21 Kasım 2008 Cuma

Anadolu Kapılarında

M.NİHAT MALKOÇ

Türk milleti şanlı ve şerefli bir maziye sahiptir. Tarih, Türk milletini nice kereler zorlu imtihanlardan geçirdi. Bu imtihanlardan hep alnının akıyla çıktı milletimiz. Bu yüce millet, dünya tarihine şanıyla, şerefiyle mal olmuştur. Sultan Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Savaşı’nı kazanarak Anadolu kapılarını Türkler’e açmıştır. O zamana kadar süren Bizans hâkimiyeti bu mukaddes cihatla son bulmuştur. Ondan sonra Anadolu’ya gönül seferleri yapılmaya başlanmıştır. Şefkat ve merhamet elçileri, gönülleri fethetmeyi öncelikli vazife saymıştır. Zira gönülleri fethetmek coğrafyaları fethetmekten daha önemli görülmüştür. İnsan âlemin özüdür. Özü bırakıp kabuk kabilinden şeylerle uğraşmak abestir.

Ecdadımızın hoşgörü ve sevgisi Anadolu’nun dört bir yanına sinmiştir. Bu içtenliği ve sıcak muhabbeti her lâhza hissedebiliriz Anadolu’nun bağrında. Anadolu’nun güzelliğini şairlerimiz de mısralarında bir gergef misali dokumuştur. Güzellikler açmıştır mısralarda. Söz konusu şairlerden Ahmedî, bu güzel diyara duyduğu hayranlığı bakın nasıl dile getiriyor:

“Tutan dizim, gören gözüm
Sensin güzel Anadolu’m
Aşkın dolu sinem, özüm
Cansın güzel Anadolu’m.

Hürmet sana, minnet sana
Seni sevmek gerek bana
Bu dünyada cennet bana
Sensin güzel Anadolu’m.”

Türkiye Anadolu; Anadolu Türkiye demektir. Taşında, toprağında şehit kanı bulunan bu topraklar, Türk’ün altın mührünü taşımaktadır. Bizans’ın çirkin yüzü kaybolmuştur artık.

Ben vaktiyle Anadolu’nun pek çok yerini gezme imkânı buldum. Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Van, Bitlis, Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Sivas, İsparta, Afyon, Tokat, Amasya, Çorum, Samsun, Giresun, Rize… gibi yerleri gezip görme şansını yakaladım. Hatta Bitlis ve Van gibi şehirlerde birer gün konakladım. Anadolu’daki insanların ilgisi ve samimiyeti beni mest etti. Bu yörelerin insanı fakir olmasına rağmen çok misafirperverdir. Onlar gönül zengini aslında. Paylaşmayı biliyorlar. Herkesin bu yörelerin sıcaklığını yerinde yaşayarak görmesini isterim. Sözü yine şair Ahmedî’ye verelim:

“Edirne’den Ardahan’a
Değişmem seni cihana
Mukaddes emanet bana
Sensin güzel Anadolu’m

Velilerin ordu ordu
Kesilmesin Rabbim ardı
Şehitler, gaziler yurdu
Sensin güzel Anadolu’m

Canım, tenim, ağzım, dilim
Baş çiçeğim, gonca gülüm
Ahmedî der has sevgilim
Sensin güzel Anadolu’m”

Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle ve Türk’üyle Anadolu bir bütündür. Bu birliği bozmak isteyenlere asla müsaade etmeyeceğiz. Aksine şer güçlere inat, daha çok kenetleneceğiz. Çapulcular bu ülkeden bir çivi bile sökemeyecek. Bu topraklar bizim kalacak.

16 Kasım 2008 Pazar

Kesişen Acı Kaderler

M.NİHAT MALKOÇ

Üç fidan kurudu gönül bahçelerinde. Üçü de çok sevildi. Arkalarından sular seller gibi gözyaşları döküldü. Tabutları on binlerin omuzlarında yükseldi. Halk akın akın cenazelerine koştu. Üçü de Karadenizliydi, üçü de müzik yapıyordu. Üçü de taze bedenleriyle girdiler kara toprağa. Hiçbirinin yüzünün buruşmasına, saçlarının ağarmasına, gözlerinin altında mor halkalar oluşmasına fırsat vermedi zaman. Toprak onları bir anne şefkatiyle kucağına aldı. Geride anneler, babalar, acılı eşler, hayranlar, yetim ve öksüz evlatlar bıraktılar. Üçünün de sazları ve sözleri yetim kaldı. Karadeniz onların acısıyla iyice hırçınlaştı. Gökler toprağa boşaldı ağlarcasına. Üçünün de ölüm sebebi aynıydı: Kanser, kanser, kanser!.... Bunlardan biri Kazım Koyuncu, öteki Osman Yağmurdereli ve sonuncusu da Erkan Ocaklı’ydı.

