğürtlen), gaban(eğimli arazi, yamaç), gambat(karın boşluğu), ganzi(kabuklu yemiş içi), gayde(ezgi, nağme), gendume(çorbalık buğday), gorç(tahta oturak), gorzil, (düğüm), gorbagor(kötü ruhlu ihtiyar), gufica(el sepeti), gugu(baykuş), gugul(yığın, tepe), gugulli(silme dolu, tepeleme), guguvak(mantar), haçan(madem), hartama(ahşap kiremit), he(evet), herek(fasulye sırığı), hocer(lazımlık), hohol(ince toz parçası), huliya(kara lahana yemeği), hutuş(mısır koçanının kabuğu), ifteri(eğrelti otu), istemli(büyük güğüm), kafeka(küçük güğüm), kaful(ocak, küçük ağaç grubu), katma(ip, bağ), kavran(ahşap fıçı), kerenti(tırpan), kertel(ineklerin yal kabı), hacaban(gereksiz eşyalar), halaz(dolu yağışı), hamurca(çilek), hayat(kiler, hol), kopça(düğme), kosi(lahananın dip kısmı), kudal(ahşap çırpıcı), kugar(meyve toplama çubuğu), kumuş(kestanenin batan dış kısmı), kunzi(kendir sapı), kusur(tanesi ayrılmış mısır koçanı), labar(çamur), lalak(sersem, aptal), lazut(mısır bitkisi), malaks etmek(bulaştırmak), malez(un-su karışımı bir çeşit yemek), mares(solmuş, pörsümüş), merek(ot koyma yeri), minci(bir çeşit peynir), moçot(beceriksiz, sakar), momol(bir çeşit çok küçük böcek), mucurum(sakat), muh(çivi), muncur(ağız, dudak), oflan(mutfak rafı), otiş(ses, gürültü), oğarmak(tamir etmek), paçariş(engel), paska (serander), sipsi(kedi), sebi(küçük çocuk), mertek(çatıda kullanın tahta), soğun(bari, hiç olmazsa), şorombil(küçük el değirmeni), vol(tarladaki kalın toprak kütlesi), yangaz(yaramaz, haylaz), yenlik(kiloca hafif), kubli(asma kilit), zati(zaten), zuzula(bir çeşit ot), kolestevra(kertenkele), gorgot(mısır kırması), paçariş etmek(engellemek), namna(çocuk dilinde yemek), cicil(solucan), sütana(kiler), gariplanmak(özlemek), koliva(suda pişmiş mısır), kıkkıniz(yer elması), tahtaboş(balkon), hutuş(mısır yaprağı), miska(sümük), na(al bakalım anlamında), farfara(kelebek), pisik(kedi), reyha(güzel koku), peşkir(havlu), sıçan(fare), çipçok(çok fazla), reni(çatı aralığı), çenge(çene), seğirtme(koşma), çıhlan(kıymık), kukuvak(mantar), kitali(meyve toplama aleti), beşko(soba), mungarabis(hayvanlarda acı acı bağırmak), mumudiya(yavaş), buldur(geçen yıl), mile(misket), zipazip(iyice dolu), kuyizma(feryat), marikas etmek(geviş getirmek), haşli(sıcak), becit(acele), analis(suda yumuşatma), esseh(gerçek), iğriz etmek(çabalamak), civit(çekirdek), ferik(tavuk yavrusu), suruşmek(biriyle uğraşmak), celepçi(kasap), mozika(az süt veren inek), levli(odun parçası), lop olmak(çok ıslanmak), barastar(kapı direği), zirza(menteşe), sanka(kilit), kosva(bir çeşit kuş), kisa(bir çeşit kuş), liplip etmek(boş konuşmak), şafles(salya), fuci(fındık), arakop(bir çeşit yabani ot)…vb gibi… Bu kelimelerin sayısını daha da artırabiliriz ama şimdilik bunlarla yetiniyoruz.

Erdem Bayazıt’ın Zor Zamanları

M.NİHAT MALKOÇ

Türk şiirinden nice kalem erbapları geldi geçti. Herkes kendi ahvalini yazdı. Daha sonra da hoş bir seda bırakıp göçtüler. Arkalarında katlar, yatlar, tapu kayıtları değil, sanat şaheserleri bıraktılar. Onlar sevgiye, aşka, hoşgörüye talip oldular. O, tok gönüllü ve engin yürekli şahsiyet abideleri, kaplarını sevgi çeşmesinin berrak suyundan doldurdular. Yazdıklarıyla zamana kayıt düştüler. Ebedilik nakışını satır aralarına kazıdılar.

Köklü Türk edebiyatının, zengin Türk şiirinin son dönemlerine damgasını vuran şairlerin başında gelen Erdem Bayazıt da hayatını şiire ve edebiyata vakfetmiş bir gönül insanıdır. Saf şiir deyince Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi ilk bakışta sayılacak isimlerden birisi de O’dur. Şiirlerinde Anadolu insanının yaşantısından, millî ve manevî değerlerinden, dünyaya bakış açısından derin izler vardır.

Ölüm konusu şairlerin hayatında derin izler bırakmıştır. Cahit Sıtkı’da ölüm kâbusa dönüşürken Yunus Emre’de ve Mevlana’da ‘dosta kavuşma anı’ olarak bambaşka hazlara aralanan nurlu bir kapı olarak görülmüştür. Şair Bayazıt da ölüme bigane kalamaz. Herkes gibi onun şiirlerinde de ölüm önemli bir temadır. O, ölüm karşısında gayet rahattır. Zira ölümün, ölümsüzlüğe açılan bir kapı olduğuna inanır. Bunu aşağıdaki dizelerinde görebiliriz:

“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm”

Erdem Bayazıt, şiirin dikenli yollarında sürdürdüğü çileli yolculuğunda yarım asrı geride bıraktı. O gür sesli şair, bu süre içerisinde nice şiirler kazandırdı edebiyatımıza. Görüp de söyleyemediklerimizi O söyledi. Yazdıklarıyla duygularımıza tercüman oldu. Dik durmanın güçleştiği zamanlarda da O hep dik durdu. Haysiyetinden asla taviz vermedi.

Onun şiir ve edebiyat sevgisi her şeyin üzerindedir. O, bu sevgisi yüzünden Hukuk Fakültesi’ni yarıda bırakmış, Edebiyat Fakültesini bitirmeyi tercih etmiştir. Onun şiir sevgisi lise yıllarına dayanır. O; şiir ve edebiyat hayatına, günümüzde önemli edebiyatçılar arasında sayılan, bir kısmı aramızdan ayrılan Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Mehmet Akif İnan ile birlikte Kahramanmaraş’ta çıkardıkları “Hamle” dergisinde başladı.

Şairler haksızlıklara tahammül edemezler; onun içindir ki güçlülerin yanında değil, haklıların yanında olurlar. Erdem Bey de haklıdan yana tavır takınan bir hakikat savaşçısıdır. O, bir dizesinde “Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini” diyerek kararlı tavrını ve rengini belirtiyordu. Yabancılaşmaya ve kültürel yozlaşmaya karşı mücadele etmekle kalmayıp bu hususta öncülük etmeyi vazife telakki ediyordu. Zira bu milleti bitirecek asıl şey özüne yabancılaşmaktır. Usta şair yukarıdaki dizenin devamını söyle getiriyordu:

“Çün defterler açılıp hesaplar soruldukta Yetimin hakkı soruldukta yoksulun hakkı soruldukta Milletim omuz omuza verip / Kıyama duruldukta. Gündüzler nasıl beklerse gecenin bitmesini Sabırla söküyorum bu tarih gecesini.”

Erdem Bayazıt, yılların yorgunluğunu üzerinde taşırken şimdi de akciğer kanseriyle mücadele ediyor. Artık O, çok sevdiği şiirlerden uzakta, bambaşka duygular içerisinde Rabbinden şifa bekliyor. En kötüsü de, şiir yazamıyor. Bırakın şiir yazmayı evden dışarı çıkıp güneşin yüzünü göremiyor. Dört duvar arasında adeta bir mahpus hayatı yaşıyor.

Böyle bir hayat herkes için zordur। Fakat gönül nakkaşı ve duygu işçisi olan şairler için iki kere zordur. Onun şimdiki ruh atmosferini bir düşünün… Ne kadar içinden çıkılmaz ve müşkül bir durum değil mi? Allah kimseyi hastalıklarla ve acılarla imtihan etmesin. Şayet böyle zor bir imtihanla karşılaşırsak bizlere Eyüp sabrı versin. Erdem Bayazıt gibi bir şairin kaleminin yazamaz oluşu biz şiir severleri fazlasıyla üzüyor. Temennimiz odur ki öncelikle sağlığı düzelir, tekrar o enfes şiirlerini yazmaya devam eder. Rabbim ona şifalar nasip eylesin.

22 Ocak 2008 Salı

Romancı Cavit Ersen’in Hayat Mücadelesi

M.NİHAT MALKOÇ

Zamanın nelere gebe olduğunu hiçbirimiz bilemeyiz. Bugünkü konumumuz bizi ne aşırı derecede gururlandırmalı ne de ümitsizliğe sevk etmelidir. Düşmez kalkmaz bir Allah’tır. Yarınların renginin siyah mı, beyaz mı olacağı bugünden kestirilemez. Bizler büyük bir gayretle ve iyi niyetle yarınlarımızı bugünden imar etmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Biz elimizden geleni ve üzerimize düşeni yapalım da ötesini zamanın adaletine bırakalım.

Geçmişte çok önemli eserler kaleme almış, kitapları binlerce satmış, hatta kapışılmış bir yazarın, Cavit Ersen’in hayatının serencamını gözümün önünden geçirince geleceğin bizlere ne gibi sürprizler hazırladığını merak etmeye başladım. Merakım bir adım daha ileri giderek korku ve endişeye dönüştü. Çünkü bizler de bir zamanlar el üstünde tutulan, fakat daha sonraki yıllarda unutulan, yalnızlığa terk edilen Cavit Ersen’in yaşadığı acıları yaşayabiliriz. Amansız hastalıklar, borçlar, kazalar, belalar, vefasızlıklar bizi de bulabilir.

Cavit Ersen hayatını okumaya ve yazmaya adamış, idealist bir aydındı. 29 Mart 1921 tarihinde Adana’da doğan Ersen, yazmak için yaratılan, millî ve manevî şuuru diri tutmak için çaba gösteren bizden birisidir. Yani terli kültürün yabancı değerler karşısında ayakta kalması için gece gün demeden çetin mücadeleler vermiştir. Bu mücadelelerde malını, mülkünü, mesleğini kaybetse de itibarını korumayı bilmiştir. Hayatta her türlü engelle karşılaşmıştır. Fakat Torosların bu yiğit çocuğu, bütün engellerle göğüs göğüse çarpışmasını, hayatını ortaya koymasını bilmiştir. Kaybetmeyi göze aldığı için gözünü budaktan sakınmamıştır.

