17 Temmuz 2008 Perşembe

Büyük Türk Milliyetçisi Atatürk

M.NİHAT MALKOÇ

Ölmek, bedenen dünyadan ayrılmaktır. Vücudumuzun hammaddesi olan et ve kemiğin aslında pek bir değeri yoktur. Çünkü bütün varlıkların kendilerine ait vücutları vardır. Bu, bizim hayvanlarla olan ortak vasfımızdır. Oysa insanı değerli kılan ve ölümsüzleştiren ruhtur. Allah ruhumuza değer vererek bizi muhatap kabul ediyor. Düşünme, doğruyla yanlışı ayırt etme kabiliyeti olarak tanımladığımız muhakeme, bizi biz yapan değerlerin başında gelir. İnsan, muhakeme gücüne sahip olduğu için kâinatın özüdür; her şey ona nispetle anlam kazanır. Onun için bedenin dünyayla irtibatını kesmesi, maddeden ölüm olarak görülse de gerçek ölüm adımızın, sanımızın unutulmasıdır. Dünyadayken savunduğumuz fikirlerle insanların gönlünde yer edinebilmişsek bu ölümsüzlüğün kapısını açar biz fânilere…

Ölümsüzlüğe kanatlanan, Türk tarihinin ölmez kahramanlarından biridir Atatürk!…. Atatürk, maddeden aramızdan ayrılalı on yıllar oldu. Fakat O, yaşarken ne kadar gündemdeyse bugün de en az o kadar gündemdedir. Onu, vefakâr Türk milleti unutmadı. Bundan sonra da hep diri kalarak gündemden düşmeyecektir. Çünkü onun savunduğu değerler, insanlığın temel dinamikleriydi. İnsanlık var oldukça bu ilkeler hayatımıza yön verecektir. Gazi, milletinin maddî ve manevî hususiyetlerini çok iyi biliyordu. Hiçbir sosyolog onun kadar milletinin sosyal vasıflarına vakıf değildi. O nedenle kısa zamanda çok büyük yol kat etmiştir. Milletini çok seven Atatürk, halkıyla bütünleşmişti. Milletini hor ve hakir görmemişti. O, Türk halkının bütün özelliklerini şu ifadeleriyle yansıtmıştır:

“Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihî bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medenîâlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır...”

“Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.”
“Türk kuvvet ve zekâsının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur.”
“Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir... Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”

“Türk, esirlik kabul etmeyen bir millettir.”

“Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
“Türk’ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.”
“Türk milleti güzel her şeyi her medenî şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, her şeyin üstünde takdir ettiği bir şey varsa o da kahramanlıktır.”

“Bizim milletimiz, vatanı için, hürriyeti ve egemenliği için fedakâr bir halktır.”

“Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.”

Atatürk, gerçek Türk milliyetçisiydi. O, milliyetçiliği kafatasının şekli boyutunda basit ve ilkel bir anlayışla ele almamıştır. O, milliyetçilikte ait olma bilincini esas almıştır. Türk oluşunu en büyük övünç kaynağı olarak görmüştür. Bunu şu sözüyle dile getirmiştir:

“Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklük’ten başka bir şey değildir.”

Türk Milleti, İslâmiyet’ten evvel de, sonra da üstün bir ahlâk üzere yaşamıştır. Asalet bu milletin kanında vardır. Pek çok millet tek Tanrı inancını reddedip putlardan medet umarken Türkler tek Tanrı inancını esas alarak inandıkları yüce kudrete “Gök Tanrı” ismini veriyorlardı. Müslümanlığın kabulüyle mevcut asaletleri imanın nuruyla daha da inkişaf ederek bugünkü şeklini aldı. “Alp” idiler, “Alperen” oldular. Bu yeni durum onları daha da güçlü kıldı. Anadolu’nun fethi ve İslamlaşması bu “alperen” ruhunun üstün eseridir.

Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların insanların yeteneklerinde değişimler oluşturduğunu ve bazı ırkların ötekilerden üstün olduğunu savunan anlayışa “ırkçılık” diyoruz. İnsanları derilerinin rengine göre beyaz, siyah, sarı, esmer ve kızıl olarak ayıran bu anlayış, nerden bakarsanız bakın, sakattır. Öte yandan inançla ırk kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Türkler Müslüman olduktan sonra milliyetlerini değiştirmediler. Zaten milliyet irsî bir kavramdır; ne sonradan elde edilebilir, ne de değiştirilebilir. Nasılsa öyle kalır. Bunun yanında insanın milletini sevmesi çok tabiîdir. Hiç kimse milletini ve milliyetini sevip kabullenmekle suçlandırılamaz. Yeter ki başka milletleri ve milliyetleri tahkir etmeyelim. Dinle milliyeti birbirine karıştırmak, yanlış sorulan bir soruya doğru cevap verilmesini beklemek kadar abestir. Din ayrı, milliyet ayrıdır. Birinin varlığı ötekine engel değildir.

Lâyık olunmayan kuru övgü ve hamaset büyük milletlerin şiarı değildir. Övünmek için de övgüye lâyık olmak gerekir. Mazide donup kalmak ve geçmişle övünüp durmak geleceğe hiçbir katkı sağlamaz. Çok şükür ki ecdadımız, arkasında büyük bir manevî miras, şan ve şeref bırakmıştır. Onun için ne kadar övünsek azdır. Lâkin maziden günümüze ulaşan bu değerleri tüketmemeliyiz. Onlara yeni başarı halkaları eklemeliyiz. Ancak o zaman milliyetimizle iftihar etme hakkına sahip oluruz. İnsanlar milliyetlerini inkâr etmemelidir. Bu bizim hüviyet cüzdanımız hükmündedir. Türklüğün esas olduğunu, milliyetimizi baş tacı etmemiz gerektiğini söyleyen Atatürk, bu mevzûyu kendi üslûbunca şöyle dile getiriyor:

“Bu memleket tarihte Türk’tü, hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”

“Türklük esastır. Bu mevcudiyeti tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde tespit edilecek Türk medeniyeti ile övünmek yerinde olur. Fakat bu övünmeye lâyık olmak için bugün çalışmak lazımdır.”

Tarihe baktığımızda liderlerin, idare ettikleri ülkelerin kaderlerini belirlediklerini görüyoruz. Yeni Türkiye’nin kurucusu, modernleşmenin öncüsü Atatürk, az zamanda çok ve büyük işler yaparak bütün dünyanın dikkatini, bir zamanlar “hasta adam” olarak nitelendirilen ve paylaşılmaya kalkışılan Türkiye üzerine çevirmiştir. Esir ve mazlum milletler de bu başarıdan esinlenmiştir. Atatürk onlara da model olmuştur. Bu harikulâde tekâmülün mimarı kendisi olmasına rağmen O, başarıyı daima milletine mal etmiştir. Hiçbir zaman bu muvaffakiyetlerden kendisine aslan payı çıkarmamıştır. “Büyük şeyleri büyük milletler yapar” diyerek milletinin azametini ön plana çıkarmıştır. Daima ekip çalışmasına inanmış ve bunu tatbikatlarıyla bizzat göstermiştir. Bu konuda söyledikleri ne kadar da manidardır:

“Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasî ve sosyal inkılâpların gerçek sahibi kendisidir. Milletimizde bu kabiliyet ve tekâmül var olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı.”

“Bu millet, kılı kıpırdamadan dava uğruna canını vermeye razı olmasaydı ben hiç bir şey yapamazdım.” …“Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.”

Bugün krallar, kraliçeler, imparatorlar, dükler tarihin çöp sepetinde çırpınırken Atatürk yirmisinde bir delikanlı gibi milletinin yüreğinde ve hayallerinde yaşıyor. Çünkü O, içinden çıkmış olduğu milleti ‘koyun’, kendisini ‘çoban’ olarak görmedi. Halkıyla omuz omuza, yan yana, el ele aydınlık ufuklara yürüdü. “Ben” demedi, “Biz” dedi. Halkını ezmedi. Ne yaptıysa milleti için yaptı. O millet de bir vefakârlık örneği göstererek onun görüşlerini, manevî şahsiyetini hakkıyla yaşattı. Unutulmamalıdır ki milletinden kopuk yaşayan, halka rağmen doğru da, yanlış da olsa kendi fikirlerini tek alternatif olarak sunan despot liderler eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Onun içindir ki Atatürk, cumhuriyetle daha da büyümüştür.

Atatürk gibi gerçek bir Türk milliyetçisine sahip olduğumuz için ne kadar gururlansak azdır. Fakat bizler fert ve millet olarak onun yolundan giderek ülkemizin çağdaş medeniyet seviyesine erişmesine katkıda bulunmalıyız. Atatürk’ü sevmek ve onun izinde olduğumuzu ispatlamak hamaset dolu kuru laflarla olmaz. Bugün Atatürk üzerinden politika yürütenlerin çoğunun Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü gerçek anlamda anla(ya)madıklarını görüyoruz.

10 Temmuz 2008 Perşembe

Gürcistan İzlenimleri

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon’dan Çıktık Yola…

Diyar diyar gezmek, farklı yerler görmek, herkes gibi benim de en büyük isteğimdir. Gezmek söz konusu olunca fırsatları muhakkak değerlendiririm. Fırsatı kaza etmem. Gürcistan’a arkadaşlar tarafından gezi düzenleneceğini duyunca ben de bu geziye dâhil olmak istedim. Geziyi düzenleyenler gönül dostlarımızdı. 23 Mayıs 2008 Cuma gününün ikindi saatlerinde Trabzon’dan bir minibüs dolusu dost insanla Batum’a gitmek üzere yola çıktık. Yola çıkarken yarısı boş olan minibüs sahil şeridindeki ilçeler bir bir geçilirken doldu.

Bir zamanlar işkenceye dönüşen yolculuklar yeni yolun hizmete açılmasıyla zevk haline dönüştü. Sahiller tahrip edildi ama neticede güzel bir yol kazanılmış oldu. Sahil boyunca akşam güneşini de yanımıza alarak masmavi denizi seyrederek Trabzon’un ilçelerini birer birer geçtik. Yomra, Sürmene, Of derken Rize’ye vardık. Rize’de akşam yemeği için mola verdik. Rize’de Özel Şahika İlköğretim Okulu’ndaki dostlarımız bizi bekliyordu. Sağ olsunlar bizler için mükellef bir akşam yemeği hazırlamışlardı. Akşam yemekleri ve tatlılar yenildi. Çayın memleketinde tavşankanı Rize çayları yudumlandı. Ardından yolcu yolunda gerek deyip yola devam edildi. Gürcistan’a giden yollar hızla tükeniyordu. Bugüne kadar Rize’den öteye geçmemiş birisi olarak buradan ötesini merak ediyordum.