“Hey gidi Karadeniz/Doldu da taşamadı/ Etmiyelum sevdaluk/ Edenler yaşamadı” deyip çekip gitti Kazım Koyuncu… Kendisi daha çok Laz müziği yapıyordu. Artvinli bir aileden geliyordu. “Zuğaşi Berepe” grubunun kurucusu ve beyniydi Kazım Koyuncu… Lazca-rock yapıyorlardı. Daha sonra Gülbeyaz ve Sultan Makamı dizilerine yaptığı özgün müzikler çok beğenildi. Karadeniz ezgileri bestelerinde bütün ihtişamıyla yerini aldı. “Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti” sözü aslında çok derin anlamlar içeriyordu. O, toplum adamı idi. Sosyal meselelere duyarlıydı. İyi bir çevreciydi aynı zamanda. Trabzonspor’a gönül veren bir insandı. Hırslı ve mücadeleci bir karaktere sahipti.

2005 Haziran’ının 27’sinde uğurlamıştık Kazım Koyuncu’yu… 33 yaşında ayrılmıştı aramızdan. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde sözünü ettiği ömrün yarısı bile değil. O, üç yılı aşkın bir zamandan beri aramızda yok. Onun eksikliğini çok hissediyoruz. Bir türküsünde “Koyverdun gittun beni” diyordu. Fakat aslında o bizi koyverdi gitti bu fani dünyadan. Ölümsüzlüğe uğurlandı sevenleri tarafından. Doğduğu topraklar bağrına bastı onu.

Çernobil nerde bir Karadeniz sanatçısı varsa koparıp aldı aramızdan. Yıllarını müziğe ve genel anlamda sanata adayan bir başka Karadenizli, Trabzonlu sanatçıyı da kanser illeti aldı aramızdan. Osman Yağmurdereli’den söz ediyorum. Yağmurdereli hoşgörülüydü, güler yüzlüydü, sabırlıydı, çalışkandı, alçakgönüllüydü, hayırseverdi, yüreği insan sevgisiyle doluydu. Mütebessim bir yüzü vardı. Tombul görüntüsü onu halk nezdinde daha sempatik kılıyordu. İnsan ilişkileri çok iyiydi. Gülmesini ve insanları güldürmesini çok severdi. Babası siyasetle uğraşmıştı yıllarca. Parti başkanlığından milletvekilliğine kadar yükselmişti. O da babasının yolundan gitmeyi yeğledi. AKP’den aday oldu ve kazandı. Fakat işler hep düz gitmiyor hayatta. Milletvekili koltuğunu ısıtmadan, o heyecanı doya doya yaşayamadan henüz 55 yaşında aramızdan ayrıldı. O şimdi Aşiyan Mezarlığı’nda kıyamet sabahını beklemektedir.

Karadeniz’in müzik tahtını ellerinde tutan bu iki ismin acısı henüz dinmemişken Erkan Ocaklı’nın kanser olduğu haberini aldık. Bir anda yağ gibi erimişti Ocaklı. Kanser kolunu kanadını kırmıştı. Her geçen gün dünyadan biraz daha uzaklaşıyordu. Ve sonunda film koptu.