O, mefkûreci bir romancıydı. Cavit Ersen’in ilk eseri 1944’te yayınlanan “Günahkâr Sokaklar” isimli romanıdır. Daha sonra “Fakirler”, “Mektup” ve “Sefiller” adlı kitapları 1945’te Adana’da yayınlanır. 1970’li yılların en çok okunan romancılarından biri olan Cavit Ersen’in çok geniş bir dost halesi de vardı. Necip Fazıl Kısakürek, Tarık Buğra, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Arif Nihat Asya, Peyami Safa, İlhan Darendelioğlu, Necdet Sevinç, Tahir Kutsi Makal, Abdurrahman Şeref Laç, Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün, Ergun Göze, Ömer Öztürkmen, Gökhan Evliyaoğlu, Gürbüz Azak bu dost kervanının yolcularıydı. Bu dostların çoğunu Yeni İstanbul ve Babıâli’de Sabah adlı gazetelerde yazarlık yaptığı sırada tanımıştı. Bu isimlerin çoğu ona övgüler dizmiş, eserleriyle ilgili müspet yazılar yazmışlardı.

Hayat yolu sürekli düz gitmiyor elbet… Onun da engelleri var. İşler bazen sarpa da sarabiliyor. Her çıkışın bir de inişi vardı. Bu bir zamanların büyük yazarı olan Cavit Ersen için de geçerliydi. O da hayatın iniş hüznünü yaşadı. O, ömrünün son yıllarını maddî sıkıntı içerisinde, yapayalnız bir halde Darıca Huzurevi’nde geçirdi. Okuyucuları, dostları, yakın ve uzak çevresi adını bile unuttu. “Kızıl Zindanlar”, “Kara Zindanlar”, “Zindanlar” seri romanı başta olmak üzere “Günahkâr Sokaklar”, “Hürriyet Mücadelesi”, “Fadime”, “Hepimizin Kavgası”, “Beyaz İhtilal” ve “Boğata” gibi birçok esere imza atan Ersen gitmiş, yerine hayatın dışına itilmiş, kimsesiz silik bir portre gelmişti. Bu durum onu derinden üzüyordu. Bu hallere düşeceğini belki aklının ucundan bile geçirmemişti. “Aşkın Gözyaşları” ile “Mefkûreci Öğretmen” isimli eserlerini yayınlayacak bir yayıncı da çıkmamıştı.

Hayatının son on yılını huzurevinde geçirmek zorunda kalan Cavit Ersen’i en çok üzen şey dostlarının vefasızlığıydı। Nasıl olmuştu da bu şöhretli yazarı herkes unutmuştu. Yoksa yaşadıkları bir rüyadan ibaret miydi? 1970’li yıllarda iki yüz elli bin baskı yapan ‘Kızıl Zindanlar’ adlı romanın yazarını zaman nasıl da unutturmuştu. Ailesinden ayrılmış, çoluk çocuğu dağılmış, gecekondusu yıkılmış, en muhtaç olduğu zamanlarda huzuru huzurevinde aramaya başlamıştı. Dört duvar arasında bir yabancı olarak hissediyordu kendini. O, dört duvar arasında öldüğünde cebinde sadece bir çocuk harçlığı olabilecek miktarda bir para vardı. Parası yoktu ama toprağa kadar yanında taşıdığı temiz bir geçmişi ve onuru vardı. Bir garip olarak kaldığı huzurevinde bir garip olarak teslim etmişti emanetini. Gazeteler ancak 15 gün sonra vermişti ölüm haberini. O, çileyle dost yaşadı, onuruyla öldü. Hak rahmet eyleye…

20 Ocak 2008 Pazar

Türk Atletizminin Mühim Kaybı: Cüneyt Koryürek

M.NİHAT MALKOÇ

Trafik kazaları dur durak bilmiyor. Her gün birileri trafik canavarının pençeleri arasında can veriyor. Trafik kazaları ölüm oranlarının önemli bir kısmının sebebi olma özelliğini koruyor. Türkiye bu sorunun üstesinden gelemedi bir türlü. Sanki millet olarak araba kullanmayı bilmiyoruz. Direksiyon başına geçince üzerimize canavar gömleği giyiyoruz. Ne şoförler dikkatli davranıyor, ne de yayalar. Günümüzde yayalar arabadan hiç sakınmıyor. Karşıdan karşıya geçişlerde kimsenin trafik lambalarına uyduğu yok. İşi şansa bırakıyoruz. Göz göre göre kendimizi tehlikeye atıyoruz. Şoförlerimiz bazı durumlarda yayaların geçiş hakkını tanımıyor. Bunu bilmediklerinden değil, kural tanımazlıklarından yapıyorlar. Yoksa herkes yaptığı hatanın farkında. Millet olarak sorumsuz bir yapımız var.

Trafik canavarı köylü kentli, zengin fakir, gariban şöhretli, aydın cahil ayrımı yapmadan insanları önüne katıp ölüme veya zorlu geleceklere sürüklüyor. Trafik kazalarında kaybettiğimiz şöhretli kişilerin sayısı hiç de az değil. Siyaset, sanat, müzik ve medya dünyasından birçok seçkin isim trafik canavarına kurban gitti. Bunlar arasında şarkıcı Kerim Tekin, fotoğrafçı Sami Güner, şarkıcı Ajlan Büyükburç, eski bakanlardan Adnan Kahveci, eski valilerimizden Recep Yazıcıoğlu, futbolcu Metin Oktay, gazeteci-yazar İlhami Soysal, gazeteci Ercan Arıklı, televizyon sunucusu Boran Kaya ilk akla gelenlerdir.

Trafik kazalarında hayatlarını kaybeden ünlü simalar zincirine yeni bir halka daha eklendi. Gazeteci Cüneyt Koryürek, Şişli’de geçirdiği trafik kazasından sonra hayatını kaybetti. Harbiye’de yaya olarak yolun karşısına geçmeye çalışan 76 yaşındaki Cüneyt Koryürek’e, bir otomobil çarptı. Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan Koryürek’in vücudunun çeşitli yerlerinde kırıklar meydana geldiği öğrenildi. Hastanenin yoğun bakım servisine alınan Koryürek’in, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadığı açıklandı. Böylelikle spor ve basın dünyamızdan bir yıldız daha kaymış oldu.

19 Ocak 2008 tarihinde aramızdan ayrılan Cüneyt Koryürek, alanında önemli bir kişiydi. Onun biyografisine göz attığımızda önemli işlerle uğraştığını görürüz. 1931’de doğan Koryürek, Ankara Koleji'nde orta öğretimini tamamladıktan sonra üniversite eğitimi için gittiği ABD'nin Kaliforniya eyaletindeki Fresno State College’da gazetecilik, halkla ilişkiler ve yakın çağlar tarihi eğitimi aldı. 1962’de Ankara’da Delta Ajansı kurdu. 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın basın müşavirliğini yaptı. Koryürek, Daily News’da Yazıişleri Müdürü olarak çalıştı. Avrasya Kıtalararası Maratonu Yarış ve Organizasyon Direktörlüğü yapan Koryürek, yedi olimpiyatta gazetecilik yaptı. Koryürek, Amerikan Atletizm Yazarları Derneği, Uluslararası Olimpiyat Tarihçiler Birliği ve Atletizm İstatistikçileri Birliği üyesiydi. Atletizm Federasyonu’nda, Genel Sekreter, Asbaşkan ve Başkan olarak görev yaptı.

O, Türkiye’de atletizm sporuna her açıdan hâkim bir isimdi. Bu sahada her türlü görevde bulunmuştur. Atletizm antrenörlüğünden atletizm federasyonu başkanlığına kadar her kademede başarılı hizmetler vermiştir. Vaktiyle merhum Kenan Onuk’la ve Hıncal Uluç’la iyi bir ekip olmuşlardı. Onun ölümüyle birlikte atletizm sporu da bir anlamda yetim kaldı.

Merhum Cüneyt Koryürek aydın bir insandı। Bir röportajında her gün en az iki üç saat kitap okuduğunu belirtiyordu. Aynı röportajda, sanki ölümünün trafikten olacağını sezmiş gibi trafikle ve sorumsuz şoförlerle ilgili şunları söylüyordu: “İki tane davar gütmesini bilmeyen adama direksiyonu verirseniz, o adam çılgındır, kalabalığın içine atılmış veba mikrobu gibidir. Trafiğe çıkmamaları gerekir. Aynaya bakmasını, sinyal vermesini bilmeyen insanlar, sadece iyi direksiyon kullandıklarını zannederek trafiğe çıkıyor. Bizde sanki herkes sahaya cıkmış, ayağında top, çelme atar gibi araba kullanıyor. Futbol oynama arzumuzu zannederim ki kara yoluyla çıkartıyoruz. Öyle büyük bir para cezası vereceksiniz ki, kimse altından kalkamayacak ve kaidelere uyacak. Hatta ehliyetini dahi alacaksınız.”(Cüneyt Koryürek’le Söyleşi-Nilgün Sarar Tuncay )…Hayat böyledir işte; geldik, gidiyoruz.

19 Ocak 2008 Cumartesi

Tevfik Serdar Anadolu Lisesi’nin Semender Dergisi

M.NİHAT MALKOÇ

Türkiye’de ne dergiler geldi geçti kültür sanat hayatından. Bunların bir kısmı kalıcı olsa da, çoğu matbuat mezarlığındaki yerini aldı. Öyle de olsa hepsi yayınlandıkları sürece hayatımıza renk ve ahenk kazandırdılar. Dergiler bir mektep gibidir. Bu mekteplerde yetişiyor kalem erbapları. Onun içindir ki yayın hayatına başlayan her dergi beni heyecanlandırır.

Geçenlerde Tevfik Serdar Anadolu Lisesi’nin dergisi elime geçti. Daha doğrusu bu okulun Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenlerinden değerli arkadaşım Hasan Çelik dergiyi bana gönderdi. Büyük bir ilgi ve heyecanla derginin sayfalarını çevirmeye başladım. Fakat daha evvel, derginin ismi dikkatimi çekti. Dergiye “Semender” adını koymuşlar. “Semender” sözlükte “Semendergillerden, uzun gövdeli, dört bacaklı, kuyruklu, kertenkeleye benzeyen, birçok türü bulunan bir hayvan (Salamandra)… Ateşte yanmadığına, hatta ateşi söndürdüğüne inanılan efsanevî hayvan…” anlamlarına karşılık geliyor. Hayli ilginç bir isim bulmuşlar. Kanaatimce bu kelimenin yukarıdaki anlamlarından ikincisi onları etkilemiş, onun için bu adı tercih etmişler. “Ateşte yanmamak, ateşi söndürmek” anlamları kelimeyi çekici kılıyor.