Artvin’in Hopa ilçesine vardığımızda Sarp Sınır Kapısı’na çok yaklaştığımızı öğrendim. Hopa’dan Sarp’a 15 dakikalık bir mesafe var. Bizler koyu bir muhabbete dalmışken arabamız kısa zaman içerisinde Sarp Sınır Kapısı’na varmıştı. Yıllardan beri adını duyduğum Sarp Sınır Kapısı’ndaydık artık. Sınır kapısına geldiğimizi gösteren en büyük emare tır kuyruklarıydı. Bu yaşa kadar hiç bu kadar tırı bir arada görmemiştim. Bu tır kuyruğu ancak sabaha doğru Gürcistan’a geçiş yapabilirdi. Tır şoförlerinin işinin ne kadar zor olduğunu bu manzarayı görünce daha iyi anladım. Adamlar sabır küpüne dönmüşler.

Sarp Sınır Kapısı’nda pasaport işlemlerimizi yapmak üzere arabamızdan indik. Yurtdışı çıkış harcı önceden yetmiş milyon olarak tahsil ediliyordu. Şimdi herkesten 15 YTL yurtdışı çıkış harcı alıyorlar. Yurtdışı çıkış harcımızı ödedik, pasaportlarımızı kontrol ettirip Gürcistan pasaport kontrol noktasına doğru hareket ettik. Sarp Sınır Kapısı hantal bir yapıya sahip… Buranın kısa zamanda modern bir yapıya kavuşturulması itibar açısından büyük önem arz ediyor. Şahsî kanaatime göre ülkelerin aynası sınır kapıları ve havaalanlarıdır. Çünkü yabancılar bu noktalarda edindiği ilk izlenimleri kolay kolay unutamıyorlar.

Türkiye-Gürcistan sınırının uç noktalarında iki önemli sembol dikkatimi çekti. Türkiye sınırının sıfır noktasında çift şerefeli güzel bir cami inşa edilmiş. Gürcü tarafındaki hâkim bir tepede de ışıklandırılmış büyük bir haç işareti dikkatlerden kaçmıyor. Bu iki sembol, iki farklı dünyayı getirdi gözlerimin önüne: İslam âlemi ve Hıristiyan dünyası… Tabii ki bizler herkesin inancına saygılıyız. Osmanlı’nın torunları olan bizler sevgiyi Yunus Emre’den, hoşgörüyü Mevlana’da miras almışız. Fakat bu iki sembol sanki birbirlerine nispet diye duruyorlar hâkim noktalarda. İki farklı dünyayla karşı karşıya olduğunuzu hatırlatıyorlar size.

Rusya’nın dağıldığı ilk yıllarda bağımsızlığını ilan eden ülkelerde çok büyük sıkıntılar yaşanmış, fakat şimdi sular durulmuş gözüküyor. Sınır kapılarında sabahlara kadar beklemeler dünde kalmış. Gürcü pasaport kontrol noktasında hiçbir zorluk yaşamadık. İlk kez bu sınır kapısından geçenlerin bilgisayara kayıt işlemleri biraz uzuyor. Onun haricinde her şey yolunda gitti. Fakat arabanın geçişi kişilerin geçişinden daha uzun sürüyor. Bizler Gürcü tarafına geçtikten sonra epey bir süre arabamızın geçiş işlemlerinin bitmesini bekledik.

Burdan yüz metre ötede Türkiye yer alıyor. Türkiye ile Gürcistan bu noktada ayrılıyor. Burada ilgimi çeken şu oldu. Gürcistan tarafına geçer geçmez çok güzel bir sahille karşılaştık. Türkiye tarafında dalgakıranlar, Gürcistan tarafında bir uçtan öbür uca uzanan kumsal… Bizim tarafın denizinin maviliği kirden, çöpten görülmüyor, Gürcü tarafı tertemiz… Bu manzara karşısında hayretimi gizleyemedim. Gürcistan’a gıpta ettim; halimize üzüldüm.

Gürcistan Topraklarında…

Arabamızın ve kendimizin geçiş işlemleri tamamlandıktan sonra Batum’a gitmek üzere Sarp Sınır Kapısı’ndan hareket ettik. Sınırın Gürcistan tarafında da uzun bir tır kuyruğu sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Fakat bu gidişle belki sabahın ilk ışıklarını beklemek zorundalar. Bu tırların tamamına yakını Türk plakası taşıyor. Sarp üzerinden sadece Gürcistan’a değil, Azerbaycan’a ve diğer Kafkas ülkelerine mal sevkıyatı yapılıyor.

Sarp Sınır Kapısı’ndan başlayıp kilometrelerce uzayan Gürcistan’a ait Gonio plajları ilgimizi çekiyor. Çoruh Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü noktaya kurulan Gonio, küçük bir sahil kasabası görünümünde… Nehrin iki yakasındaki Ahalsopeli ve Adlia, uzun bir taş köprü ile birbirine bağlanmış. Bu köylerin halkı geçimlerini çiftçilikle sağlıyorlar.

Ben Giderim Batum’a Batum’un Batağına…

Batum’a giden yolun üzerinde bize bu gezide rehberlik edecek arkadaşı arabamıza alıyoruz. Gecenin karanlığı bizi biraz daha içine çekerken ayın sönük, cılız ışığı önümüzü aydınlatmaya çalışıyor. Önümüzde bizi sanki sonsuzluğa çağıran, her tarafı ağaçlarla çevrili, gösterişli ağaçların adeta tünel görünümüne büründürdüğü uzun bir yol var. Sarp Sınır Kapısı insanların hayata ve tabiata bakışını ne kadar da değiştirmiş. Bizim yolların etrafı çıplakken Gürcü tarafın yolları görkemli ve bakımlı ağaçlarla kenetlenmiş, süslenmiş… Yol güzergâhını ağaçlandırmak nedense bizim yetkililerin aklına hiç gelmemiş. Bizim yollar Gürcistan yollarına hiç benzemiyor. Arazi yapısı da şaşırtıcı bir biçimde bir anda değişiyor. Türkiye tarafındaki engebeli arazi gidiyor, yerini dümdüz bir arazi alıyor. Yollar alabildiğine düz ve geniş… Türkiye tarafındaki keskin dönemeçlere bu coğrafyada rastlamıyoruz. Yol ilerledikçe yol kenarında sıralanan elektrik direklerinin lambalarının aydınlığı iyice belirginleşiyor.

Bize yardımcı olmak için sınıra kadar gelen rehberimiz Batum’a iyice yaklaştığımızı söylüyor. Yol kenarında genelde tek katlı, bazıları da iki katlı olan evler sıralanmış. Evlerin en büyük özelliği bahçe içerisinde olmaları… Bizdeki beton yığını çok katlı binaları yol güzergâhında göremiyoruz. Evlerin geleneksel mimarisi ve sıcaklığı görenleri cezbediyor. Betonun soğuk yüzüne burada rastlamıyoruz. Sarp-Batum arası yarım saat çekiyor ancak. Göz açıp kapayıncaya kadar Batum’da buluyorsunuz kendinizi. Batum içine çekiyor sizi.

Batum’a giden insanların ilgisini çeken üç şey var: Bunlar; boylu boyunca uzanan düz arazi, uzun ve geniş plajlar ve doğanın emsalsiz yeşilliği… Benim de ilgimi bunlar çekti doğal olarak. Karadeniz aynı Karadeniz ama Samsun’dan Hopa’ya kadar göremediğimiz plajlar sınırın hemen öte yanında başlıyor ve görenleri kıskandırıyor. Demek ki bizler denizi doldura doldura, dalgakıranları sıralaya sıralaya bugünkü sevimsiz manzarayı çıkarmışız ortaya. Denizi ellerimizle katletmişiz. Bunun başka bir mantıklı açıklaması olmasa gerek.

Batum, Acara Özerk yönetim merkezidir. Batum düz bir arazi üzerine kurulmuş sevimli bir şehir… Şehrin çok geniş cadde ve sokakları var. Aslında Sovyetlerin egemenliğindeki ülkelerde bu geniş cadde ve sokakları hep görebilirsiniz. Üç yıl kaldığım Türkmenistan’da da benzer genişlikte cadde ve sokaklar vardı. Batum cetvelle çizilmiş gibi düzgün ve planlı bir şehir. Fakat Sovyet döneminden kalma kırık dökük binalar da yok değil. Estetikten yoksun, sadece barınma amaçlı bu binalar şehre yakışmıyor. Fakat bu binalar yerlerini yavaş yavaş modern binalara bırakıyor. Batum gelecekte bir turizm kenti haline getirilecek. Şehrin doğal dokusu buna çok müsait… Anlatılanlara göre Batum’da 35 tane beş yıldızlı otel inşaatı yükseliyor. Bunların bir kısmını bizzat gördük. Değişik ülkeler bu turizm şehrine yatırım yapıyor. Fakat Batum, emsalsiz plajlarının dışında farklı bir alanda turizme hizmet edecekmiş. Duyumlarımıza göre Batum bir kumar şehri haline dönüştürülecekmiş. Zengin işadamları burada gönlünce kumar oynayacaklarmış. Türkiye’deki kumar yasağından dolayı gönlünce kumar oynayamayan kumarbazlarımız bu müjdeli haberi çoktan almışlardır.

Batum çok geniş bir arazi üzerine kurulmuş. Şehrin en güzel park ve bahçelerinde Gürcistan’ın edebiyatçılarının, sanatçılarının ve devlet adamlarının heykelleri var. Gürcistanlıların sanatçılara, şair ve yazarlara çok değer verdikleri her hallerinden belli oluyor.

Gürcistan’da Hayat…

Karadeniz’in doğu kıyısında, Güney Kafkasya’da yer alan Gürcistan’ın nüfusu beş milyon civarında. Bu, nüfus yoğunluğu olmadığı anlamına da geliyor aynı zamanda. Gürcistan’da hayat Türkiye’dekinden pek farklı değil. Ülke cumhuriyetle yönetiliyor. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinden biri olan ülkenin komşuları Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye… Ülkenin batı sınırı boyunca Karadeniz uzanıyor. Gürcistan çok eski yerleşim yerlerinden birisidir. Gürcistan tarihte İngilizler ve Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Rusya’nın en önemli isimlerinden Stalin, Gürcü asıllı devlet adamıdır. Daha sonra Stalin Gürcistan’ı işgal etmiştir. Böylece Sovyetlerin 15 cumhuriyetinden biri oldu. İlia Çavçavadze bu ülkenin edebî ve toplumsal önderlerinden biri olarak büyük saygı ve sevgi görmektedir.