Karadeniz müziği bir duayenini daha kaybetti. “Oy Emine, Almanya Acı Vatan, Hapishane İçinde, Armut Dalda Asilsun, Nataşa, Rize Güzel Memleket, Ula Ula Niyazi, Mısırı Kuruttun mi, Maçka Yolları Taşlı” türküleri yetim kaldı şimdi. Beylik laf olsun diye söylemiyorum ama şu bir gerçek ki böyle sanatçılar çok az geliyor dünyaya. Kolay yetişmiyor Erkan Ocaklılar… O, 38. sanat yılında aramızdan ayrıldı. Ölene kadar müziğe devam etme konusunda kararlıydı. Öyle de oldu. Müziği hiç bırakmadı, sazı ve sözü hayatının ayrılmaz bir parçası oldu. O, yüzlerce parça bıraktı arkasında. Müziğin efendileri ona bir klip çekmeyi bile çok gördü. Orasını burasını açıp karga sesiyle arz-ı endam edenlerin peşinde koştu kameralar. Fakat Ocaklı gibi gerçek sanatçılar hep nisyan bulutları arasında günlerce vefa beklediler.

Karadeniz’in güzel insanları, Çernobil kurbanları Kazım Koyuncu, Osman Yağmurdereli ve Erkan Ocaklı yok artık aramızda. Kim bilir belki orada buluşup bundan sonraki kanser kurbanını bekliyorlardır. Allah hepsine rahmet eylesin. Nur içinde yatsınlar.

"Hakkını Helal Eyle Daha Dönmeyeceğum"

M.NİHAT MALKOÇ

Bir büyük ses daha boşluğa düştü, zaman değirmeni onu da öğüttü. Türkülerini gönül heybesine doldurup genç denebilecek bir yaşta(59) bilinen meçhule yol aldı. Karadeniz’in müzik üstadı, Karadenizlinin yürek sesi, gençliğimizi türküleriyle geçirdiğimiz Erkan Ocaklı’dan bahsediyorum.“Ağla gozlerum ağla/Ben da ağlayacağum/Senun acilaruna nasil dayanacağum” diyordu bir güzel türküsünde. Bizler onun bıraktığı boşluğu nasıl dolduracağız şimdi? Hüzünlüyüz bu yüzden, çok hüzünlüyüz. Bu yazıyı yazarken hüzün mürekkebim oldu.

O, büyük bir sesti. Karadeniz’in gelmiş geçmiş en büyük türkücüsüydü. Biz onu yaşarken anlayamadık, kıymetini bilemedik. O; sesiyle, sözüyle, beyefendi kişiliğiyle yaşadığı zamana mührünü vurdu. Onu ekrana çıkarmayanlar, sesini görmezden gelenler kına yaksın.

Onun türkülerinde hep bir hüzün vardı. Ölüm, Ocaklı’nın türkülerinin vazgeçilmez temasıydı. Pek çok türküsünde ölüm acısını sözlere ve bestelere dökmüştü. “Bu kara topraklarda ah sen yatacak mıydın?/Gönlüme doğan güneş ah sen batacak mıydın?/Ezanlar bizim için okunuyor sevgilim/Gözyaşım mezarına dökülüyor sevgilim” diyordu bir türküsünde. Türküyü söylerken o duyguları yaşıyordu adeta. Öyle ki acıdan iç çekiyordu.

Bir sonbahar hüznüyle aramızdan ayrıldı Erkan Ocaklı. Arkasında büyük bir türkü arşivi, beste mirası bırakarak… Şimdi gönlümüze düşen albümlerde solgun bir resim olarak kaldı silueti. Onun gür sesini, duyması gerekenler ne sağlığında ne de hastalığında duydu. Bir zamanlar müzik tekelini elinde tutanlar onu görmezden geldiler. Önüne engeller koydular.

Yetmişli yıllarda müzik hayatına atılan Ocaklı ‘Misiri Kuruttun mi?, Ula Ula Niyazi, Maçka Yollari Taşli’ gibi Karadeniz klasiklerine imza atmıştı. Bu türküler her yerde, her sanatçı tarafından söylenir olmuştu. O dönemlerde Trabzonspor futbolda, Erkan Ocaklı ise müzikte Anadolu ihtilalini yapmıştı. Kem gözler bunları kıskandı, görmezden geldi.

Aslen Arhavili olan, çocukluğu Maçka’da geçen Ocaklı çok gayretli ve üretken bir sanatçıydı. Ormancı bir babanın çocuğuydu. En büyük ideali doktor olmaktı. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ni bitirmişti. Müziği çok sevdiği için o alana kaydı. Çocukluğundan beri bağlama çalardı. Karadeniz müziğine bağlamayı sokan kişidir o… Hatta bu yüzden çok da eleştirilmiştir. Yaptığı plak ve albümlerin sayısını kendisi bile bilmezdi. Albümlerinin sayısı kırkın üzerindedir. 300’ün üzerinde birbirinden güzel bestesi vardır. Bunlarla birlikte altı tane filmde de oynamıştı. İki kere evlenmişti. İki çocuğu vardı.