İsimlere fazla takılıp kalmamak gerekir. Fakat şahsen bu ismi tuttum, iyi düşünülmüş… Derginin kapağını açtığımızda Semender’in Genel Yayın Yönetmeni Hasan Çelik’in “Sunuş” yazısıyla karşılaşıyoruz. Bu yazıda derginin bu ayki içeriğinden bahsediyor. Öncelikle şunu söyleyeyim ki elimdeki nüsha, derginin ikinci sayısı oluyor. Birinci sayısından haberim olmadı. Olsun, yine de bu kıymetli dergiyi tanımakta geç kalmış sayılmam.

Derginin ilk sayfasında Tevfik Serdar Anadolu Lisesi’nin Marşı’nı görüyoruz. Şunu söyleyim ki okul marşı biraz dağınık geldi bana. Daha derin ve derli toplu bir marş olabilirdi. Fakat bugüne kadar böyle gelmişse bunun üzerinde konuşmak bize düşmez. Dergide Atatürk’le ilgili yazılara, üniversite ve meslek tanıtımlarına rastlıyoruz. Bu arada okulun daha çok 11. sınıf öğrencilerinin şiirlerine yer verilmiş. Şiirleri okuyunca çocuklarda şiirsel bir altyapının olduğunu gördüm ve gelecek adına sevindim. Tarihle ilgili bölümde yer alan “Bedeli Çanakkale’de Ödenecek” başlıklı gerçek hikâye okunmaya değer…

“Semender” dergisi bahsi geçen okulun öğrenci ve öğretmenlerince, ortak akılla hazırlanıyor. Yani öğrencilerin dergiye katkısı büyük… Zaten öğrencinin desteklemediği, yazılarıyla beslemediği bir derginin anlam ve önemi de yoktur. Bu dergide benim Derecik İlköğretim Okulu’ndan öğrencim olan Ensar Kılıç da aktif olarak görev yapıyor. Ensar geçen ay “İnsan Hakları” konulu şiir yazma yarışmasında Trabzon birincisi olmuştu. Ben de, bir başka öğrencim ikinci olduğu için ödül törenine gitmiştim. Öğrencimi ödülünü almak üzere törene götürmüştüm. Derecik İlköğretim Okulu’ndan öğrencim olan Ensar’ın bu şiir yarışmasında birinci olduğunu orada öğrenmiş ve çok mutlu olmuştum. İnsan haklarıyla ilgili bu şiir de derginin orta sayfalarında yer alıyor. Ensar’dan gelecekte güzel eserler bekliyoruz.

Semender dergisinin ilerleyen sayfalarında eğitici, öğretici, eğlendirici sayfalar da var. Dergide başta edebiyat öğretmenleri olmak üzere, öğretmenlerin de birbirinden güzel yazı ve şiirleri yer alıyor. Bunlar arasında Dilek Daş’ın tiyatro konulu denemesini, Hülya Çolak, F. Buket Pehlivan’ın şiirlerini, Kemal Hindistan’ın mektubunu ve Hasan Çelik’in hikâyesini özellikle zikretmek istiyorum. Bu arkadaşlarımız yazı ve şiirleriyle öğrencilere güzel bir model oluyorlar. Özellikle değerli arkadaşım, gayretli ve maharetli insan Hasan Çelik’in öyküsünü çok beğendiğimi, özgün bir anlatımı olduğunu söylemek istiyorum. Hasan Bey gibi bir öğretmeni olan okulun sırtı yere gelmez. Her okula bir Hasan Çelik lazım.

Son yıllarda Trabzon’da pek çok okul dergisi çıkıyor। Semender de bunlardan birisi… Trabzon Tevfik Serdar Anadolu Lisesi Kütüphanecilik ve Kültür Edebiyat Kulübü tarafından çıkarılan Semender dergisi, içeriği ve sayfa düzeni kalitesiyle okul dergileri arasında dikkatleri üzerine çekiyor. Dergiler için önemli olan devamlılıktır. Temennim odur ki Semender dergisi kalıcı olsun. Ömrü saman alevinin ömrü gibi kısa olmasın.

17 Ocak 2008 Perşembe

Âh Hiç Bitmesin Horoz Şekerim!...

M.NİHAT MALKOÇ

Ne güzeldi köyümün kirlenmemiş yağmurlarında ıslanmak… Bütün kaygılardan azade, sokaklarda akşama kadar topraklarla hemhal olmak… Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp aydınlığa ‘merhaba’ demek, gönül kapılarını ve göz kapaklarını ardına kadar açarak hayata sımsıkı sarılmak, gökkuşağını hayallere yorgan eylemek… Ne güzeldi, âh ne güzeldi.

Çocukluğumun düşleri şimdi kâbusa dönmüş. Gönül nağmelerinde çığlıklar kol geziyor. Yılların sancıları yüreğime sermiş kurşundan ağır postunu. Şefkatli elleriyle saçlarımı tarayan rüzgârlar ne çabuk fırtınaya dönüşüp yüzümü tırmaladı!... Kapkara yalnızlıklar gönül göğümü esir aldı. Yaşamın girdabında dönüp duruyor zaman çarkının dişlileri. Ben o dişliler arasında kıymık kıymık olmuşum. Çocuk uykularım kuşların yakuttan kanatlarında çoktan semaya havalanmış, şimdi gece yarılarından sonra bile kapanmıyor yorgun gözkapaklarım. Çamurdan yaptığım atların toynakları tırmalıyor uykularımı. Sığındığım gül bahçelerinde şimdi acı bir barut kokusu kırıyor burun direklerimi.

Tüyden hafif anlık kederlerim kurşundan ağır tasalara dönüştü. Rüzgârlarla yarışan hayallerim şimdi vadilerin yamacında sislere gömülmüş. Uyku tadındaki sevinçlerin hayali cihan değiyor şimdi. Kendi kendime aynalarla söyleşmek yeni çıktı. Kendimden çok uzakta çocuk hayallerimle avunuyorum zamanın tenhasında. “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası / Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası” bercestesini şimdi daha iyi anlıyorum. Hayat gösterdi o acımasız yüzünü. Şiddetli rüzgârlara rağmen ayakta durmak için yere sağlam basıyorum. Çocukluğumda biriktirdiğim sevgileri bugünün nefretlerine panzehir yapıyorum. Düşüyorum ayrılıkları sevginin doyumsuz hazzından. Zulmün önünde bir kale gibi durmaya çalışıyorum. Sadece sevginin ve aşkın önünde eğiliyorum.

Sevgi ağacının dallarını kıran bu sert rüzgârlar tanıdık değil. Kuşlar çoktan başka memleketlere göç etmiş. Bu dermansızlıkla ben nereye göç edeyim. Çocukluğumun hayalleri yerini hakikatlerin deryasına bırakmış. Bu deryada ancak iyi yüzücüler hayatta kalabilir. Hapishaneler varmış fikirlerin dört duvar arasına mahkûm edildiği. Nerden bilebilirdim düşüncenin zaman zaman zehirli bir yılan kadar tehlikeli olabileceğini? Ve beni belleğimden ısırıp peşinden sürükleyeceğini… Bilemezdim, bilemedim ta ki bildirilene dek…

Dal uçlarında patlayan tomurcukların doğum sancısı baharlara serenattı. Gönül arabalarını çeken kısraklar haramilere eğmezdi boyun. Gökyüzünden payıma düşen yıldızlara şimdi çok uzağım. Gül bahçelerindeki dikenler güllere uzanan ellerimi kanattı. Salıncaklarda sallayıp uyuttuğum ve büyüttüğüm kutlu düşlerim şimdi darağacına mahkûm… Artık kimse tutmuyor hücreleri can çekişen buruşuk ellerimi. Kimse ciddiye almıyor pembe hayallerimi.

Tek kanatla uçulmuyor mavi göklere. Dalları bulutlara değen ihtiras ağacının kökleri çoktan kurudu. Şimdi dokunsalar hüngür hüngür ağlayacağım. Çocuk gönlümü hatıralarla dağlayacağım. Yaşlı yüreğimde her harf, her kelime ateşten bir ok gibi batıyor zerrelerime. Sevgi ırmaklarından kan akıyor hoşgörü okyanuslarına. Kuş masallarını dinlemiyor aç kurtlar. Kelebeğin ömründen daha uzun değil solgun dudakları süsleyen ve besleyen tebessümler…

Tefe koyup zehirli naralarla çalıyorlar bizi. Eskiden kalma bir yağmurun altında ıslanıyor şekerden düşlerimiz. Sonbaharın kamçısı yaralıyor yorgun bedenimizi. Gözlerden düşen ateşli bir gözyaşı gamzelerimizde buharlaşıyor. Her geçen gün büyüyor bizi bir gün yutacak içimizdeki o derin boşluk. Neşe ağacında korku ve tasa çiçekleri açıyor kış ortasında.

Gölgemin yetişmekte aciz kaldığı ten mülkü, şimdi gölgenin kurşundan ağırlığında eziliyor। Işıl ışıl parlayan gözbebeklerim artık kepenklerin çekileceği elemli günü bekliyor. Bu son demlerde tasanın yasası işletiyor hükmünü. Hüzzam makamındaki türküler hatıraları çağırıyor geçmiş zamandan. Pencereden gözlenenler, pencereden gözlüyor hiç gelmeyecek yolcuları. Oysa horoz şekerimin tadı hâlâ damağımda. Demek henüz ölmedim, şükür hâlâ yaşıyorum. Ne olur Rabbim her tasayı çekerim, hiç bitmesin o şirin horoz şekerim!...

12 Ocak 2008 Cumartesi

Divan Edebiyatını Sevdiren Adam: İskender Pala

M.NİHAT MALKOÇ

Çok köklü bir geleneğin kültür hayatımıza yansımasıdır Divan edebiyatı… Asırları aşıp günümüze ulaşan bu gür ses, hâlâ yankılanmaya devam ediyor. Müzeye kaldırılan edebiyat, müzenin kapılarını zorlayarak hayata akmak için zaman ve zemin kolluyor. Bu hususta ona kılavuzluk edecek gönül insanlarının himayesini umuyor ve bekliyor.

Altı yüz yıllık bir süreci kapsayan ve edebiyat âleminde kendine köklü bir yer edinen Divan edebiyatına, Türk edebiyatının en şöhretli araştırmacılarından biri olan Fuat Köprülü ‘Klasik edebiyat’ demiştir. Çünkü klasik “üzerinden çok zaman geçtiği hâlde değerini yitirmeyen, türünde örnek olarak görülen” anlamlarına gelen bir kelimedir. Köprülü’nün klasik dediği edebiyat da bu hususiyetleri taşımaktadır. Gerçekten de her açıdan klasikleşmiş bir edebiyattır. Bu edebiyat bütün olumsuzluklara ve hayatın dışına itilme gayretlerine rağmen hâlâ dimdik ayaktadır. Bundan sonra da geleneğin izinde ayakta ve hayatta kalmaya devam edecektir. Zira bu zengin edebiyat bir kalemde çizilecek kadar basit ve sıradan değildir.