Gürcistan, Sovyetlerin dağılma sürecinde bağımsızlığını ilan eden ülkelerin başında yer almıştır. Bağımsızlıktan sonra Zviad Gamsahurdiya ilk devlet başkanı olsa da daha sonra çıkan olaylar sonunda ülkeyi terk etmiş, onun yerine Sovyet dönemi siyasetçilerinden Eduard Şevardnadze devlet ve parlamento başkanı seçilmiştir. 2003’de ülkede ‘gül devrimi’ diye adlandırılan devrim olmuş, şimdiki başkan Mihail Saakaşvili halk tarafından seçilmiştir.

Gürcistan, Sovyetlerin dağılmasıyla bağımsızlığını kazansa da bu değişimden ekonomik açıdan olumsuz yönde etkilenmiştir. Enflasyon ve işsizlik artmış, ekonomi tabir caizse dengesini kaybetmiştir. Çünkü Sovyetlerin kurt siyasetçileri çıkarları gereği kendisine bağlı cumhuriyetleri birbirine bağımlı hale getirmişti. Ülkede petrol ve doğalgaz rezervleri çok düşük olduğu için kendisine bile yetmemektedir. Fakat Gürcistan’da petrol ürünleri Türkiye’deki fiyatların yarısından daha ucuz… Bunun nedeni Türkiye’deki akaryakıt vergilerinin yüksekliğidir. Gürcüler “Lari” adını verdikleri para birimini kullanıyorlar.

Gürcistan’ın İkinci Büyük Şehri: Kutaisi

Başkent Tiflis, Gürcistan’ın tartışmasız en büyük şehridir. Kutaisi Gürcistan’ın ikinci büyük şehri kabul ediliyor. Fakat Batum’un ikinci büyük şehir olduğu iddiasında olanlar da az değil. Gürcistan gezimizin ikinci ayağı Kutaisi şehri oldu. Kutaisi kentine gitmek üzere öğleye doğru Batum’dan yola çıktık. Minibüsümüz Kutaisi’ye doğru hareket etti.

Kutaisi Gürcistan’ın batı bölümünde yer alıyor. Şehrin antik adı Aeas(Aias)… Burası İmereti bölgesinin en büyük şehridir. Bu bölgenin diğer önemli kentleri, Samtredia, Çiatura, Tkibuli, Zestaponi, Honi ve Saçhere’dir. Başkent Tiflis’e Kutaisi üzerinden gidiliyor. Tiflis’e uzaklığı 221 kilometre civarında. Kutaisi’nin nüfusu 180 binin üzerinde. Oradaki Türk arkadaşların anlattıklarına göre burası Rusya zamanında ağır metal sanayiinin merkeziydi. O dönemde şehrin nüfusu altı yüz bin civarındaymış. Ruslar bu bölgeyi terk ederken fabrikaları da tahrip etmişler. Onlar gidince Kutaisi’nin nüfusu da, nüfuzu da azalmıştır.

Kutaisi Niko Nikoladze İlkokulu ve Lisesi…

Gürcistan’ın Kutaisi şehrini gezimiz sırasında buradaki Türk okullarını da ziyaret ettik. Burada bir ilkokul ve bir lise aynı binada Gürcü çocuklarına modern eğitim veriyor. Niko Nikoladze Lisesi 2004 yılında hizmete açılmıştır. Sayısal derslerin İngilizce, sözel derslerin Gürcüce verildiği okulda sınıflar 20’şer kişiden oluşmaktadır. Öğrenciler ilkokul kısmına mülakat ve imtihanla kabul edilmekte olup her yıl azami 44 öğrenci alınmaktadır. Müracaat eden öğrenciler arasından seviyesi yeterli görülmeyen veya eğitimleri sırasında başarılı olamayanlar okula kabul edilmemekte, geldikleri okula geri dönmektedirler. Okul binası önceden kiralama yöntemiyle kullanılıyordu. Daha sonra okul binasının mülkü hayırsever işadamlarının yardımlarıyla satın alındı. Okulun gelirleri giderleri karşılamadığı için Trabzonlu bazı hayırseverler okulun hamiliğini yapmaktadır.

Öğle yemeğini burada yedik. Burada Türk ve Gürcü öğretmenler dayanışma içerisinde fedakârca çalışıyorlar. Personelin çoğu Gürcülerden oluşuyor. Gürcüler özel okul kavramına pek alışık değiller. Miktarı cüzi de olsa paralı eğitime sıcak bakmıyorlar. Bu okulun öğrencilerinin en başarılıları yaz tatilinde Türkiye’ye gönderiliyor. Türkiye’de güvenilir ailelerin yanına verilip Türk gelenek ve göreneklerini, Türk dilini yaşayarak öğreniyorlar.

Bulutlarla Selamlaşan Mabed: Gelati Kilisesi

Gürcistan’ın Kutaisi şehrine gelenler Gelati kilisesi’ni görmeden geri dönmezler. Çünkü bu büyük ve önemli kilise Kutaisi ile özdeşleşmiştir. Biz de Gelati Kilisesi’ne gittik. Kilise Kutaisi şehrine epey uzak bir tepede yer alıyor. Gelati Manastırı, Kutaisi yakınlarındaki Chalcitela nehrinin aktığı vadinin üst kısmındaki ormanlık alanda kurulmuş görkemli bir yapıdır. Yüksek bir taş duvarla çevrelenmiş olan manastır, ortadaki ana kilise, çevresinde iki küçük kilise, bir çan kulesi, akademi binası ve rahiplerin ikametgâhına ayrılmış yapılardan oluşmaktadır. Edindiğimiz bilgilere göre Gelati Manastırı’nın yapımına Kral IV. David (1089–1125) tarafından 1106 yılında başlanmış; kilise 1130 yılında David’in oğlu Kral Demetrius (1125–1156) tarafından tamamlanmıştır. Gelati Manastırı aynı zamanda birçok Gürcü kralının gömü yeridir. Kral Vahtang Gorgasal’ın mezarının da bu manastırda olduğuna inanılır. Manastıra 13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başlarında yeni binalar eklenmiştir. 1510 yılındaki bir yangında zarar gören ana kilise, 16. yüzyılın ilk yarısında onarılmıştır. Manastır 18. yüzyıla kadar Batı Gürcistan’ın Katholikos merkezi olarak önemini korumuştur. Manastır 1994 yılında UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine alınmıştır.

Gelati Kilisesi, Kutaisi şehrinin tepe noktasında yer alıyor. Buradan şehri seyretmek ayrı bir keyif doğrusu… Kiliseye girerken bizleri Gürcü dilenciler karşıladı. “Turk kardaş para…” diyenler, Türkiye’deki cami önü dilencilerini hatırlattı bize. Nereye giderseniz gidin, hangi inançtan olursanız olun insan pek çok özellikleriyle aynı insan… Her yerde garibanı ve zengini var. Tezatlar bütün dünyada mevcut. Ha Türkiye, ha Gürcistan… Bir şey değişmiyor.

Gelati Kilisesi’nde bir de ayine şahit olduk. Pek çok kişi kilisede dua ediyordu. Bir kenarda toplanan genç kızlar kilise ilahileri söylüyorlardı. Kilisenin dört bir yanında mumlar yakılmıştı. Gürcü Hıristiyanlar büyük bir saygıyla Hz. İsa’nın resminin önünde eğiliyorlar, heykeline ellerini yüzlerini sürüp ondan medet umuyorlardı. Buraya gelenler kendilerini bahtiyar hissediyorlardı. Çünkü onların inancına göre Gelati kilisesinde ibadet etmek diğer kiliselere nazaran daha değerliydi. Onun için sabah akşam buraya insanlar akın ediyor. Kilisenin etrafı ormanlarla kaplı… Her taraf yemyeşil… Çimenler ortasında kalıyor kilise…

Yollar Uzayıp Giderken…

Trabzon’da da yeşilin ve ağaçların içerisinde yaşıyor olsak da Gürcistan’ın doğasının doğallığı bizi cezbetti. Yollar uzayıp gittikçe yepyeni coğrafyalar içine çekiyordu bizi. Yol kenarları ineklerle doluydu. Burada hayvancılık yaygın… Fakat profesyonelce yapılmıyor. İnsanlar sabahtan hayvanlarını dışarıya salıp akşamdan ahırlara tıkıyor. Asfaltın ortasında inekler cirit atıyor. Burası bu özelliğiyle Hindistan’ı andırıyor. İneklerin yoldan karşıya geçtiğini gören şoförler kemal-i edeple durup bekliyorlar. İneğe bile hürmet ediliyor burada.

Batum Botanik Bahçesi’nde Yeşilin Kırk Tonu…

Batum’da gezilip görülecek yerlerin başında Botanik Bahçesi geliyor. Biz de bu eşsiz mekânı gezmek için gittik. Girişte bizim paramızla 5 YTL’ye karşılık gelen bir ücret alıyorlar. Burası Acara Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim merkezi olan Batum’un kuzeyinde yer alıyor. Batum Botanik Bahçesi, Eski Sovyetler Birliği’nin en büyük botanik bahçesiydi. 111 hektarlık alandan oluşuyor. Botanik Bahçesi’nin kuruluşuna 1880’lerde Rus botanikçi Andrey Nikolayeviç Krasnov ve kardeşi General Pyotr Krasnov tarafından başlanmış. 3 Kasım 1912’de açılmış. Burada Kafkasya’ya özgü bitkilerin yanı sıra, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Güney Amerika, Himalayalar, Meksika, Avustralya kökenli 2037 bitki türü bulunmaktadır. Bunların sadece 104 türü Kafkasya’ya özgüdür. Batum Botanik Bahçesi, eskiden Gürcistan Bilimler Akademisi tarafından işletiliyordu. 2006 yılından bu yana ise bağımsız bir kurumdur.

Batum Botanik Bahçesi’ni boydan boya gezdik ama ayaklarımıza karasular indi. Fakat o tertemiz havada ciğerlerimiz tam anlamıyla bayram etti. Bu kadar değişik ve görkemli ağacı başka bir yerde görmemiştim. Gözlerimiz burada yeşile doydu. Muhteşem bir yerdi.