O, türkülerinde evrensel barış mesajları vermiştir hep. Dostluk, kardeşlik ve sevgiden yana olmuştur daima. İnsanı, sevginin en ileri derecesi olan aşkın yaşattığına inanan bir kişiydi kendisi. Ondan sonraki yıllarda yeni yetme sanatçılar müziğe pek bir şey ver(e)mediler. Üstelik ses kirliliği oluşturdular. Köklü değerler sisler altında görülmez, duyulmaz oldu. Değerlerimizi kısa zamanda tükettik. Erkan Ocaklı da unutturuldu bizlere.

Çağın kâbusu kanser değerlerimizi ve değerlilerimizi koparıyor hayattan. Kazım Koyuncu’dan sonra Erkan Ocaklı da ayrıldı aramızdan. Acaba bundan sonra sırada kimler var? Olanlara kader mi diyelim bilmem. Kanser Karadeniz’in ve Karadenizlinin yakasını ne zaman bırakacak? Çernobil sonrası Karadeniz ölüm tarlasına döndü. Ölüm sebebi tek: Kanser.

Uzun süren hastalığının ardından 59 yaşında aramızdan ayrılan Ocaklı, geçen sene 40. sanat yılını, muhteşem bir geceyle kutlamıştı. Gecenin sunuculuğunu, bir süre önce vefat eden sanatçı Osman Yağmurdereli yapmıştı. Şimdi ikisi de yok aramızda. Onların yokluğu hep hissedilecek. Trabzonlular Ocaklı’nın mirasına sahip çıkacak; adını sonsuza dek yaşatacak.

“Senun acilarunlan daha gulmeyeceğum/Hakkını helal eyle daha dönmeyeceğum” diyordu bir türküsünde. Sanki helallik alıyordu. Şimdi bizler bu nakaratın ilk dizesini terennüm ediyoruz. Ocaklı’nın o güleç yüzünü çok özleyeceğiz. O, Karacaahmet’te servilerin altında sonsuz uykusuna dalacak. Trabzon hasretini yudum yudum çekecek içine. O ölse de geride bıraktığı eşsiz besteler onun adını yaşatacak. Allah rahmet eylesin. Güle güle git!…

10 Kasım 2008 Pazartesi

Şükrü Elçin'in Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Hep aynı sitem, hep aynı terane… Değerlerimizin değerini bilmiyoruz. Bu vefasızlık, bu kıymet bilmezlik devam ettikçe bu bozuk plak da çalıp duracak elbette. Hayatımız çamura batmış, kurtulacak yerde çırpındıkça daha da batıyoruz. Görsel ve yazılı medya habbeyi kubbe yapıyor, her gün abesle iştigal ediyor. Gazetelerde ciddi haber bulmak ne mümkün… Gazeteler eğitmiyor, öğretmiyor, dikte ediyor. Hayatımız ucuz, alelade magazine batmış. Yazık olsun o gazeteler için harcanan kâğıtlara. Yazık olsun o kâğıtları elde etmek için kesilen ağaçlara… Zira o gazetelerin ömrü birkaç dakikalık oluyor. Oysa gazete dediğin dolu dolu olmalı, milletinin değerleriyle beslenmeli, gün boyunca okunabilmeli…

Basına bu sitemim, değerlerimize sırtını dönmüş olmasındandır. Türk kültürünün, Türk edebiyatının çınarları ölüyor, fakat çoğu gazete ve görsel medya aracı bunları haber bile yapmıyor; haber yapanlar da iş savma kabilinden öyle kısaca değinip geçiyor. Filan artistin/aktristin sevgilisiyle küs olması, şöhretli bir kişinin boşanmanın hangi celsesinde olduğu, kimin sevgilisine ne hediye aldığı, kimin kiminle yakalandığı, kimin kimi aldattığı, kimin elinin kimin cebinde olduğu haberleri medyamızda nerdeyse tam sayfa veriliyor.