Son dönemlerde Divan edebiyatını yaşatmak için ciddi gayretler sarf edilmektedir. Bu gayreti gösterenlerin başında Prof. Dr. İskender Pala gelmektedir. Yakın zamanlarda isminden sıkça söz ettiren edebiyat araştırmacılarından biri olan İskender Pala, mazinin tozlu sayfalarında gömülü kalan Divan edebiyatını gün yüzüne çıkararak bizlere tanıtmış ve sevdirmiştir. Onun kaleminden dökülen ifadeler, geçmişe hapsedilen bu köklü edebiyatı tekrar eski güzel günlerine döndürmüş, adeta kanatlandırmıştır. Bu kıymetli akademisyen, Divan edebiyatı üzerine yazdığı birbirinden güzel kitaplarla tanınmıştır. Bu kitaplar o muhteşem edebiyatı hayatın gündemine taşımıştır. Bir zamanlar lise edebiyat kitaplarında; anlaşılmadığı için itici, ürkütücü ve sevimsiz duran gazeller, kasideler ve rubailer onun sevimli üslubuyla ve sevdirici yaklaşımıyla insanların dilinde terennüm edilmeye başlanmıştır. Bu yeni bakış açısı köklü bir değişimin ve dönüşümün ilk işaretleri olarak algılanmalıdır.

Bilindiği gibi 1 Kasım 1928’deki harf inkılâbıyla birlikte Arap alfabesine dayalı eski yazı rafa kaldırılmıştır. Böyle olunca bu alfabeyle oluşturulan milyonlarca cilt kitap da kütüphanelerin tozlu raflarına terkedilmiştir. Yeni yazı, hayatın yepyeni bir parçası olurken eski yazı topyekûn terkedilmiş ve hayatın dışına itilmiştir. Çok zengin bir kültürün bir günde terk edilmesi, terk edilirken de hiçbir önlemin alınmaması, geçmişin kültürel zenginliklerinin zayi olması neticesini doğurmuştur. Eski kültürü ve edebiyatı reddetme anlamına gelen bu uygulama milletimize pahalıya mal olmuştur. Türk milleti tarihî ve kültürel değerlerinden uzak kalmış, Batı’nın değerlerini yaşamaya ve yaşatmaya zorlanmıştır. Bu da çok kültürlülüğün getirdiği yozlaşmayı doğurmuş, fertlerin maziyle olan kültürel bağı kopmuştur.

Divan edebiyatı aslında bu milletin iftihar etmesi gereken kültürel bir zenginliği ve engin birikimidir. Şayet makul ve mantıklı hareket etseydik bu edebiyatı geleceğe taşıyabilirdik. Fakat bizler millet olarak ya çok severiz ya da topyekûn reddederiz. Bu toptancı mantık bu konuda da bizim ölçümüz olduğu için ölçüsüzlüğü beraberinde getirmiştir.

Son yıllarda Divan edebiyatının zenginliğini fark eden ve ettiren, zorbaca gasp edilen itibarını geri veren bir büyük edebiyat araştırmacısı Divan edebiyatı üzerine adeta bir güneş gibi doğmuş, onu ihya etmiştir. Bu büyük edebiyat araştırmacısı İskender Pala’dan başkası değildir. O, Türk halkına Divan edebiyatını sevdiren ve tanıtan adamdır. Divan edebiyatı sahasında kaleme aldığı onlarca eser, gölgelenen bir edebiyatı ayağa kaldırmıştır. O, şimdilerde İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Buradaki gençlere Divan edebiyatını anlatmakta ve sevdirmektedir. ‘Onun kitaplarını okuyup da Divan edebiyatına gönlü akmayan insan yoktur’ dersek sanırım abartmış olmayız.

İskender Pala’nın Divan edebiyatını gün yüzüne çıkaran kıymetli eserleri, aydınların ilgisini bu sahaya yöneltmiştir। Bu sahada yeni ve özgün çalışmaların yapılmasına vesile olmuştur. Ceddimizin edebî ve kültürel zenginlikleri onun gönül aynasından yansımıştır.

11 Ocak 2008 Cuma

Ayyuka Çıkan Müstehcenlik

M.NİHAT MALKOÇ

Milletimiz tarihî süreç içinde gelenek ve göreneklerine ve dinî inançlarına sahip çıkmış, bu doğrultuda yaşama gayreti göstermiştir. Fakat son yıllarda her şeyde olduğu gibi bu alanda da büyük bir başıboşluk ve yozlaşma emareleri açıkça görülmektedir. Modern hayat pek çok değerimizi, gelenek ve göreneklerimizi, değer yargılarımızı aşındırdı. Tanzimattan sonra devam eden süreç içerisinde dün olduğu gibi bugün de Batı’nın sadece, bize hiç de uymayan ve de lazım olmayan, yaşam tarzını almayı uygun gördük. Oysa bu alanda yeniliğe ve modernleşmeye hiç ihtiyacımız yoktu. Zira bizim değerlerimiz ve inançlarımız değişime ve dönüşüme ihtiyaç göstermeyen bütün zamanları kapsayan evrensel değer yargılarıdır.

Son dönemlerde Türkiye’de müstehcenlik almış başını gidiyor. Müstehcenlik ayyuka çıktı dersek abartmış olmayız. Müstehcenlik derken sadece kadınların giyim kuşamını kastetmiyoruz. Bu onu da içine alan, daha çok geniş bir sahayı kapsıyor. “Müstehcen” sözcüğünün yaygın anlamı “Açık saçık, edebe aykırı, yakışıksız” demektir. Bunun ölçüleri de bellidir. Bu ölçüleri koyan başta din olmak üzere gelenek ve göreneklerdir. Müstehcen kelimesi Arapça kökenlidir. Bu dildeki kökü “Hücnet” kelimesidir. Bu kökün karşılığı sözlüklerde “Soysuzluk, karışıklık, bayağılık, aşağılık, kötü davranış” olarak tarif edilir. Bunun karşısında bir kelime olan edep ise “Toplum töresine uygun davranma, incelik” olarak ifade edilir. “Edep” kelimesinin yaygın anlamı ise; “Terbiye, güzel ahlak, iyi davranış, incelik, kibarlık, utanma, örtülmesi gerekli ayıp yerler” diye tarif edilir.

Günümüzde başta televizyon, gazete ve internet olmak üzere pek çok kitle iletişim aracı; ruhları kirleten, maneviyata tuzak kuran müstehcenliğe hizmet ediyor. Bu yayın organları müstehcenliği evlerimize kadar soktu. Sokaklardaki görüntü kirliliğinden evvel, evlerimize kadar giren bu afetin bir şekilde önlenmesi ve normalleşme sürecine girilmesi elzemdir. Yoksa yarınlarımızın teminatı olan gençlerimiz çamura saplanıp kalacaktır.

Ülkemizde müstehcen yayınlar uluorta teşhir ediliyor. Gazete satan büfelerin ve marketlerin önünden geçerken bu gazete ve dergilerin çirkin görüntüsünden utanıyor insan. Umuma açık bu cadde ve sokaklardan çocuklar, genç kızlar ve erkekler geçiyor. Böyle yayınların orta yerde teşhir edilmesi, satışa sunulması yüz kızartıcı bir davranıştır. Bu milletin var olan köklü ahlakî değerlerini hiç kimse bozma hakkına sahip değildir. Bizim Batı’ya karşı tek övünç kaynağımız ahlakî değerlerimizdir. Bu cepheyi de kaybedersek onlardan ne farkımız kalacaktır. Değerlerinden uzak yaşayanların akıbetini tarih göstermiştir.

“Yasaklarla bir yerlere varılmaz” deyip duruyoruz. İkna yasaktan daha etkilidir. Buna ben de katılıyorum. Fakat ailelerin değer yargıları o kadar değişmiş ve bozulmuş ki yaşananları anormal görmüyoruz. Anormallik normalliğe dönüşünce önlem alma ihtiyacı da duyulmuyor. Bu yozlaşmanın önüne geçmek ve caydırıcı önlemler almak devlete düşüyor. Yetkili kurumlar müstehcenliğin önünü kesmek için ne gerekiyorsa onu yapmalıdır. Ahlaksızlığı ahlak ve çağdaş yaşam olarak gösterenlere fırsat verilmemelidir. Müstehcenlik hepimizin ortak sorunudur. Bu yayınların manevî tahribatı üzerinde ciddi ve tarafsız çalışmalar yapılmalıdır. Önlem alınmazsa bu ateş sadece belli kesimleri değil, hepimizi yakar.

Bu millet dış düşmanlara, fitne odaklarına, ekonomik yetersizliklere, moral çöküntüye rağmen hâlâ ayakta durabiliyorsa bunu ortak değerlerine ve inançlarına borçludur. Bu inançlar da hiçbir kesimin tekelinde değildir. Yetkili birimler müstehcenlik tehlikesini niçin görmezden gelirler? ‘Bazı çevreler ne der’ korkusuyla, yaşanan değer aşınmasını görmemek bu milletin geleceğini dinamitlemekten farksızdır. Bunu hoş görme lüksümüz yoktur.

Müstehcenlik hayatın her yerinde sinsi bir tuzak olarak karşımıza çıkıyor। Medyadaki çok renkli fotoğraflar, sosyal hayatta kişilerarası sohbetler, fıkralar, şakalar, şarkı sözleri, filmler, diziler müstehcen içerikleriyle toplumu kuşatmış vaziyettedir. Caydırıcı önlemler alınmıyor. RTÜK falan vız geliyor. Bir millet alenen manevî uçurumun eşiğine getiriliyor.

9 Ocak 2008 Çarşamba

Neler Oluyor Bize? Bize Neler Oluyor?...

M.NİHAT MALKOÇ

Millet olarak sevgi, saygı ve hoşgörümüzle tanınırdık. Dünyaya insanlığı ve gerçek medeniyeti biz öğrettik. Fakat nedense son senelerde bir garip millet olduk. Menfi bir değişim süreci geçiriyoruz. Büyüklerin küçüklere sevgisi, küçüklerin büyüklere saygısı kalmamış. Edep erkân buharlaşmış; herkes burnunun dikine gidiyor. Değerlerimiz iyice aşındı.

Gün geçmiyor ki yüz kızartıcı bir gelişmeyle karşı karşıya kalmayalım. Televizyonlar felaket haberleriyle dolup taşıyor. Çoğu kere ekranlardan bir güzel haber duymak mümkün olmuyor. Varsa yoksa şiddet, taşkınlık, gasp, adam yaralama, tecavüz, hırsızlık ve cinayet… Sinirlerim bozulacak korkusuyla televizyon seyretmeye çekiniyorum. Kanallardaki kan ve kin içerikli görüntüler psikolojimi bozuyor. “Acaba rotasını kaybeden bu millet biz miyiz?” diye kendi kendime soruyorum. Bize ne oldu? Bizi bu hale getiren sebepler nelerdir?