Akşama doğru Trabzon’dan başladığımız Gürcistan yolculuğu yine bir akşama doğru Batum’dan Türkiye’ye dönüşümüzle nihayetlendi. Bu gezinin tadı damağımızda kaldı.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Ali Püsküllüoğlu ve Sözlük Çalışmaları

M.NİHAT MALKOÇ

Daima söylerim: “Her ölüm erkendir aslında.” Hayat bütün zorluklara ve sıkıntılara rağmen yaşanmaya değerdir. Ölümü kimse sevdiklerine yakıştırmak ve yaklaştırmak istemez. Her ölüm arkasında bir enkaz bıraksa da şair ve yazarların ölümü ayrı bir yıkımdır. Çünkü onların hayran kitleleri vardır. Böyle ölümler sadece yakın akrabaları değil, ölen kişinin sahip olduğu okur kitlesini de derinden etkiler. Ölüm, bu sefer de pek çok sözlük hazırlayarak ve özgün eser vererek Türk diline hizmet eden Ali Püsküllüoğlu’nu aramızdan ayırdı. Püsküllüoğlu, bugüne kadar yirmiden fazla Türkçe sözlük yayımlamıştı.

73 yaşında aramızdan ayrılan Ali Püsküllüoğlu, 1935 yılında Adana’nın Kadirli ilçesinde dünyaya gelmişti. Ailesi çiftçiydi. Püsküllüoğlu, ilk ve orta öğrenimini Kadirli’de tamamlamıştı. Mersin Lisesi’nde sürdürdüğü öğrenimini, hastalığı nedeniyle yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Çiftçilik, gazete satıcılığı, sinema biletçiliği, avukat yazmanlığı, gazetecilik ve yayımcılık işleriyle uğraşmıştı. 1959 yılında İstanbul’da Çevre Yayınevi’ni kurmuştu. Kadirli’de “Karacaoğlan” adlı haftalık bir gazete çıkarmıştı. Türk Dil Kurumu’nda Yayın ve Tanıtma Kolu Uzmanı olarak çalışmıştı. Türkiye Radyoları’nda Türk Dil Kurumu adına “Arı Dile Doğru”, “Ana Dilimiz”, “Öz Dilimiz” programlarını hazırlamıştı.

O, Dil Derneği’nin ve Edebiyatçılar Derneği’nin kurucularındandı. İlk şiiri Kadirli’de Oba gazetesinde yayımlanan Püsküllüoğlu, “Gül Sevgili Yurdum” adlı kitabıyla 1983’te Toprak Şiir Ödülü’nü, “Zamansız” dosyasıyla 2005’te Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandı. “Öz Türkçe Sözlük” kitabı 12 Mart döneminde toplatıldı. Dilciliğinin yanında şairdi de. “Pembe Beyaz”, “Aydınlık İçinde”, “Karanfilli Saksı”, “Uzun Atlar Denizi”, “Sırtımızda Kızgın Güneş”, “Unutma Onları”, “Yaz ve Yağmur” ve “Babadat” adlı şiir kitaplarını çıkardı.

Şair Ali Püsküllüoğlu elli yıl boyunca kalemle dost yaşadı. Bu süre içerisinde şiirden araştırmaya kadar her alanda kalem oynattı. Zengin bir külliyat bıraktı arkasında. Şiirlerinde münferit duygulardan toplumsal konulara kadar her duyguya yer verdi. Onun yaşam ve ölüm konularındaki hislerini aşağıdaki dizelerde açıkça görebiliriz:

“Yaşamak süsler eklemektir sonsuz gerçeğe
Derin bir soluk almak gibi
Pencereden dışarı bakmak gibi gökyüzüne,
Bir kırlangıç uçmak gibi
Kök salmak gibi toprağa;
Ölümse, açılan bir eski zaman sandığı.”

O, şairliğiyle beraber dil ve sözlük alanındaki çalışmalarıyla da kendini kabul ettirmiştir. Sözlük çalışmalarına 1963’te başlamış ve ilk sözlüğü olan “Öz Türkçe Sözlük” ü 1966’da yayımlamıştı. Yirminin üzerinde ve çeşitli boyutta sözlükleri yayımlanmıştır. Fakat O, Osmanlıca kelimelere şiddetle karşıydı. Bununla ilgili söylediği şu sözler Arapça ve Farsça menşeli Osmanlıca kelimelere tepkisini dile getirmektedir: “İrtica, eskiyi geri getirme eylemidir. Bunu siyasal, toplumsal alandan dar bir alana, dil konusuna indirgersek Osmanlıca özlemi olarak görebiliriz. Örneğin sözlüğe kullanımdan düşmüş Arapça, Farsça sözcükleri yeniden almak da böyle bir eylem sayılmalıdır. Bir sözlük düşünün ki, daha önceki baskılarda bulunmayan Osmanlıca sözcükleri almakla yetinmemiş, buna dinsel alanda kullanılan sözcükleri de yoğun bir biçimde eklemişse, bu eyleme başka bir tanım verebilir misiniz?”

O, kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Zira sağlık sorunları yüzünden liseyi bile bitirme imkânı bulamamıştı. Türk Dil Kurumu yöneticileriyle dil konusunda birçok söz dalaşı yapmıştır. TDK sözlüklerinde Osmanlıca kelimelerin kullanılmasını eleştirse de kendisi “Türkiye Türkçesi’nin En Büyük Sözlüğü”nde “beşuş, isaf, suziş, rağm, talavet, vefiyat” gibi Osmanlıca kökenli ölü kelimelere yer vermiş; tutarlı davranmamıştır. Yine de şiirimize ve dilimize hizmetlerinden dolayı kendisine teşekkür ediyor, Allah’tan rahmet diliyoruz.

8 Temmuz 2008 Salı

Doğumunun 800. Yılında Nasreddin Hoca

M.NİHAT MALKOÇ

Türk mizahının tartışmasız en büyük ismi olarak kabul edilen Nasreddin Hoca, insanları gülmekten kırıp geçiren fıkralarıyla özdeşleşmiştir. Onunla kıyaslanabilecek başka bir mizah ustası ne Türkiye’de ne de dünyada vardır. Hoca güldürürken çok kere de düşündürür insanları. Bu açıdan bakınca ona nüktedanlığının yanında filozof da diyebiliriz.

800. doğum yıldönümünü idrak ettiğimiz Nasreddin Hoca’yı yıllar eskitememiştir. Onun mizah yönünü ön plana çıkaranlar İslamî ilimlerdeki birikimini göz ardı ediyor. Oysa O dinî bilgisi ve birikimi temayüz etmiş bir kişidir. Onun içindir ki “hoca” sıfatına layık görülmüştür. İlk gençlik yıllarında Seyyid Mahmud Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim’den dersler almıştır. Daha sonra, aldığı bilgileri “hoca” sıfatıyla öğrencilerine aktardığı söylenir. Kadılık yaptığı da ileri sürülen görüşler arasındadır. Kendisiyle ilgili bilgiler son derece azdır.

Nasreddin Hoca’nın hayatı daha çok söylentilerden ibarettir. Bu rivayetler zaman zaman olağanüstülüklere bürünmektedir. Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlâna Celâleddin ile dostluk kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yasayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü söylenir. Bazı fıkralar ona mal edilmiştir. Timur’la ilgili pek çok uydurma fıkrası vardır. Uydurma diyorum; çünkü O, Timur’la aynı asırda yaşamamıştır. Timur’dan nefret eden, onun zulmünden bıkan halk Nasreddin Hoca aracılığıyla ondan intikam almıştır. Bu fıkralardan birini dikkatinize sunmak istiyorum: “Hoca ile Timur bir gün hamamda yıkanırken, Timur: -Hoca söyle bakalım, ben bir köle olup satılacak olsam değerim ne olur? Hoca Timur’u göz ucuyla süzdükten sonra cevap verir: -Kanaatimce elli akçedir senin değerin. Timur, bu cevap üzerine öfkelenir: -İnsaf et yahu! Sadece üzerimdeki peştamal elli akçe eder. Hoca istifini bozmadan cevap verir: -Tamam işte...!”

Türk mizahının gelmiş geçmiş en büyük ismi olarak kabul edilen Nasreddin Hoca halkın içinde yaşayan, halktan bir adamdı. Onun yüksek zümre insanlarıyla ilişkisi yok denecek kadar azdır. Sanırım halkımız da kendisinden olan, kendi duygu ve düşüncelerini savunan bu bilge insanı, ortak noktalarının çokluğu nedeniyle baş tacı etmiştir. Hoca kendini halkın üzerinde gören mağrur idarecilerden uzak durmuş, onları eleştirmiştir.

Nasreddin Hoca’nın fıkralarında eşeği ayrı bir yer tutar. Onun fıkralarının dekorunda eşek birinci sırada yer alır. Hoca’yı eşeğinden ayrı düşünemezsiniz. Eşek o zamanlar vazgeçilmez bir ulaşım ve taşıma vasıtasıydı. Tabir caizse Hoca’nın eşeği Hoca kadar şöhretlidir. Aslında Hoca’nın fıkralarında eşek yergi ve alay unsuru olarak da kullanılmaktadır. Bu hayvan; ezilmişliğin, horlanmışlığın simgesidir aynı zamanda. Eşek küçük yapılıdır, görüntüsü bile insanı güldürebilecek bir hayvandır. Eşeklerin inatçılığı, ayak diremesi meşhurdur. Fakat at öyle değildir. At asaletin, yiğitliğin sembolüdür. Onun içindir ki Hoca’nın atla ilgili fıkrası yoktur. Onun eşeğini fıkralarının her yerinde görmek mümkündür.

Hoca’nın dinî altyapısı sağlamdır. İyi bir din eğitimi almıştır. Anadolu’da herkes dinî terbiyeye önem verir. Fakat bazı kişiler kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle ahkâm kesmeye kalkınca Hoca onlara haddini bildirir. Kaba softalara indirici darbeyi vurmakta tereddüt etmez. Dinî duyguları hiçbir zaman hafife ve alaya almaz. Müslümanlığı ön planda tutar.