27 Ekim 2008’de, 96 yaşında ebedî âleme göçen Prof. Dr. Şükrü Elçin’le ilgili gazetelerde ne yazmış, görsel medyada neler söylenmiş diye merak ettim. Fakat keşke merak etmeseydin. Zira birkaç gazete ve birkaç kültür sanat sitesi dışında merhumdan bahseden bir yayın organına rastlayamadım. Halk edebiyatı alanında birçok eseri bulunan, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün 30 yıl başkanlığını yapan Prof. Dr. Elçin, Türk Kültürü dergisini önce yazı işleri müdürü olarak, daha sonra imtiyaz sahibi olarak yayınlamıştı. Çok kıymetli ve zengin içerikli bu derginin onlarca sayısı kütüphanemde bulunmaktadır.

Şükrü Elçin kültür hayatımız ve edebiyatımız için çok mühim bir simaydı. Onun kültür hayatımıza kazandırdığı eserlerin adlarını sıralamaya kalksak sayfalarımız yetersiz kalır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1939 yılında bitiren Elçin, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün de kurucusuydu. Halk edebiyatı ondan sorulurdu. Bu alanda çok kıymetli eserler kaleme almıştır. “Türk Halk Edebiyatına Giriş” adlı eseri, benim olduğu gibi, bu alanla ilgilenen herkesin başucu kitabıdır. Bu eseri 1984 yılında Türkiye İş Bankası Halk Bilim Büyük Ödülü’nü kazanmıştır.

Merhum Şükrü Elçin, Balkan kökenli bir aileden geliyordu. 1912 senesinde Batı Trakya’da dünyaya gözlerini açmıştı. Pek çok insan gibi o da edebiyata şiirle başlamıştı. İlk kitabı “Şair Bozuntuları” adını taşıyordu. Bu, Niyazi Hicran’la ortak yazılmış bir şiir kitabıydı. Kitabın adı büyük yankı bulmuştu. Aslında o, güzel şiirler kaleme almış; fakat şiire devam etmemiştir. Kanaatimce şiire devam etseydi bugün parmakla gösterilecek bir şair olurdu. Zira yazdığı şiirlerdeki derinlik ve duygu yoğunluğu beni bu düşünceye götürüyor.

Elçin, ilk göz ağrısı şiirden sonra halk edebiyatına ilgi duymuş, bu alanda akademik çalışmalar yapmıştır. Halk edebiyatı sahasında tartışmasız bilge bir insandı. 1982 yılından beri emeklilik hayatı yaşıyordu. Fakat o çalışmalarına hız kesmeden evinde devam ediyordu. Hem eser yazıyor, hem de eser yazanlara rehberlik ediyordu. Sayfalarımıza sığmayacak kadar çok olan eserleri arasında şunları sayabiliriz: “Şair Bozuntuları (şiirler, 1932), Yirmidört (şiirler, 1944), Kerem ile Aslı Hikâyesi (1949), Anadolu Köy Orta Oyunları (araştırma, 1964), Türk Bilmeceleri (1970), Ali Ufkî/ Mecmua-i Saz ü Söz (1976), Adalar Destanlar (şiirler, 1978), Halk Edebiyatına Giriş (inceleme, 1981), Âşık Ömer (inceleme, 1987), Yeni Türk Nesir Antolojisi (1987), Türkiye Türkçesinde Ağıtlar (1990), Yurt Duyguları (1990)…”

Şükrü Elçin Cumhuriyetten önce doğmuş, koca bir tarihi gözlemleyerek yaşamış görkemli ve eşsiz bir çınardı. O; pek çok bilgiyi okuyarak değil, bizzat gözlemleyerek ve yaşayarak edinmişti. O, canlı bir tarihti. Nice başbakanlar, cumhurbaşkanları, ihtilaller görmüştü. Onun kaybı nice hatıranın toprağa karışmasına sebep oldu. Allah rahmet eylesin.

7 Kasım 2008 Cuma

Martin Luther King'den Barack Hussein Obama'ya...