Sabotajlar, hırsızlıklar, kavgalar, kazalar, tecavüzler, cinayetler, bıçaklamalar, kapkaçlar… Çirkinliklerin ardı arkası kesilmiyor. İnsanlar bir türlü birbirleriyle anlaşamıyorlar. Acaba bu yalan dünyada neyi paylaşamıyoruz? Sultan Süleyman’a kalmayan dünyanın bize kalacağını mı sanıyoruz? Aldanıyoruz, hem de çok aldanıyoruz.

Birkaç gün evvel Trabzon’un Sürmene ilçesinde, tüylerimizi diken diken eden fecaatte bir hadise yaşandı. Hasan D. isimli bir baba(!), gece yarısı eşini ve altı çocuğunu kurşun yağmuruna tuttu. Netice yedi ölü, eli kanlı bir katil ve dağılan bir yuva… Olmaz böyle bir şey!... Nasıl olur da bir baba, eşinin ve altı evladının canına kıyabilir? Bu kin ve nefret neyin nesi?… Ne olmuş da iş bu noktaya gelmiş? Hangi gerekçe bu cinayeti haklı gösterebilir? Bir baba Azrail kesilip canı istediğinde evlatlarının canını alma hakkına sahip olduğu düşüncesine kapılabilir mi? Bu hakkı ona kim verir? Din mi, töre mi, mantık mı? Hiçbiri, hiçbiri!…

Yaşamak herkesin en doğal hakkıdır. Eşinle anlaşmazlık yaşayabilirsin. Evliliğin devamı için bir müddet şartları zorlarsın, olmuyorsa bu ülkenin mahkemeleri var, gider boşanırsın. Kimse kimseye katlanmak zorunda değil. Sevgi yoksa evlilik resmiyette kalır.

Sürmene kökenli bir insan olarak bu vahim hadise beni çok yaraladı. Gerçi katil Sürmeneli de değil… Fakat olay Sürmene’de yaşandığı için bu güzel şehir bir anlamda lekelendi. Aslında katilin nereli olduğu çok mühim değil. Önemli olan olayın niteliği ve neticesi… Bireysel suçlar sahibini bağlar… Ama Sürmene isminin bütün ulusal medyada bu olayla duyulması ister istemez bu şehrin imajını zedelemiştir. Bu da bizleri derinden sarsmıştır. Fakat acımızın asıl sebebi gencecik altı fidanın ve onları bugünlere getiren fedakâr bir annenin kara toprağa gitmesidir. Sürmene’nin acısı ve yası kolay kolay dinmeyecek.

Olayla ilgili anlatılanları duyunca ıstırabımız katmerleşiyor. Anlatılanlara göre cinayet Sürmene’nin Soğuksu Mahallesi’nde gerçekleşmiş. Ölen çocukların yaşları 3 ile 18 arasında değişiyor. Cinayetler evin üç ayrı odasında gerçekleşmiş. Kardeşlerinin öldürüldüğünü duyan çocuk, karyolanın altına saklansa da gözü dönmüş babanın kurşunlarından kurtulamamış. Kendini evden dışarı atan talihsiz eşi ve çocuğunu Azrail oracıkta yakalamış.

Cinayetle ilgili olarak yapılan açıklamada söz konusu kişinin daha önceki yıllarda bir akrabasını öldürdüğü için hapse girdiği, dört yıl yattıktan sonra şartlı salıverildiği belirtildi. Böyle cani kişileri topluma salmak işte böyle facialara zemin hazırlıyor. Yazık günah değil mi bu insanlara? Ömürlerinin baharında kara toprağa gittiler. Bu acıya nasıl dayanılır?

Hemen her gün bir cinnet haberiyle sarsılıyoruz. Adana’da da önceki gün iflas eden bir fırıncı cinnet getirerek ailesinden 3 kişiyi öldürmüş, ardından son kurşunu da kendine sıkarak hayatına son vermişti. 2007 yılının Ağustos ayında ise Trabzon’un Dernekpazarı ilçesinin Ulucami köyünde meydana gelen olayda Eyüp T. isimli zanlı 5 yakınını öldürerek firar etmiş ve o tarihten itibaren izini kaybettirmişti. Bunlar millet olarak iyiye gitmediğimizi gösteriyor.

Mevlana’nın ve Yunus Emre’nin torunlarına ne oldu? Yoksulluk, işsizlik, amaçsızlık mı bizi bu hale getirdi? Ne zaman bu çirkinliklerden sıyrılıp, titreyip kendimize döneceğiz?

7 Ocak 2008 Pazartesi

Hazan Hüzün Çeşmesidir

M.NİHAT MALKOÇ

Hazan ve gece, hayatın hüznü aksettiren gri yanıdır. Bu zaman dilimlerinde hüzün nöbetleri belleğimizi çepeçevre kuşatır. Sonbahar hatıralara neşter vururken, gece; aydınlık ufuklardan göz kırpan umutların önüne perde olur. Söz sükûta teslim olur kızıl şafaklarda.

Hazanla beraber gökyüzünün gülümsemesi, yerini asık ve ekşi bir surata bırakır. Mavilikler diriliğini yitirir gökkuşağında. Boşlukta kaybolur geleceğin aydınlıkları. Acılar, ayrılıklar, kayboluşlar ve ölümler yansır hazanın hüzün aynasına. Dert harmanı göğe değdirir kara başını. Ayaklarımız toprağa değdikçe alnımızın ateşi diner; yüreğin şişi iner.

Kara bulutlar tuval olur esrik duygularıma. Ben her sonbaharda ölürüm, ölümsüzlüğe kanatlanarak… Kışlar kar olup üzerime yağar. Hüzünler çığ gibi ağırlaşıp ezer cılız bedenimi. Gurbetteki ruhum sılaya varıp hesaba durunca nereye düşer gölgem? Ruhun acılar zincirine yeni halkalar ekleyen hazan, yine yapacağını yapıp hüzün coğrafyamızı karanlığa gömer.

Ah hüzün, gönlümün davetsiz misafiri!… Yüreğimin kapılarını sıkı sıkıya kilitlesem de sonbaharın kanatlarına tutunup bacadan girersin gönül malikâneme. Ne kadar değiştirsem de güzergâhımı, bütün kavşaklarda sana giden yol düşer payıma. Vuslat şiirlerinin üstüne kâbus gibi çökersin. Ama hakkını yemek de istemem, zira ilhamımı beslersin tıka basa.

Sonbaharın acılı yüzü, yere düşen yapraklarda gösterir derin çizgilerini. Bulutlar boşaltır gözyaşlarını toprağın derin çatlaklarından içeri. Aşk damlacıkları acıklı yüzüyle düşer gönül imbiğinden gamzeli yanaklara. Ateşin damlaların sıcaklığı yakar buz dağlarını bile. Ten erir bir mum misali her gece yarısı sabır nöbetlerinde. Aydınlıklar zor çıkar sabaha…

Sonbaharda güneş saklar gülen yüzünü ve dost sıcaklığını… Sonbahar yağmurları altında ağlayanların gözyaşları belli olur mu hiç? Kavurucu giryelerle birlikte toprağa düşer mi tenin ateşi? Sevda kervanları varır mı menzile seher vakitlerinde? Hasret terennüm eden şarkılardan bîzâr olur yaralı gönül… Hazanla birlikte kaybettiklerimiz yaz başlarında döner mi geriye? Bekleyiş yerini vuslata bırakır mı dersiniz? Uykusuz geceler sabaha varınca yüreğin acıları diner mi? Yoksa yeni bir intizar nöbeti nâr içine mi düşürür düşlerimizi?

İlk ve son teşrin doğumla ölüm arasındaki ince çizgiyi belirginleştirerek kaderin kedere dönüşünü hızlandırır. Tecelliler kader aynasına düşünce bizi ellerimizden tutarak solgun hatıralara götürür. Sevgi urganı uçurumun kenarında boğazımıza değil de, bileğimize sarılıp, elimizi kavrarsa hayata tutunmanın doyumsuz hazzını tadarız gönül diliyle. O zaman hazanın hüznü neşeye dönüşür ruhun sermest günbatımlarında. Yaşam bir ganimet olur ömür heybemizde. Buz gibi sabahlarda gönül şöminesinin alazlarında ısıtırız üşüyen duygularımızı. Siyah beyaz fotoğraflar, çocukluğumuzun günahsız atmosferine götürür kirlenen hissiyatımızı. Çocuk düşlerimizin masumluğunda hayata, kaybettiği derin anlamı iade ederiz.

Her sonbahar yaşlı gözlerim acının resmini çizer uzak iklimlerde bıraktığım sevgi tuvallerine. Tek renk hâkim olur resimlerin gizli diline. Ürpertilerim dağ başlarında çadır kurar, hüzünlerime komşu olurlar. Kanım damarlarımda donmamak için zor dayanır. Yürek talan edilir sevgi ve muhabbet eşkıyalarınca. Destursuzca girilir kalbim haremine. Geçmişimi boyar acemi bir ressam renklerin en siyahına. Anılar gömülür toprağın derinliklerine.

Zaman akıp gider bir ab-ı hayat misali göz pınarlarımdan. Ağaçların eteklerine düşen sapsarı yaprakları niçin hemen toplar temizlikçiler?... Niçin yaşatmazlar bize hüznün acı lezzetini? Acıları yaşamadan yürek nasıl metin olur? Demiri dayanıklı kılan ateş değil midir?

Yine bir sonbahar yangınının seherinde düşlerim ve uykularım perişan… Sonbahar hüzün sağıyor sabrın pörsümüş memelerinden। Kentin kaybolan ruhunu bulmak için düşmüşüz yollara… Darmadağın hayaller gecenin saçlarına tutunuyor. Teselli vermiyor dünden arda kalan kırık dökük altın sarısı hatıralar… Endişeler yuva yapıyor belleğimin en tenha köşelerinde. Yapraklarla birlikte neşemiz de düşüverdi çamurlu yollara. Ümitlerse aldı başını gitti açık denizlere… Şimdi sevgilinin ürkek bakışlarında dağılıyor efkârımız…

5 Ocak 2008 Cumartesi

Zevrakî’nin Kırıldı Gönül Sazı

M.NİHAT MALKOÇ

Türk halk edebiyatı henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş büyük bir kültür hazinesidir. Bu büyük kaynaktan tam anlamıyla haberdar değiliz. Bu muhteşem şiir konağında geçmişten günümüze kadar binlerce halk şairi konaklayarak on binlerce şiir söylemiştir. Bu şiirler sözlü gelenekle bugünlere geldiği için çoğu değişmiş veya kaybolmuştur. Günümüzde halk şiiri geleneği devam etse de eski ihtişamından ve özgünlüğünden çok şeyler kaybetmiştir.

Halk şiirimizin kaynakları her geçen gün kuruyor. Son dönemlerin yaşayan en büyük halk şairlerinden biri olan Akif Timurhan’ı yeni yılın ilk gününde 01 Ocak 2008’de kaybettik. “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri geleneğine hizmet eden Akif Timurhan 86 yaşındaydı. O “tahta kayık” anlamına gelen “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri tarzında eserler vermiştir.