Nasreddin Hoca’nın fıkralarında hazırcevaplık ayrı bir yer tutar. Onun mantıksız gibi görünen bazı fıkralarının ve düşüncelerinin, dikkat edildiğinde hiç de öyle olmadıkları görülür. “Ya Tutarsa” fıkrasına gülenler; piyangolardan, toto ve lotolardan medet umanlara niçin gülmezler? Onların ikramiye hususundaki düşük ihtimallerini niçin makul görürler?

Hoca Nasreddin bizim gülen ve güldüren yüzümüzdür. Çağımızda ona ve onun gibi güldüren akıl hocalarına ne kadar da ihtiyacımız vardır. Fakat onu basit komedyen kılığına düşürmemeliyiz. Çünkü O bizim inançlarımızı, medeniyetimizi ve insanî diyalektiğimizi yansıtıyor. Hoca’yı bütün dünya tanıyor. Onu daha donanımlı olarak dünya mizah pazarına taşımalıyız. Onun şöhretinden yararlanarak ülkemizin tanıtımına katkıda bulunmalıyız.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Erdem Bayazıt’ın Vedaı

M.NİHAT MALKOÇ

Ömrün hasat zamanı gelince Azrail geride kalanları hüzne boğarak vazifesini ifa ediyor. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran S. 185) hakikati muhakkak tecelli ediyor. Ölüm bir kere yaşanıyor ama tam yaşanıyor. Allah’ın en sevgili kulu Hz. Muhammed(sav) bile ölüm yolundan geçerek ölümsüzlük makamına kavuştu. Günümüz insanı ölümü soğuk ve sevimsiz buluyor. Oysa hiç de öyle değil. Ölüm aslında Mevlana’nın nitelediği gibi bir şeb-i arus(düğün gecesi) tur. Ölümü itici bulanlar; onu zihinlerden silmek, hatırdan çıkarmak için bin bir türlü yola başvuruyorlar. Fakat bu boş gayretler ölüm gerçeğini örtbas etmiyor. Ölümü başımızdan savamıyoruz. “Şimdi yapacak çok işim var, biraz eğlen sonra gelirsin” diyemiyoruz. Her gün birileri hayattan kopuyor. Bunları görmemek neyi halleder ki!...

Ölümsüz bir hayata giden yol ölümden geçiyor. Ölümsüzlük varken kim tercih eder faniliği?... İşin gerçeği bu olsa da bizler peşin hazları tercih ediyoruz. Dostlarımız elimizden kayıyor da buna müdahil olamıyoruz. İşte o dostlardan birinin ölümüne daha şahit olduk. Uzun zamandan beri kanser tedavisi gören son dönem Türk şiirinin yaşayan en büyük simalarından biri olan Erdem Bayazıt’ı âlem-i hakikiye uğurladık. Onun ölümüyle şiirimiz çok büyük bir değerini kaybetti; biraz daha eksildi bence. Şair, yazar, düşünce adamı ve eski milletvekili Erdem Bayazıt son dönem Türk şiirine damgasını vurmuş ender şahsiyetlerdendi.

Sanat hayatının 50. yılında kendisi için görkemli vefa programları yapıyorlardı. Fakat bu mutluluğu çok sürmedi. Kanser hastalığının pençesine yakalandığını o zaman içerisinde öğrendi. Bundan sonra bir daha da düzelip kendine gelemedi. Kader onu en mutlu anında acı gerçeklerle tanıştırdı. Şöhretin ve vefanın hazzını doyasıya yaşayamadan amansız hastalıkla boğuştu. Hayatında hep zorluklara göğüs germişti ve başarmıştı. Ama bu sefer ilk kez yenildi.

Erdem Bayazıt, 1970’li yıllarda yazar Rasim Özdenören, merhum Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan gibi şair ve yazarlarla “Mavera” dergisini çıkarmıştı. Yine o yıllarda “Büyük Doğu”, “Diriliş'” ve “Edebiyat” gibi dergilerde yazılar kaleme almıştı. O her dönemde mazlum milletlerin sesi olmuştu. Modern Türk şiirine geleneksel açılımlar getirmişti. Şiirlerinde yerelle evrenseli birleştirme başarısını göstermişti. İnsanî değerleri anlatmıştı.

Şair, yazar ve eski milletvekili Erdem Beyazıt, Eyüp Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Eyüp Sultan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Tabutunu sağ yanından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, sol yanından da Başbakan Recep Tayip Erdoğan omuzlamıştı. Bu hazin ve bir o kadar da mağrur görüntü beni çok duygulandırdı. Büyük şair Erdem Bayazıt şanına layık bir törenle, devletin zirvesinin de yer aldığı bir cenaze merasimiyle ebediyete uğurlandı. Bu büyük şeref her faniye nasip olur cinsten değil. O bunu hak etti; Hakk da ona nasip etti. Merhum Erdem Bayazıt’ın cenazesinde vefa en yüksek düzeyde hayatiyet buldu.

Merhum Erdem Bayazıt müteşair değil, hakiki şairdi. Son dönem Türk şiirine adını altın harflerle yazdırmıştı. Onun şiirlerinde iğreti ifadelere rastlayamazsınız. Azıcık da olsa mürekkep yalamış, aydın kişiler merhum Erdem Ağabey’i bilirler. Onun şiirlerinden en az biri pek çok kişinin hafızasında mevcuttur. Umutlarımız, özlemlerimiz, aşklarımız ve sancılarımız Bayazıt’ın mısralarında ebedileşmiştir. Duyup da ifade edemediklerimizi onun dizelerinde bulabiliyoruz. O yedi güzel adamdan(Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Hasan Seyithanoğlu, Ersin Gürdoğan) biriydi.

Erdem Bayazıt, inanmış bir adamdı. Onun içindir ki ölümü metanetle karşılıyordu. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. Çünkü ölüm dostların vuslatına vesileydi. O, ölümle, ruhun tenden ayrılışıyla ölümsüzlüğe kavuşulacağının idrakindeydi. Bu bakış açısını şiirlerine de yansıtmıştı. İyi ki yaşadı ve bizlere kıymetli şiirlerini miras bıraktı. Sözlerimi onun ölüme dair dizeleriyle sonlandırırken kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun.

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

Necla Pekolcay da Geçti Dünya Üzerinden…

M.NİHAT MALKOÇ

Güzel insanlar bizleri dünya gurbetinde yalnız koyup birer birer göçüyor. Doğumlar da devam ediyor bir yandan ama gidenlerin yerleri kolay kolay dolmuyor. Yaşlı dünyamız her geçen gün asaletinden bir şeyler kaybediyor. Yıldızlar güneşini yitirince karanlığa gömülüyor mekân… Dünyamızın yıldızları mesabesinde olan ilim ehlinin göçü, değerlerin de göçünü hızlandırıyor. Onun içindir ki âlimin göçü âlemin göçü olarak görülüyor.

Ülkemizde kadınlar yakın zamana kadar ilim sahasında çok etkin değildi. Kadınlarımız genellikle işin içinde bizzat olmak yerine erkeklerin arkasında dağ gibi duran insanlardı. Geçmişte mevcut şartları zorlayıp bir yerlere gelen kadınlara ayrı bir saygı ve hayranlık duyuyorum. Geçmişle bugün arasında köprü kuran bu güçlü kadınların sayısı çok fazla değildir. Bu kadınlardan biri de Necla Pekolcay’dı. Geçmiş zaman kipini kullanıyorum çünkü bu güçlü akademisyen kadını ne yazık ki kaybettik. O, Türk-İslam edebiyatında başlı başına bir otoriteydi. Hocaların hocasıydı kendisi… İlahiyat fakültelerindeki Türk-İslam edebiyatı kürsüsünün kurucusuydu. Kendine has metotları olan sıra dışı bir hocaydı.

Necla Pekolcay, hoş bir seda bıraktı dünyada. Bir kadının ne kadar güçlü olabileceğini, erkeklerle başa baş yarışabileceğini gösterdi. Şahsına münhasır özelliklerini saydığımız ilk kadın akademisyenlerden Doç. Dr. Necla Pekolcay 3 Temmuz 2008 tarihinde vefat etti. 83 yaşında ebediyete göçen Necla Pekolcay, ardında şanlı bir kişisel mazi bıraktı. Nice öğrenci onun rahle-i tedrisatından geçmişti. Talebeleri arasında ülkemizde önemli hizmetler gören bakanlar, milletvekilleri ve akademisyenler mevcuttur. Hatta bugünkü Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da onun öğrencisiydi. Onun öğrencileri, üniversitelerde hocalarından aldıkları bilgi ve becerileri kendi öğrencilerine aktardı. Üniversitelere yüzlerce hoca kazandırdı Pekolcay…. Kadın akdemiysen olarak da pek çok ‘ilk’e imza attı. İstanbul Üniversitesi’nden mezun olan ilk kadın filolog Necla Pekolcay’dı. Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk bayan hocalarından biriydi kendisi. Bu şeref de ona aitti.

1925’te İstanbul’da doğan Pekolcay, MEB İslâm Ansiklopedisi’nde musahhih ve yazar olarak çalışmıştı. Çeşitli ortaöğretim kurumlarında Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yapmıştı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden emekli olduğu 1992 yılına kadar Türk İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalışmıştı. Süleyman Çelebi ve Mevlid’i üzerine yaptığı çalışmalarla dikkat çeken Necla Pekolcay’ın 300’ü aşkın makalesi, 80’e yakın tebliği ve 10 kitabı bulunuyordu. Verimli olmak ve yaşadıkça üretmek buna denir.

Merhum Pekolcay, dolu dolu yaşamış, yaşadıkça ülkesi ve milleti için en güzel hizmetler sunmuş ender şahsiyetlerden biriydi. Onun hayatında boşluk kavramı yoktu. Ancak boş insanların boş zamanı olabilirdi. Uzun ömründe hiç boş zamanı olmadı onun. Zamanı en güzel işlerle ve hizmetlerle doldurdu. Ne yaptıysa kamu yararına yaptı. Yaptıklarını ve yaşadıklarını ölmeden evvel kaleme almayı çok istiyordu. Çünkü bu örnek hayat gençlere model olacak kadar dolu geçmişti. Onun içindir ki anılarını yazmayı çok istedi ve yazdı. Hatıralarını “Geçtim Dünya Üzerinden” adlı kitabında bir araya getirerek yok olmaktan kurtardı. O aramızdan ayrılsa da yaptıklarıyla ve yazdıklarıyla gönlümüzde hep olacak.