M.NİHAT MALKOÇ

İnsan aslında ilahî imtihana mazhar olduğu için ve Allah tarafından muhatap kabul edildiği için değerlidir. Dünyanın gözbebeği kabul edilen ve onca nimetle ödüllendirilen insanlar sadece takva yönüyle birbirinden üstündürler. Allah’ın emir ve yasakları konusunda hassasiyet gösterme esas ölçüdür. “Üstünlük takvadadır”(Hucurat 49/13) ayeti de bu gerçeği dile getirmiyor mu? Durum bundan ibaretken insanlar birbirlerine üstünlük taslamak için renklerini, makamlarını ve zenginliklerini üstünlük sebebi saymışlardır.

İslamiyet evrensel bir din ve mesaj olduğu için onun ahkâmı bütün insanlığı kuşatmıştır. İslam bazı kesimlerin kendilerini üstün sayması ve bir kısım insanların birbirine haksız tahakküm etmesi konularında kesin hükümler vererek bu meseleyi kökünden halletmiştir. Dinimizde renklerin, dillerin, sosyal ve ekonomik durumların farklılığı üstünlük veya horlanma sebebi sayılmamıştır. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz (sav) Veda Hutbesi’nde: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Hepiniz Adem’densiniz, Adem ise; topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten sakınanınızdır. Arap’ın Arap olmayana, hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” buyurmuştur. Bu sözler İslam’ın insan haklarına bakışını en veciz biçimde ifade etmektedir.

Dünya tarihinde ırkçılık her dönemde görülmüştür. Amerika’da ırkçılık daha düne kadar önemli bir sorundu. Bundan sonra belki ABD’de ırkçılık sorun olmayacaktır. Çünkü ABD tarihinde ilk kez bir siyah adam Beyaz Saray koltuğuna oturuyor. Bu ABD tarihinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü siyahlar bu topraklarda çok çirkin muamelelere muhatap oldular. 1619’da Afrika’dan Amerika’ya köle diye getirilen siyahlar ilk kez 1830 yılında oy kullanma hakkına sahip oldular. O da erkekler… Beyazlar hep birinci sınıf, siyahlar da hep ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Köle diye alınıp satılan siyahlar, beyazların hizmetinde bulundu hep… Öyle ki bir otobüste beyazlardan biri ayaktaysa siyah renkli kişinin oturma hakkı yoktu. Siyah tenli kişi yerini beyaz tenliye vermek mecburiyetindeydi. Buna muhalif olan ve yerini bir beyaza vermemekte ısrar eden siyah kadın Rosa Park sırf bu yüzden tutuklanmıştı.

1964 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazanan ABD’li siyah rahip, Amerikan yurttaş hakları hareketi önderi Martin Luther King, siyahların tüm dünyada ve özellikle ABD’de haklarının korunması için büyük mücadele vermiştir. King, 1969 yılında henüz 39 yaşındayken bir suikasta kurban gitmiştir. Onun “Bir Rüyam Var” adlı konuşması çok meşhurdur. Bu konuşmadan aldığım bir bölümü ilginize sunuyorum: “Bugün diyorum ki dostlarım, şu anın getirdiği güçlüklere ve engellemelere rağmen bir rüyam var benim. Bir rüyam var: Gün gelecek bu ulus, ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak; Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Bir rüyam var: Gün gelecek eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var: Gün gelecek Mississippi Eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var: Gün gelecek dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” Ne yazık ki bu konuşmanın bedeli ve bu rüyanın yorumu ölüm olmuştur.

1969 yılından bugüne 39 yıl gibi uzun bir zaman geçti. ABD Başkanlık seçimlerindeki iki adaydan biri olan Barack Hussein Obama, ABD’nin ilk siyah başkanı oldu. Böylelikle “Benim Bir Rüyam Var” diyen insan hakları savunucusu Martin Luther’in rüyası da gerçek oldu. Bir yanı Kenyalı, bir yanı Amerikalı, ailesinin bir yanı Müslüman, bir yanı Hıristiyan olan Obama, ABD’ye çok yakıştı doğrusu. Şimdi ABD’de yaşayan siyahların yerinde olmak isterdim. Bir zamanlar aşağılanan siyahlar şimdi başları dik gezebilecekler ABD sokaklarında. Obama gibi siyah tenli birisinin ABD’de tabandan tavana yükselişi demokrasinin ve ABD’nin zaferidir. Bundan sonra iş Obama’ya düşüyor. Başarılı olmasını temenni ediyorum.