Akif Timurhan, 1922 senesinde Gümüşhane’nin Köse ilçesine bağlı Yuvacık(Gelinpertek) köyünde dünyaya gelmiş, ömrünü o topraklarda sürdürmüştü. Şiire küçük yaşlardan itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Sanatın diğer alanlarına da ilgi duyardı. Bağlama ve kaval çalar, resim yapardı. Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerini kendi resimleriyle süslerdi. Bu resimli şiirler eski taş basma divanları hatırlatıyor bize.

Merhum Akif Timurhan’ı belki de yaşadığı acılı hayat şair yapmıştır. O, ailesinin tek çocuğuydu. Buna rağmen ailesi onu bir devlet memuruna evlatlık vermişti. Onun içindir ki biyolojik ve psikolojik anlamda anne baba sevgisinden uzak bir atmosferde yaşamak zorunda kalmıştır. Onun şiire olan meyli gördüğü bir rüyadan sonra daha da artmıştır. O, gençliğinde kendi adıyla şiirler oluşturdu, sonra halk şiiri geleneğine uyarak mahlas kullanmayı tercih etti.

Son dönem Türk halk şiirinin adı pek duyulmamış gerçek şairlerinden biri olan Âşık Zevrakî, şöhretten uzak yaşamayı tercih ettiği için kendini hep gizledi. İsteseydi, bir de geniş çevresi olsaydı adını ananların sayısı milyonları bulurdu. Fakat o, kalender bir kişiliğe sahipti. Dünyanın görünen yüzünden daha çok, görünmeyen yüzüyle ilgileniyordu. Bu yüzden günümüz gençlerinin çoğu bu önemli halk şairini tanımazlar. Şiir sahasında onun tırnağı bile olamayacak şairlerin şiirleri TRT repertuarlarında yer aldı, pek çok meşhur sanatçının albümünde seslendirildi. Zevrakî’nin şiirleri de şiirden anlayanlarca sevildi, el üstünde tutuldu. Onun şiirleri de değişik kişiler tarafından bestelendi ve okundu. Fakat bu yeterli miydi? Onun adını Gümüşhane sınırlarıyla sınırlayanlar şiire ihanet edenlerdir. Şimdi samimiyetten uzak laflar söylemenin, timsah gözyaşları dökmenin anlamı ve önemi yoktur.

O, zor şartlarda yaşadıysa da, şiir kudretini ve sermayesini paraya dönüştürmeyi hiç düşünmedi. Şiirlerindeki kalite ve harcadığı emek ona ilgi olarak yansımadı. Yani yaşadığı sürece hak ettiği ilgi ve sevgiyi maalesef göremedi. Çok yakınındakiler bile onu görmezden geldiler. Hayatı ve şiirleri hakkında yeterli çalışmalar yapılmadı. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Halk Edebiyatı alanında öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Muhan Bali bu önemli halk ozanıyla ilgili ciddi çalışmalar yapmış bir bilim adamımızdır. Onun “Gümüşhaneli Âşık Akif Timurhan (Zevrakî) (Hayatı, Sanatı, Eseri)” adlı bildirisi bu sahadaki en dikkate değer çalışmadır. Bu bildiri Gümüşhane’de sempozyumda sunulmuştur.

Âşık Zevrakî, düşünce olarak Bektaşî felsefesinden beslenmiştir. Bağnazlığı ve tek taraflı düşünmeyi aklın afeti olarak görmüştür. Akif Timurhan, Batılı ve Doğulu değerler arasında sentez yapabilmeyi becerebilen ender halk şairlerinden biridir. İnsan sevgisini ve hoşgörüyü baş tacı yapmıştır. Yunus Emre’nin ‘Yaratılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü’ mistik anlayışı onun şiir kaynaklarını beslemiş, dünyaya bakışında temel oluşturmuştur. Şiirlerinde bunun etkilerini açıkça görebiliriz. O, bu zamanın insanının kendi görüşlerini ve şiirlerini anlamayacağını, anlamak için gayret sarf etmeyeceğini söyler, bundan yola çıkarak şiirlerini iki kapak arasına almaya yanaşmazdı. O, şiiri faydalı bir uğraş olarak görürdü. Şu sözü onun şiire olan sevgi ve sadakatini göstermesi bakımından önemlidir: “Bir kişi dahi olsa, kötü bir şey yapacakken şiirimi hatırlayıp vazgeçerse, hayatım boşa gitmemiş olacaktır.”

Zevrakî mahlasıyla halk şiiri formlarında şiirler yazan Akif Timurhan’ın oturmuş bir üslubu vardır. Şiirlerindeki konular, mecazlar, mazmunlar, nazım şekilleri, dil ve söyleyiş ustalıkları güçlü bir geleneğin zirveye ulaşmış bir değerini açıkça gösterir.

Akif Timurhan’ın şiirleri hayatın aynasıdır. O, yaşananlara hiçbir zaman kayıtsız kalmamış, gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını şiirin tılsımıyla birleştirerek ifade etmiştir. Sosyal meselelere hiçbir zaman ilgisiz kalmamıştır. Son dönemde toplumda meydana gelen yozlaşmayı ve değerlerin aşınmasını yergilerine konu edinmiştir. Bunu yaparken de nükteyi elden bırakmamıştır. Düşündürürken güldürmüş, güldürürken de dokundurmuştur. Fakat eleştirilerini daha çok, yakın çevresindeki meselelere yoğunlaştırmıştır. Yani onun şiir aynası bir anlamda sınırlı mekânlara tutulduğu için görüntüler de sınırlı olmuştur. O sadece eleştirmekle kalmamış, hayat tecrübelerinden yararlanarak kurtuluş reçeteleri mahiyetinde nasihatlerde de bulunmuştur. Cehaletin bizi geride bıraktığını, o varken başka düşmana gerek kalmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Onun şu şiiri bu mânâda dikkate değerdir:

“Cehalet yüzünden geldik ne hale
Fezaya bir füze atamaz olduk
Sıratın üstüne kurarken kale
Koca Ay’da bir çöp çatamaz olduk

Fazilet ararken çıkıp fezada
Neden düştük arzda fitne fesada
Koydum ya kendimi kendim mezada
Sırf safı sarrafa satamaz olduk”

Bütün halk şiirlerinde olduğu gibi Zevrakî’nin şiirlerinde de aşk çok önemli bir yer tutar. Aşk şiirin ana kaynağıdır. Bu aşk bazen beşerî, bazen de ilâhî aşk şeklinde tecelli eder. Fakat beşerî de olsa, ilahî de olsa aşk aşktır. Aşk sevginin tutku derecesindeki tezahürüdür. Kişi bir kulu da sevse neticede onun yaratıcısına muhabbet duymuş olur. Zira kulu en güzel biçimde yaratan Allah’tır. Usta, hünerinin bilinmesinden ve takdir edilmesinden doyumsuz bir haz alır. Onun, aşkı konu edindiği şiirleri akıcı ve sürükleyicidir. Yani lirik şiirlerdir bunlar… Aşk muhtevalı bu şiirlerden birkaç dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:

“Böyle miydi sennen bizim sözümüz
Kapıyı üstüme çektin de gittin
Hüsnüne doymadan hasret gözümüz
Gül çehreni çatıp çıktın da gittin

Nöbete dikersin bir hudut gibi
Sarhoş ettin düştüm hem de dut gibi
Evim oldu tıpkı bir tabut gibi
Çiviyi kapağa çaktın da gittin.”

Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde dinî unsurlar da dikkat çekici miktarda ve düzeydedir. O, Müslümanlıkla muasırlaşmayı birbiriyle bağdaştırmış, daima bağnazlığın karşısında olmuştur. Ne olursa olsun bütün inançlara daima saygı duyulması gerektiğini savunmuştur. İnsanların her türlü düşünceye karşı tahammül göstermesini istemiş ve bunu bizzat uygulamıştır.

Halk şiirimizin son dönem ustalarının başında gelen Zevrakî yaşadıkça düşünmüş, düşündükçe tefekkür etmiş, yakın ve uzak çevresine gözlemci bir anlayışla bakmıştır. Şiirlerinde yerel değerlere ve motiflere ağırlıklı olarak yer vermiştir. Şiir ağını örerken yaşadığı doğa onu yönlendirmiş ve bir anlamda sınırlandırmıştır. O, büyük şehirlerde yaşasaydı belki de hayata bu kadar geniş perspektiften bakamaz, bu kadar hoşgörülü olamazdı. Şiir kozasını örerken Gümüşhane’nin tabiatı onun ilhamının altyapısını oluşturmuştur. Hayata şiirin penceresinden bakmış, gördüklerini mısralara söyletmiştir.

Şairler milletin gözü ve kulağıdır. Onlar daima toplumun önünde yürürler. Toplumun gidişatına yön verir ozanlar. Toplumdaki aksaklıklar herkesten çok onları üzer. Geleneğin yaşanması ve yaşatılması hususunda kendilerini birinci derecede sorumlu hissederler. Toplumun, gelenekleri bir kenara bırakıp yanlış yollara sapması, şairleri herkesten daha çok üzer. Kültürel değişim beraberinde bozulmaları ve kopmaları getiriyorsa bu, şairlerin yüreğinde dert olur. Bu anlamda Zevrakî kültürel bozulmanın sancısını çekenlerden birisidir. Onun aşağıdaki mısraları bana Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” şiirindeki ifadeleri hatırlattı:

“Sapık insan olmaktansa
Sadık köpek daha eydir
Kentte girmektense dansa
Köyde köçek daha eydir”

Âşık Zevrakî, ülkemizin gelmiş geçmiş bütün değerleriyle iftihar eder. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Gazi Mustafa Kemal’i çok seven ve onun için şiirler yazan bir halk şairidir. Bunun yanında Türkiye’nin Atatürk’ten sonra gelen ikinci adamı olan İnönü’ye de methiyeler yazmıştır. Bugünkü güzellikleri Atatürk’ten kalan miras olarak gören ozanımız Türk’ün Ata’sına olan sevgisini şu dizelerde ebedileştirmiştir:

“En mukaddes mirasıdır Mehmetçiğe sözlerin
Mevzilere hükmeder yine mavi gözlerin
Emanetin daha gür, daha zorlu, daha zinde
Yılmadan yürüyoruz Atam senin izinde
Âşık Zevrakî der bayrağına büstüne
Billahi, yâd yel bile estirmeyiz üstüne”

Akif Timurhan, şiirlerinde dünyanın geçiciliğine, kulların dünya heveslerine uyup aldandığına değinir çoğu zaman. Fakat ömür sermayesi tükenince yanıldığını anlar insanoğlu. Fakat bu noktadan sonra duyulan pişmanlığın hiç kimseye faydası yoktur. Geçen ömrü geri getirmek mümkün değildir. Zevrakî’nin “Vay Yalan Dünya” şiirinde bu hissiyata rastlıyoruz:

“Eşdikçe de vurdun taşa
Vay gidi vay yalan dünya
Emeğimi verdin boşa
Vay gidi vay yalan dünya

Kapı alçak kafamız dik
Biraz olsun eğilmedik
Alnımıza çarptı eşik
Vay gidi vay yalan dünya”

Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde halk edebiyatı unsurlarının tamamını görmek mümkündür. O, şiirlerinde heceyi ustalıkla kullanmıştır. Hecenin daha çok 11’li kalıbını tercih etmiş; bu kalıbın 6+5=11 duraklarını benimsese de bazen 4+4+3=11 duraklarına da yer vermiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım şekli ekseriyetle koşmadır. Koşmanın güzelleme, taşlama, koçaklama ve ağıt türlerinde başarılı örnekler vermiştir. Bunun yanında, yazdığı semailer ve destanlar da gerek içerik, gerekse şekil bakımından kalıcı olmaya ve övülmeye namzettir. Bu güçlü yapı uzun tecrübeler sonucunda elde edilmiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım birimi dörtlüktür. Halk şairlerinin sıkça kullandığı yarım kafiye onun da tercihidir.