Pekolcay’ın hatıraları, bir kişinin hayatını anlatmaktan öte bir devrin acı tatlı hikâyelerine tanıklık ediyor. Necla Pekolcay hanımefendi bir röportajında hatıralarını kaleme alış sebebini şöyle izah ediyordu: “Naçiz kanaatime göre hasbelkader bazı önemli görevlere gelmiş, mühim işler yapmış veya bizim için hayatî derecede kıymetli bir kısım olaylara şahitlik etmiş insanların, hatta sıradan kişilerin hatıratları; onların şahsî hatıraları olmaktan öte kamu malı addedilmesi ve bu sebeple de mutlaka yazılı-kayıtlı olarak topluma aktarılması gereken malumat mesabesindedir. Çünkü herkesin hayatı bizden bir parçadır ve herkesteki bize ait parçayı bilmek yani kendimizi daha iyi ve sıhhatli tanımak hakkımızdır.”

Bu büyük hocanın adı, ilklerin kadınının hatırası yaşatılmalıdır. Allah rahmet eylesin.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Düğün Evinde Cenaze Hüznü Yahut Hasan Doğan’ın Ölümü

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm genç bir spor adamını aramızdan ayırdı. Türkiye Futbol Federasyonu’nun çiçeği burnunda başkanı Hasan Doğan 05 Temmuz Cumartesi günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Oysa bir hafta evvel Türk millî takımı Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Avrupa’nın ve dünyanın sayılı takımlarını diz getirerek Avrupa üçüncüsü olmuştu. Önce gruptan çıkmışlar, ardından yarı finale kadar yükselmişlerdi. Yer gök kırmızı beyaza boyanmıştı. Büyük küçük sokaklara dökülmüştük; içimiz içimize sığmıyordu. Bu başarının mimarları Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan, Teknik Direktör Fatih Terim ve yüreklerini ortaya koyan futbolculardı. Şimdi bu başarı sacayağının bir ayağını maalesef kaybettik. Avrupa’yı titreten ve adından sıkça söz ettiren takımın başkanı artık yok aramızda.

Genç yaşta ebediyete uğurladığımız Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ın Millî Takımın her gol atışında sevincini eşine sarılarak paylaştığı kareler gözlerimin önüne geliyor. O ne büyük sevinçti, o ne büyük coşkuydu yüreğinde yaşattığı, büyüttüğü?... Türkiye’nin bu turnuvada bir şey yapamayacağı, sıfır çekeceği, hatta gol atmaya bile muvaffak olamayacağı çokbilmiş spor yazarları arasında konuşuluyordu. Fakat Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan böyle düşünmüyordu. O, kırmızı beyaz formayı giyen aslan yürekli futbolcularımıza güveniyordu. Başarının geleceğine yürekten inanıyordu. Nitekim düşündüğü ve inandığı gibi oldu her şey… Türkiye bir destan yazdı Avrupa’da…

Kim derdi bu sevinç karelerinin yerini bir hafta sonra hüzün kareleri alacak. Hayat ne kadar garip değil mi? ‘Gülmenin kardeşi ağlamaktır’ diyenler ne de doğru söylemişler. Bir saat sonrasını hiç kimsenin kestiremediği bir dünyada yaşıyoruz. 52 yaşındaki bir insan hiçbir hastalığı yokken ve de en popüler olduğu bir zamanda Azrail’e teslim ediyor canını.

Merhum Hasan Doğan çok büyük heyecanlar yaşadı Avrupa Şampiyonası sırasında. Türkiye’nin başarısının hazzını bütün hücrelerinde hissetti. Fakat o heyecanların yaşandığı demlerde gelmeyen kalp krizinin, her şeyin durulduğu, sükûnete erdiği bir zamanda çıkıp gelmesi enteresan değil mi? Artık her şey bitmiş. Türkiye Avrupa üçüncülüğü koltuğuna oturmuş, her yerde düğün bayram var. Bu düğün en çok da Hasan Doğan’ın evinde yaşanıyordu. Böyle bir zamanda düğün havası dağılıyor, onun boşluğunu cenaze hüznü alıyor.

Hasan Doğan, 1956 yılında Kastamonu’nun Abana ilçesinde doğmuştu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da yapan Doğan, 1979 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra 1979-1980’de İngiltere’de lisan eğitimi almıştı. 1981-1988 yılları arasında Koç Holding bünyesindeki ‘Beldesan’ firmasında Pazarlama Koordinatörü olarak görev yapan Doğan, 1988 yılında kurucusu olduğu Ramsey’in genel müdürlüğü görevini üstlendi. Merhum Hasan Doğan evliydi ve iki çocuk babasıydı.

Hasan Doğan, Levent Bıçakçı’nın Futbol Federasyonu başkanı olduğu dönemde federasyonda başkan vekili olarak görev almıştı. Hasan Doğan’ın bu görevleri dışında, İstanbul Sanayi Odası Meclisi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Sanayi Konseyi, Boks Federasyonu Yönetim Kurulu üyelikleri bulunuyordu. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan, bunların yanında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi üyesi ve Beşiktaş Kulübü kongre üyesi olarak sporun içinde yer almıştı. Toplam 143 gün başkanlık yapan Doğan, genel kurula katılıp oy kullanan 231 delegenin 222’sinin oyunu alarak başkanlığa seçilmişti.

Hasan Doğan’ın Futbol Federasyonu Başkanı olmasından sonra futboldaki kargaşa ortamı yerini dostluk ve huzura bırakmıştı. Kısa zamanda futboldaki hizipleşmenin önüne geçmişti Herkese gül dalı uzatmıştı. Bütün kulüplere aynı mesafede durmuştu. Meydan okuma, korkutma yerine sevgi ve hoşgörüyü ön planda tutmuştu. Ülke idaresinin başındaki Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la çok iyi dost olmalarına rağmen futbolla siyaset arasına mesafe koymuştu. Futbolun politize olmasına izin vermemişti. Türk Futbolu’nun gelişmesi için eğitim hamlesi başlatmıştı. O, kısa zamanda çok şey yapmıştı. Allah rahmet eylesin.

4 Temmuz 2008 Cuma

Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine…

M.NİHAT MALKOÇ

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısını her dinlediğimde, geçen zamanın bizlerden ne çok şey kopardığını düşünürüm. Her geçen gün taze başlangıçlara zemin hazırlarken öte yandan, yaşanan an’ın da tarih olmasına yol açıyor. Geçen günler muhayyilemizde izler bırakarak zaman ötesine taşınıyor. Geçen zaman yılların harmanladığı kıymetlerimizi de koparıyor bizden. Gün geçmiyor ki bir yaprak kopmasın dalından.

Ömrün mevsimleri kişiden kişiye değişiyor. Birileri baharı yaşarken birileri kışı yaşıyor. Durum böyle olunca mevsimler de, hisler de birbirine karışıyor. Ömrünün kışını yaşayan ilk kadın bestekârımız Semahat Özdenses’in uzun bir ömrün ardından gerçek dünyasına göçü bana bu hissiyatı yaşattı. O da bütün canlıların yaşayacağı mukadderatı yaşayarak aramızdan ayrıldı. Fakat kadife sesini eski plaklarda ebedileştirerek gerçek anlamda hoş bir seda bıraktı dünyada. Onun güzel bestelerini bundan sonra da severek dinleyeceğiz.

Özdenses’in adı “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısıyla özdeşleşmişti adeta. Zaten her şairin, genel anlamda her sanatçının özellikle bir eseri kendi adıyla özdeşleşir. Lemi Atlı, Refik Fersan, Fahire Fersan gibi usta sanatçılardan ders alan Semahat Özdenses uzun bir ömrün ardından ebediyete göç etti. 4 Temmuz 2008’de ölen Özdenses 95 yaşındaydı.

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısının bestecisi Özdenses, 1913 yılında Üsküdar’da doğmuştu. Üsküdar Kız Sanat Okulu’ndaki öğrenimini müzik aşkından dolayı yarıda bırakmıştı. Uzun yıllar Ankara Radyosu’nda ses sanatçısı olarak görev yapan Özdenses’in ilk plağı “Beklerim Her Gün” adıyla 1941’de çıkmıştı. 1940 yılında bestekârlığa başlayan Özdenses, uşşak makamında “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” ve “Her mevsim içimden gelir geçersin”; hüzzam makamındaki “Dün gece mehtaba daldım” adlı şarkılarıyla adını müzikseverlere duyurmuştu. Semahat Özdenses’in babası Yüzbaşı İshak Efendi, Çanakkale’de şehit olmuştu. Özdenses 1939 yılında Yüzbaşı Faruk Ergökmen’le evlenmişti.

Özdenses’in besteleri zamana nakış nakış işlendi. Çok sevilen “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısının sözlerini Ahmet Cengizoğlu yazmıştı. Bir Semahat Özdenses bestesi olan uşşak makamındaki bu şarkıyı Bülent Ersoy, Ahmet Özhan, Müzeyyen Senar gibi sanatçılar da albümlerine almıştı. Fakat bu şarkıyı bestecisinin sesinden dinlemek ayrı bir keyif veriyor insana. Şarkının sözlerinden bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine
Hasret kaldım gözlerinin rengine
Gel mehtabım gel sevgilim gel yine
Hasret kaldım gözlerinin rengine”

Toplam 35 bestesi TRT repertuarında bulunan Semahat Özdenses’in besteleri arasında şunları sayabiliriz: “Zaman içinde ömür bir gün gibi çok kısa”, “Bitmeyen bir gecenin sabahında uyandım”, “Sensiz doğar gün batar”, “Öyle bir âh eylerim ki âh elimden âh çeker”, “Dile yâdın gelir bakınca ay’a”, “Dün gece mehtâba dalıp hep seni andım”, “Kader ayırsa bile hayâlimden gitmedin”, “Mahzûn kalbim günden güne aşkınla eriyor”, “Mızrabından dökülen nağmede kaldı bu gönlüm”, “Öyle bakma güzel gözlüm”, “Hastayım zevk u safâdan uzak”, “Gönül hasretle giryandır”, “Son hâtıranın üstüne ben hicranla eğildim”, “Uyutmaz kimseyi sensiz benim feryâd ü efgânım”.... Klasikleri içeren bu listeyi daha da uzatabiliriz.