Zevrakî’nin dili sade olsa da şiirlerinde zaman zaman Arapça ve Farsça kökenli kelimelere yer verdiği görülür. Bunun yanında ağız özellikleri, yöresel sözler bu güzel halk şiirlerinde kendilerine yer bulurlar. Onun kullandığı eski ve yöresel kelimeler arasında “ağyar, gümrah, güman, tazarru, naliş, dığa, liğ, gülzar, dıray, uğru, bar, buhağ, har, muhannet, ferzant, efgan, zülal, hatem, temre, ruz, keşfü raz, bünyad, cehim, sakil, leçek, kelem, tınas, fiğ, külür, köstü, ledünni, harabat, cam-ı encam, nuş, baki, nas, enval, esvab, gaffar, cebel, od, temren, visal, şakird…” ilk akla gelenlerdir. Bunlar şiire serpiştirilmiştir.

Gümüşhaneli halk ozanı merhum Akif Timurhan çok yazan bir kişiydi. Bunun içindir ki şiirlerinde zaman zaman söyleyiş ve kafiye hatalarına rastlamaktayız. Onun şiirleri binli rakamlara ulaşmıştır. Şayet bu şiirler kitap haline getirilmeye kalkılsa onlarca ciltlik bir külliyat oluşturulabilir. Bu şiirlerin tez zamanda iki kapak arasına alınması bir görevdir.

O, şiir ağını örerken teşbihten istiareye kadar hemen hemen bütün edebî sanatları kullanmıştır. Fakat bunu yaparken şiirin sadeliğinin ortadan kalkmasına, anlamın belirsizleşmesine asla müsaade etmemiştir. Halkın anlayacağı bir tarzda şiirler vücuda getirmeye gayret etmiştir. Aşağıdaki dörtlükte onun benzetmelerinden birkaçını görebiliyoruz:

“Kartala benziyor kaşların tipi
Gerilmiş üstüne bir kanat gibi
Sanarsın can alan bir cellât gibi
Sıyırmış kılıcı kından gözlerin.”

Onun şiirlerinde yer yer Karacaoğlan, Âşık Veysel havasını görmek mümkündür. Gerçi halk edebiyatı geleneğinden beslenen şiirlerin birbirine benzemesi doğaldır. Çünkü aynı kaynaktan beslenen şiirlerin farklı formlarda ve içeriklerde olması beklenemez.

Halk şiirinin son dönemine imzasını atan çok önemli simalardan biri olan merhum Akif Timurhan dünyanın boş olduğunu, ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım ölümün bir gün herkesin kapısını çalacağını söyleyerek, ölümden bütün insanların ibret almasını istiyor. Ona göre ölüm; hayatın bütün lezzetlerini acılaştırıyor. Timurhan’ın şiirlerinde en çok değinilen konu kuşkusuz ki ölüm ve ölüm sonrası hayattır. O, anne ve babasının mezar taşları için ayrı ayrı şiirler yazmış, bu şiirlerde hayata ve ölüme dair şahsî felsefesini ortaya koymuştur:

“Binde olsa anda biter
Bunun adı yaş değil mi?
Delil dersen bu taş yeter
Dünya denen düş değil mi?

Sen kendini bir ölü san
Yarın yoksun bugün varsan
Uçar tenden kaçar en son
Can kafeste kuş değil mi?”

Halk şairleri toplumsal hayatın merkezinde yer aldıkları için, insanların iyi kötü her ne varsa yaşadıklarını gerçekçi bir bakışla yansıtırlar. Onlar hayata ve insanlara tepeden bakmazlar. Halkın içinde yaşadıkları için, olup bitenleri çok iyi gözlemlerler ve şiirlerine yansıtırlar. Sözlerinin ilham kaynağı halktır. Toplumu ilgilendiren sorunlar onları da yakından ilgilendirir. Zevrakî de yaşadığı sürece kendini toplumdan sorumlu bir kişi olarak görmüştür.

1922’de Köse’de başlayan hayatı yeni yılın daha ilk gününde 01 Ocak 2008’de İstanbul’da son bulmuştur. O, 86 yıllık ömründe çok şeye şahit olmuştur. İstanbul’da Güneşli Mezarlığı’nda değil de memleketi Köse’de, baba topraklarında, memleketinin yağmurları altında defnedilseydi çok daha anlamlı olmaz mıydı? Hayatına dair muhasebeyi işlediği dörtlüklerle sözlerimi bitirirken bu büyük halk şairine Allah’tan rahmet diliyorum. Türk şiirinin başı sağ olsun. Bu kaynak hiçbir zaman kurumasın, ebediyen coşarak aksın:

“Hani malın mülkün, hani yoldaşın?
Kaldır da bir kez bak kimsesiz başın
Mor yosun bağlamış mermerli taşın
Boz baykuş konup da ötsün bir zaman

Gülmedin Zevrakî bugünde, dünde
Göçtün bu dünyadan, kime küstün de
Kök salıp kalbine, kabrin üstünde
Karanfiller güller bitsin bir zaman”

4 Ocak 2008 Cuma

Tokat’tan Gür Bir Ses: Kümbet Dergisi

M.NİHAT MALKOÇ

Dergiler kültür, sanat ve edebiyat hayatımıza renk katarlar. Her ay onları büyük bir heyecanla bekleriz. ‘Acaba bu ay kimler ne yazacak’ diye merak ederiz. Onun içindir ki ayın son günleri hiç geçmez. Her ayın ilk günleri benim en mutlu günlerimdir. Çünkü o günlerde posta kutum henüz mürekkep kokusu üzerinden gitmemiş dergilerle dolar.

Dergileri sakın hafife almayın. Onlar yeni isimlerin edebiyata kazandırılmasında önemli roller ifa ederler. Dergiler edebi hayatı canlı tutarlar. Bu hususta merhum Cemil Meriç’in çok isabetli değerlendirmeleri vardır. O, dergilerle alakalı şu çarpıcı ifadeleri söylüyor: “Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar… Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi, kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş? Merak eden yok.”( Bu Ülke, s. 100–101/İletişim Yayınları)

Şahsî kütüphanem bir gül bahçesi kadar hoş, güzel ve rengârenktir. En büyük huzuru orada bulur, nefes hükmündeki kitaplarla soluklanırım. Bu kütüphanenin en nadide çiçekleri de dergilerdir. Kitap dergiden daha kalıcı görünse de dergiler kadar çok sesli değildir. Kitap bir kişinin, bilemedin birkaç kişinin kaleminden çıkar; oysa dergilerde onlarca kalem bir arada bulunur. Bu açıdan bakınca dergilerin daha bir keyifle okunan eserler oldukları görülür.

Ülkemizde her ay onlarca dergi çıkar. Bu yayınların bir kısmı, kültür, sanat ve edebiyat dergisidir. Bunun yanında tematik dergiler de az değildir. Bizim gibi kültür, sanat ve edebiyat sevdalılarının ilgi duyduğu dergiler edebî içerikte olanlardır. Sürekli yazan bir kişi olduğum için her ay onlarca dergi takip ederim. Düzenli olarak üç beş yazım Türkiye genelindeki önemli dergilerde yayınlanır. Bunlardan hiçbir telif ücreti talep etmem. Bana sadece yayınlanan yazımın içerisinde olduğu dergiden gönderirler. Adımı dergi, gazete ve internet gibi ortamlarda görenler de yayınladıkları dergi ve kitaplardan adresime gönderirler. Bizim gibi geliri mahdut kişilere gönderilen kitaplar ve dergiler ilaç gibidir. Çoğu zaman imkânlar elvermediği için alamadığımız bu dergilerin adresimize kadar gelmesi, bizlere doyumsuz hazlar yaşatır. Bize bu sevinci yaşatanlara yeri gelmişken şükranlarımı sunuyorum. Bu şükranın lafta kalmaması için adresime gelen dergilerin değerlendirmesini yaparım.

Son günlerde çok değerli bir dergi geldi adresime. İsmini daha evvel duyduğum, ancak şimdi okuma fırsatı bulduğum bu derginin adı Kümbet… Söz konusu dergi Tokat’ta yayınlanıyor. Kümbet üç aylık periyotta çıkan bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi vasfını taşıyor. Kümbet dergisi Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği(TOŞAYAD) tarafından yayınlanıyor. Derginin sahibi aynı derneğin başkanlığını da yapan Muhsin Demirci, Genel Yayın Yönetmeni Hasan Akar, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü M. Emin Ulu… Derginin yayın kurulunda ise Türkiye genelinde tanınan Hayrettin İvgin, İsa Kayacan, Özcan Ünlü, Mehmet Nuri Yardım gibi şair ve yazarlar var. Derginin yayın danışmanları arasında Prof. Dr. Kazım Yetiş, Yahya Akengin ve Yavuz Bülent Bakiler gibi önemli isimleri de görüyoruz.

Üç ayda bir okuyucusuyla buluşan Kümbet dergisi zor şartlarda hazırlanıyor। Her sayısına bazı kişi ve kurumlar destek(sponsor)oluyor. Yani kurumsallaşmış bir yapısı yok. Çok kaliteli bir dergi olduğu içeriğinden ve görüntüsünden belli oluyor. Sanal ortamdan tanıştığım M. Emin Ulu Bey, derginin ‘M. Necati Sepetçioğlu’, ‘Mevlana’ özel sayılarını lütfedip gönderdi bana. Dergiyi elime alır almaz okumaya başladım. Çok dolu bir dergi, oku oku bitmiyor. Yazıları, sahalarında altyapısı olanlarca kaleme alınmış kitap gibi bir dergi. Bu yayının uzun ömürlü olması için onlara sahip çıkmalıyız. Kümbet’e ‘nice sayılara’ diyoruz.

Deli Dumrul’da Dede Korkut Hafifliği

M.NİHAT MALKOÇ

Türk edebiyatının şaheserlerinin başında gelir Dede Korkut Hikâyeleri… 12 hikâyeden oluşan bu eser, eski Türklerin yaşantısına ışık tutmaktadır. Bu eseri millî bir destan olarak da nitelendirebiliriz. Bu eser içerik olarak Türk milletinin millî hayatını, kültürel zenginliklerini, hissiyatını, erdemlerini, hünerlerini bir hikâye akışı içerisinde sıralamaktadır. 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başlarında yazıya geçirilen bu kıymetli metinler için Türk Edebiyatı tarihçisi Fuat Köprülü şu enteresan ifadeyi kullanmıştır: “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar.”

Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları Türk edebiyatının eşsiz metinlerinden sayılan Dede Korkut Hikâyeleri’nden biri olan “Deli Dumrul” u sahnelediler. Güngör Dilmen tarafından yazılan oyunu tecrübeli yönetmen Yücel Erten yönetti. Bu oyunda dekor Hakan Dündar, kostüm Sevgi Turgay, ışık tasarımı Yüksel Aymaz, dans düzeni Salima Sökmen, müzik Babür Tongur tarafından gerçekleştirilmiş. Bu ekipte özellikle kostümleri büyük bir başarıyla ve isabetle seçip hazırlayan Sevgi Türkay’ı kutlamak istiyorum.

Daha önce İzmir Devlet Tiyatrosu tarafından da oynanan Deli Dumrul oyununda görev alan sanatçılar kişisel özelliklerini çok iyi kullanarak başarılı bir oyun çıkardılar. Oyuncular içerisinde en çok rolü olan, oyunu adeta sırtlayan Deli Dumrul rolündeki Fatih Topçu’yu özellikle isim vererek kutluyorum. Topçu’nun sanat kumaşına iyi bir tiyatroculuk rengi hâkim… Deli Dumrul’u çok iyi yansıttı izleyenlere. Elif rolündeki Şebnem Dokurel, diğer rollerdeki Ufuk Şener, M. Ceyhun Gen, M. Fatih Dokgöz, Zeynep Ekin Öner, Erşan Utku Ölmez, Sinem Şahin, Birkan Görgün, Elif Şeker Saka, Duygu Dokgöz, Başak Anat, Aslı Artuk Şener, Şevki Çepa, Kadri Özcan, Aynur Yılmaz, Gizem Gen, Duygu Ertan, Melike Şivil, Serdar Kurutçu gibi isimler rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler. Dede Korkut hikâyelerinin en önemlilerinden biri olan Deli Dumrul’da şu olay anlatılmaktadır:

“Duha Koca oğlu Deli Dumrul, bir kuru çayın üstüne köprü diker, geçenden 30 geçmeyenden 40 akçe alır. Bunun sebebini de erliğinin, yiğitliğinin yayılması olarak açıklar. Köprünün etrafında birinin ölmesi üzerine Deli Dumrul, bu yiğidin canını alan Azrail’in gelip kendisiyle savaşmasını ister. Bu başkaldırı üzerine Allah, Azrail’i Deli Dumrul’un canını alması için yollar. Deli Dumrul, Azrail’i bir türlü yakalayamaz ve Allah’ın birliğine iman eder. Bir can getirmesi şartıyla canı bağışlanacak olur. Yakın çevresinden can diler. Annesi de, babası da can vermeyi kabul etmez. Artık öleceğine inanan Deli Dumrul, karısıyla helalleşmeye gider. Karısının kendisine canını vermesini istemesi üzerine Allah’a “Ya ikimizin canını da al, ya ikimizi de yaşat.” der. Allah ikisine de 140’ar yıl ömür verir. Öte yandan çocuklarına can vermeyen anne ve babanın da canını alır.”

Dede Korkut Hikâyeleri’nde Dede Korkut çok önemli bir isim olarak yer alır. Dede Korkut bu hikâyelerin ne kahramanıdır, ne de yazarıdır. O, hikâyelerde sık sık ortaya çıkan, arabulucu ve özlü sözler söyleyen bir Türk bilgesidir. Fakat bu oyunda Dede Korkut’u çok hafif bir karakter olarak sunmuşlar seyircilere. Dede Korkut bir kişinin sırtına binmiş, onun sözlerini kendisini taşıyan kişi yansıma şeklinde tekrar ediyor. Bu durum belki seyirciyi güldürüyor ama Dede Korkut gibi halkın muhayyilesinde ulvileşmiş bir destan bilgesini ucuz komedi malzemesi haline dönüştürüyorlar. Bunu hoş karşılamadım. Etrafımdaki seyirciler de bu hafifliği Dede Korkut’un kişiliğiyle ve tarihî misyonuyla bağdaştıramadıklarını söylediler.

Günümüzde ağır içerikli oyunlar seyirci tarafından tercih edilmiyor। Tiyatro seyircisi gülmek istiyor. Onun içindir ki günümüzde yönetmenler oyunlarına, özgün metinlerde olmasa da, zaman zaman gülmece unsurları katıyorlar. Fakat bunun dozu kaçınca iş çığırından çıkıyor. Bu tiyatroda bir oyuncunun dilini bir karış çıkarıp köpek rolüyle yerlerde sürünmesini eşref-i mahlûkat olan bir insan olarak hazmedemedim. Bu, oyunun gereksiz bölümlerinden biriydi. Bütün eksik ve olumsuz yanlarına rağmen “Deli Dumrul” benden geçer not aldı.

1 Ocak 2008 Salı

Bir Tiryakinin Son Sözleri

M.NİHAT MALKOÇ

Sigarayla dostluk kurduğum ilk günler her şey ne kadar da güzel görünmüştü bana. Şunu itiraf edeyim ki aslında sigaradan keyif filan da almıyordum. Çevremde sigara tüttürenlerin cakasına kurban oldum da denebilir. Sanki o laneti içince büyüyordu insanlar… Çevremizdekiler onlara daha farklı bakıyordu. Büyük olmanın alâmeti gibi algılanıyordu sigarayı ağızda tutmak, öylece konuşmak… Etraftaki kızlara hava atmanın yolu da sanki sigaradan geçiyordu. Bu duygularla ellerim titreyerek, cebimde biriken bozuk paraları büfeciye uzattım. Filtresiz bir Bitlis istemiştim burma bıyıklı, sert mizaçlı adamdan. Paketi uzatırken de küçümser bakışlarla baştan aşağı süzmüştü beni. Bu benim sigaraya adım atışımın ilk merhalesiydi. Yaşım kemale ermediği için gerçekleri göremiyordum.

Uzun süre özentiyle paket taşıdım mintanımın cebinde. Duman içerisinde olmaktan hoşlanmasam da, nikotini canım çekmese de kendimi, büyüdüğümü onunla ispat etmeye çalışıyordum. ‘Ben asla tiryaki olmam’ diye de kendimi ve çevremi sözde rahatlatıyordum. Gerçekten de bu melun maddeye alışacak gibi görünmüyordum. ‘Ben asla sigaraya alışmam’ iddialı düşüncesine sahiptim. Tiryakilik ve bağımlılık kavramları havsalamdan uzaktı. Dumanını içime çekince boğulacak gibi oluyordum. Öksürüğüm etraftan yankılanıyordu. Onun içindir ki dumanı ağzımda biriktirip üflüyordum. ‘Ben dudak tiryakiliğinden öteye gitmem’ diyordum kendi kendime. Tiryakilik hikâyelerine de içten içe gülüp geçiyordum.

Geçen zaman çok şeyi değiştirdi hayatımda. Kokusundan nefret ettiğim sigara, hayatıma iyiden iyiye girmeye başladı. Sigaraya bakışımda köklü değişiklikler oldu. Artık onsuz yapamıyordum. Gösteriş merakıyla başladığım bu illet, kanıma girmişti. ‘Sigarayı yakan aslında kendini de yakar’ düşüncesi ilk gençlik yıllarımda bana uzaktı. Fakat geçen zaman bana bunu gösterdi. Her sigara yakışımda biraz da sağlığımı, umutlarımı, kendimin ve sevdiklerimin geleceğini yakıyordum. Fakat bunun farkına vardığımda artık çok geç olmuştu. Çünkü zamanla roller değişmiş, ilk yıllarda kontrolümde olan sigara, beni kontrol altına almıştı. İnanmak istemesem de ben bir tiryakiydim. Üstelik dudak tiryakisi filan da değil…

Gençliğimde kuş gibi çıktığım yokuşlar zamanla kâbusum olmuştu. Üç katlı apartmanın merdivenlerini çıkınca komaya giriyordum. Gece öksürükleri ve hırıltıları sadece eşimi değil, komşuları da rahatsız ediyordu. Nefes darlığı çekmeme rağmen bu kötü arkadaştan birkaç gün üst üste ayrı kalamıyordum. Zihnimden eski bir şarkının ‘ne seninle ne sensiz” dizesi geçiyordu hep… Dost sandığım sigara, beni dik yokuşlarda yapayalnız ve çaresiz bırakıyordu. Fakat tuzağına düşürmüştü beni bir kere. Hayatımın bir parçası olmuştu. Sapsarı olmuştu inci gibi bembeyaz dişlerim… Yürürken bacaklarım, yazarken ellerim, okurken dudaklarım titriyordu. Sabahları kalktığımda ağzımda hep bir acılık hissediyordum.

Geçen zaman aleyhime işliyordu. Sigarayla süren yirmi yıllık zorunlu birlikteliğim beni hayat yolunda yaya bırakmıştı. Doktora gitmiş, tedaviye başlamıştım. Doktor; çektiği akciğer röntgenimi bana göstermiş, mevcut durumu uzun uzun izah etmişti. İçimde avuç dolusu zehir saklıydı. Zifir bağlamıştı akciğerlerim. Fakat bununla da kalmamış, korktuğum başıma gelmişti. Sigaradan neşet eden akciğer kanseri hücrelerimin dengeli çoğalmasını bozmuş, adeta bir köstebek misali yuvalanmıştı. Kanser vücuda yayılıyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de kangren olan ayağım kesildi. Ben sigarayı bırakamadım, fakat sigara beni ayaksız bıraktı. Artık her geçen gün hayattan biraz daha kopuyordum. Hayata tutunacağım dallar sert rüzgârlarda kırılmış. Çok yalnızım, sevdiklerim de terk etmiş beni.

Şimdi karanlık köşe başlarında korku ve tedirginlik içerisinde ölümü bekleyen umarsız bir hayal avcısından farksızım। Artık sigarayla yollarımız ayrıldı. Fakat iş işten geçti bir kere. O, yapacağı hainliği yaptı, beni benden kopardı, başka kurbanlar seçmek için vazifesine döndü. Gençler, siz siz olun, iradenize sahip olun, o lanetlinin tuzağına düşmeyin. Onun sahte gülücüklerine kanmayın. Benim gibi kor ateşlerde yanmayın. Hadi atın elinizden onu…