Semahat Özdenses üç yıldan beri huzur evinde kalıyordu. Benim anladığım o ki son yıllarda vefa duygusu gelişiyor bizde. Zira geçtiğimiz yıllarda Semahat Özdenses’in adı Kadıköy Belediye Başkanlığınca Kadıköy Kültür Merkezine verilmişti. Öte yandan sanatçının Üsküdar’da ikamet ettiği sokağın adı da “Semahat Özdenses Sokağı” olarak adlandırılmıştı. Geçtiğimiz yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı da Semahat Özdenses’e ve sanatta elli yılını geride bırakanlara “Kültür Sanat Hizmet Ödülleri” vermişti. Bu, iyiye gidişin bir işareti olarak görülebilir. İlk kadın bestekârımız Semahat Özdenses’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

3 Temmuz 2008 Perşembe

Anadolu Basını Susturulmasın

M.NİHAT MALKOÇ

Basın milletin gözü, kulağı ve dilidir. Halkın göremediklerini görür, duyamadıklarını duyar, söyleyemediklerini de söyler. Bugün Türkiye’de bin 300 radyo kanalı, 360’ın üzerinde televizyon kanalı ve iki binin üzerinde de süreli yayın vardır. Bunlar çok sesliliğe zemin hazırlayarak demokrasiye hizmet ediyorlar. Fakat son zamanlarda Anadolu’da çıkan gazeteler tedirgin… Çünkü “Kamu İhale Kanunu ile Kamu İhale Sözleşmeleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” nın yasalaşması halinde, Anadolu basınının ilan gelirleri yok olacak. Bu sektörde çalışan binlerce insan var. Bunların çoğu zor şartlar altında çalışarak yaşam mücadelesi veriyorlar. Yeni kanun şüphesiz ki onların işini iyice zorlaştıracaktır.

Yeni yasa tasarısı “elektronik kamu alımları platformu” oluşturularak basın ilanlarının kaldırılmasını öngörüyor. Bundan sonra ilanlar gazetelerde yayınlanmayacak, internet ortamında ilgililere duyurulacak. Bu AB uyum yasalarıyla bağlantılı bir yenilik olarak gösteriliyor. Fakat bu, mağduriyetleri de beraberinde getirecek. Yeni kanun tasarısı görünürde çok doğal ve çağdaş bir uygulama gibi görülse de yerel gazeteler için ölüm demektir. Tasarının yasalaşması ile birlikte, kamu yatırımlarındaki basın ilanları zorunluluğu kalkacak ve yerel gazeteler en önemli gelir kaynağını kaybedecek. Anadolu’daki yaklaşık 1.300 yerel gazete kapanacak veya kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Zira yerel gazeteler Basın İlan Kurumu’ndan alınan ilanlarla ayakta durmaya çalışıyor. Ya bundan sonra ne olacak? Gazetelerin giderleri hangi kaynaklardan karşılanacak? Hiç düşündünüz mü?

Yerel basını asla küçümsememeliyiz. Ulusal basının ulaşamadığı meseleleri yerel basından öğreniyoruz. Şahsen yerel gazetelere ulusal gazetelerden daha çok güveniyorum. Çünkü ulusal gazetelerdeki tekelleşme yerel gazetelerde yok. Onun için suya sabuna dokunuyorlar. Birilerinin emir ve direktifleriyle hareket etmiyorlar. Yerel basın çok sesliliği yaşatıyor. Bundan da halk ve demokrasi kazanıyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki!...

Tükiye’nin dört bir yanında zor şartlarda ayakta kalma savaşı veren yerel gazeteler yeni yasa tasarısına haklı olarak sert tepki gösteriyorlar. Yerel gazeteler bu yeni düzenlemeye karşı gazetelerinin ilk sayfalarını kararttılar. Bütün yerel gazeteler siyahlara büründü. Gazetelerin ilk sayfasında “Gazetemi Kapatma Anadolu’yu Karartma” ifadesi büyük puntolarla yazıldı. Bu protestolara halk ve sivil toplum kuruluşları da çok destek verdi. Değişik şehirlerdeki belediyeler ve STK’lar gazeteleri toptan satın alıp halka bedava dağıttı.

Aslında Anadolu basınının susması Anadolu’nun susması anlamına geliyor. Anadolu basınını susturmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu işi bir sevda ve ideal olarak gören fedakâr gazetecilerin şevkinin kırılmaması gerekir. Şayet Anadolu basını etkisizleşirse bu millet kartel basınının insafına terkedilmiş olur. Kartelden tarafsızlık, insaf ve merhamet beklemek de ne kadar doğru bir harekettir, bu tartışılır. Bu ülkede temiz kalabilmiş basın tartışmasız Anadolu basınıdır. Yerel medyada ayak oyunlarına itibar edilmez, edilse de milletten destek görmez.

Hiç kimse Anadolu insanını yerel haberlerden mahrum bırakamaz. O gazeteleri millet sahiplendi ve büyüttü. Küçük yerlerde yaşayanlar o gazetelerin aydınlığında hayata baktılar. Kartel uydurma haberlerle geçekleri tersyüz ederken yerel gazeteler sorumlu gazeteciliğin en güzel örneklerini verdiler. İçlerinden yanlış yapanlar da çıktı ama onlar da yok olup gitti.

Devlet yerel basını susturmamalı, aksine teşvik etmelidir. Yerel basına Türkiye genelinde verilen pay, yıl itibarıyla 80 trilyondur. Yerel gazetelerin işlevini dikkate aldığımızda bunun aslında büyük bir rakam olmadığı görülür. Bu gideri kısmakla, Anadolu basınını susturmakla tasarruf edilemez. Buna hiçbir siyaset erbabı cesaret edemez. Çünkü basınla uğraşanlar hiçbir zaman iflah olmamıştır. Netice olarak Anadolu basını yetkilileri resmi ilanların kesilme tehlikesi karşısında tek vücut olmasını bilerek ilgili çevrelere sert tepkiler verdiler. Herkes aynı noktada birleşti. Bu kararlılık Anadolu basınının sesinin daha gür çıkmasını sağlayacaktır. Anadolu basını susturul(a)mayacak… Her şey düzelecek…

İnfak En Hayırlı Yatırımdır

M.NİHAT MALKOÇ

Hepimiz biliyoruz ki dünya bir imtihan salonudur. Bu salonda her gün sınanıyoruz. Fakat sınanma süresi ve sınanma şekli herkes için aynı değil. Allah herkesi aynı şartlarda imtihan etmiyor. Bazılarını yoksullukla, bazılarını hastalıklarla, bazılarını felaketlerle imtihan ediyor. Yoksulluk da bir çeşit imtihandır. Kişi sadece çalışmakla zengin olamaz. Özünde çalışmak ve gayret olsa da zenginlik bir nasip işidir. Bazıları fakirlikle imtihan edilirken bazıları da zenginlikle imtihan ediliyor. Bu anlayışla hayatımıza çekidüzen vermeliyiz.

“İnfak” nafaka verip bir kimsenin geçimini sağlamak demektir. Kişinin ailesine harcadığı da, muhtaçlara verdiği sadaka ve zekâtlar da infak kapsamına girer. Bizler dünyaya mal ve para biriktirmeye gelmedik. Müslümanlar tabii ki para kazanacak, ele güne muhtaç olmayacak. Rızkını arayıp bulmak, zelil ve rezil olmamak onurlu müslümanın şiarıdır. Zengin olmak için kulluk vazifelerimizi ihmal etmemeliyiz. Fakirlik Allah katında suç değil ama kulluk görevlerini yerine getirmemek suçtur. Herkes yaptığının hesabını yüce Allah’a verecektir. Onun içindir ki dünya ve ahiret dengesini sağlayamadan dünyada mal ve servet peşinde koşanlar ziyandadır. Hayra harcanmayan malın Hakk katında bir ehemmiyeti yoktur.

Çağımızda hayatlar iyice dünyevî zemine kaymış durumdadır. Oysa insan maddî ve manevi yönü olan bir varlıktır. Bunları, uçmak için gerekli olan iki kanada benzetebiliriz. Maddiyat bir kanadımız, maneviyat ise öbür kanadımızdır. Tek kanatla uçmak mümkün olmadığına göre bunların birini öbürüne tercih edemeyiz. Her ikisi de elzemdir.

İsraf ne kadar kötüyse cimrilik de o kadar kötü bir haslettir. Günümüzde bazı zenginlerin israfla cimrilik arasında sıkışıp kaldıklarını görüyoruz. Yani bazıları servetlerini gösteriş ve şöhret peşinde savururken bazıları da kimseye zırnık koklatmıyor. Bu iki davranış da yanlıştır. Servet öncelikle helal dairesinde kazanılmalıdır. Elde edilen zenginlikler, ihtiyacı olanlara da yansıtılmalıdır. Bu, Müslümanlığın ve insanlığın bir gereğidir. Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.”(Âl-i İmran 92) buyuruyor. Durum bundan ibaretken bizler ne yapıyoruz? İşimize yaramayan şeyleri verip evimizi bir anlamda temizliyoruz.

Nefis vermeye değil, almaya meyillidir. Atalarımız “Veren el alan elden üstündür” demişlerdir. Fakat veren eller, alan elleri ima ile olsa da tahkir etmemelidir. Yüce Rabbimiz infak edenleri yüce Kur’an-ı Kerim’de değişik ayet-i kerimelerde defalarca övmüştür. “Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin)!” (el-Bakara 2/267)

Mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Bizler emanetçiyiz bu dünyada. Emanetçinin yapması gereken şey, verilen emirlere uygun hareket etmektir. Ölçü üzere hareket etmek en doğru olandır. Vermenin de belli bir adabı vardır. Hayır hasenatta bulunurken insanları incitmemek gerekir. Aksi takdirde verdiğimizin bir anlamı ve önemi kalmaz. Halk arasında sıkça kullanılan “Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek” anlayışı düstur edinilmelidir. Buna infakta ihsan da diyebiliriz. Bunun yanında infakın gösteriş için değil, Allah rızası için yapılması gerekir. Veren kişinin, infak ettiği kişiden hiçbir beklentisinin olmaması lazım. İnfaka riyanın karışması sirkenin balı bozmasından daha beterdir. Bunun manevi sorumluluğu büyüktür.

İyiliği başa kakanların, fakirler üzerinde otorite ve baskı kurmaya çalışanların verdiklerinin hiçbir kıymeti yoktur. Fakat günümüz toplumlarında bu gibi davranışlara sıkça rastlıyoruz. Servetini şöhrete dönüştürmek ve egosunu tatmin etmek isteyenler vardır. Bu hususta Rabbimiz bizleri şöyle uyarıyor: “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Allah’a da Âhiret’e de inanmadığı hâlde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kişinin durumuna düşmeyin. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kaypak bir kayaya benzer ki, şiddetli bir yağmur olur olmaz toprağı kayıverir, cascavlak kalır.” (Bakara Suresi, 2/264)

Günümüzde İslam’ı hayatın dışına itip vicdanlara hapsetmek isteyenler az değildir. Oysa İslam hayatın merkezindedir ve öyle de olmalıdır. Aslında İslam’ın hüküm vermediği mesele yoktur. Bu demek değildir ki her şey Kur’an’da ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır. Şayet böyle olsaydı mübarek kitabımız yüzlerce ciltten ibaret olurdu. Kur’an’ın tafsilata girmediği mevzularda hadis, icma ve kıyas devreye girmektedir. İslam, sosyal hayatın nizamı için ilkeler koymuştur. Hiç kimse başına buyruk hareket edemez. Bunun manevi sorumlulukları vardır. Sosyal hayatın düzenli yürümesi için zekât müessesesi kurulmuştur. Herkes zekâtını hakkıyla verse kimse mağdur olmaz. Üstelik verenlerle alanlar arasında sevgi ve muhabbet köprüsü oluşur. Zenginler fakirleri gözetir. Bu yüzden fakirler zenginlerin daha çok kazanması için onlara duacı olur. Zenginlerse zekât borçlarını üzerlerinden atmaya vesile olan fakirleri velinimet olarak görürler. Böylece sosyal dayanışmayla saadet hâsıl olur.

İnfak edenin aslında övünme hakkı yoktur. Dünyada gördüğümüz her şey Rabbimizin mülkü değil midir? Bir parça kefenden başka götüreceğimiz ne var ki!... Aslında verenler, Allah’ın mülkünden vermektedir. Bu demektir ki verenler aracıdır sadece. Fakat bu aracılığın mükâfatı büyüktür. Vermek almanın anahtarıdır aslında. Sen kullara vereceksin ki Allah da sana versin. Fakat öncelikle kendine layık gördüklerini, en iyilerini vereceksin. Böylece nefsini de bir şekilde incitip hizaya getireceksin. Sevdiklerinden infak edemeyenlerin halet-i ruhiyelerinde bir kısım arızalar var demektir. Hiçbir şey Allah’ın rızasından daha önemli değildir. Hayatın gayesi rıza-yı ilahiyi kazanmaktır. Rabbimiz bu hususta da bizlere en doğru yolu gösteriyor: “Ey İman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin faydanız için bitirdiğimiz ürünlerin temiz ve güzel olanlarından Allah yolunda harcayın. Siz göz yummadan, içinize yatmaksızın almayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki Allah, her şeyden müstağnidir, asıl hamda lâyık olan O’dur.” (Bakara Suresi, 2/267)

İnfak sadece maddî mallarla sınırlı değildir. İlim de bir zenginliktir. Âlimler ilimlerinin zekâtını bilgilerini geniş kitlelerle paylaşarak öderler. Bildiğini başkalarına öğretmek bir anlamda ilmin zekâtıdır. Rabbimiz buna da çok değer vermiştir. Böyle olduğu için İslam âlimleri bildiklerini öğretmek için birbirleriyle yarışmışlardır. Fakat günümüzde bildiklerini içine hapseden, tek otorite olmak için onları paylaşmayan insanlar çoktur.

İnfakla savurganlığı birbirinden ayırmak gerekir. İnfakta da ölçü gözetilmelidir. Har vurup harman savurmak, israfa kaçmak infaktan beklenen hayırlı neticeyi getirmez. Günümüzde bazı zenginler dini altyapılarının eksikliğinden dolayı infakı bir tatmin aracı olarak görüyorlar. Özellikle mübarek günlerde yardım dağıtan bazı varlıklı kişiler, işi gösteriye dönüştürüyorlar. Onların bir kısmı belli ki kirli paralarını aklama telaşındadır.

Ülkemizde sözde yardım ve hayır adına yaşanan rezaletleri üzülerek seyrediyoruz. Adamlar reklâmın amacına ulaşması ve ses getirmesi için yardım dağıtmadan evvel televizyoncuları ve muhabirleri çağırıyorlar. Hiçbir düzenleme yapmadan, insanları aşağılarcasına ihtiyaç maddelerini savuruyorlar. İnsanlar da birbirini eziyor. Yere düşenler, birbirinin üstüne basanlar, dağıtılan yardımları çekiştirenler kameralara takılıyor. Buna yardım değil, ancak rezalet denir. Böyle bir yardımın Hakk katında kıymeti yoktur. Yardımın ulu orta dağıtılması, insanların rencide edilmesi doğru bir davranış değildir. Allah rızasını gözetenler yardımı gizli yaparlar. Hatta ihtiyaç sahiplerinin ayağına kadar götürürler.

İnfakta taassup da ayrı bir meseledir. Kişi öncelikle yakın çevresindekilerin ihtiyaçlarını görmelidir. İmkânları arttıkça daireyi genişletmelidir. Bir kişiyi zengin etmek yerine, bütün ihtiyaç sahiplerine temel ihtiyaçlarını görecek miktarda verilmelidir. Bu konuda ayrımcılık yapılmamalıdır. Günümüzde kendi cemaati dışındaki muhtaçları görmeyen zenginlerin durumları da ayrı bir garabettir. Oysa bu insanlar bizim insanlarımız. Onları İslama ısındırmak için ihtiyaçlarını görmeli, ellerinden tutup selamet sahiline çıkarmalıyız.

Malını infak etmede cimri davrananlar Allah’ın kullarına infakını görmezler mi? Allah bizlere bu kadar verirken bizler niçin vermede cimri davranırız? Malını ve parasını infak etmeyenler bir parça kefenden başka ne götüreceklerini sanıyorlar? Aldanıyorlar, aldanıyorlar.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

İlk Atom Mühendisimiz Ahmet Yüksel Özemre’nin Ardından…

M.NİHAT MALKOÇ

Sayıları çok az olan, çağımızın alperenlerinden biri daha göçtü dünyamızdan… Türkiye’nin ilk atom mühendisi Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’den bahsediyorum. “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür” demişti Resulullah Efendimiz… Bu söz ne kadar da doğrudur. Gerçekten de âlimler âleme ışık saçıyorlar. Onlar göç edince âlem karanlıkta kalıyor. Rahmet-i Rahman’a göç eyleyen Ahmet Yüksel Özemre, Türkiye’nin medar-ı iftiharıydı. 34 yaşında profesör olma başarısını göstermişti. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun eski başkanlarındandı. Tam bir görev adamıydı. Fizik alanında otorite sayılırdı. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca dillerini bilirdi. İlmi açıdan Türkiye’nin değil, dünyanın da sayılı bilim adamlarından biriydi kendisi… Bir o kadar da mütevazıydi.

Özemre, irfanıyla temayüz etmiş, ilmiyle amil, bilgi ve görgüyle dopdolu, Osmanlı terbiyesi almış bir İstanbul Beyefendisiydi. Üsküdar’da doğmuş, hayatının son nefesini de çok sevdiği bu yerde vermişti. O bir Üsküdar aşığıydı. Türk İstanbul’un ilk ayağı olan Üsküdar, onun kişiliğini şekillendirmişti. Kimliğini bu şehrin kimliğiyle özdeşleştirmiş, ezanların sesinde bulmuştu huzuru. 35’i telif olmak üzere 45 esere imza atmıştı. Fizik alanının dışında, tasavvufa da ilgi duyardı. Bu sahada derinleşmiş, aldığı tasavvuf terbiyesiyle nefsine en büyük tokadı vurmuştu. O, Yunus Emre misali gönüllere girmeyi önemsiyordu. Gönlündeki ışığı Üsküdar’dan Türkiye’ye ve dünyaya gönderiyordu. Sevgiler büyütüyordu yüreğinde.

Merhum Ahmet Yüksel Özemre, hocaların hocasıydı. Onun rahle-i tedrisatından geçen yüzlerce öğrenci şimdi Türkiye’nin önemli yerlerinde vazife görmektedir. Öğrencilerinden 61’i bugün profesör unvanıyla ülkemize hizmet etmektedir. Bence kişinin en büyük eseri çocukları, eğittiği kişiler ve arkasında bıraktığı faydalı kitaplardır. O bunların hepsini yaparak gönül huzuruyla öylece Rabbine göçtü. İnançlı ve köklü bir ailedendi. O, anne babasından gördüklerini bir adım daha ileri götürdü. Zira babası Kur’ân tilâvet ekolünün en son şahsiyetlerinden Hafız Mehmet Nurullah Bey’di. Özemre önce Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne girdi. Dört yıllık bu okulu iki buçuk yılda bitirdi. Çernobil olayı olduğu sırada Atom Enerjisi Kurumu Başkanıydı. Çernobil’in günah keçisi ve istenmeyen adam ilan ettiler onu. Çok sıkıntılar çekti o dönemlerde. Mahkemelerde hakkında yüzlerce dava açıldı. Sonunda hak yerini buldu ve beraat etti. Fakat zor günler geçirdi.

Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre bilim adamlığının yanında kültür adamıydı da… Hayatı boyunca inançlarından asla taviz vermedi. Onun içindir ki bazı dünyevî nimetlerden mahrum kaldı. Çok güçlü bir hafızası vardı. Boş zamanı hiç yoktu. Çalışkan ve gayretli bir insandı. Fizikle beraber metafizik de onun ilgi alanına giriyordu. Akademik etikete değil, yürek temizliğine ve kişiliğe değer veriyordu. Onun ölçüleri Kur’an’ın ölçüleriydi.

O, maddi ilimlerle manevî ilimleri aynı potada eritme başarısı göstermişti. İslamiyeti hakkıyla yaşayan ve yaşatan bir gönül eriydi. “Kadere iman eden, kederden emin olur.” sözü beni etkileyen ifadelerin başında gelir. Hayatını inancına adayan ve hayırda yarışan örnek bir müslümandı Özemre… Mal mülk biriktirmeyi hiçbir zaman düşünmedi ve sevmedi. Elindekini ihtiyaç sahipleriyle paylaştı. Türkçenin bilim dili olamayacağını söyleyenlere Türk diliyle yazdığı, içerik ve üslup açısından mükemmel ders kitaplarıyla cevap vermiştir.

Özemre, hayatının son dönemlerinde büyük sağlık sorunları yaşadı. Öyle ki ömrü boyunca 23 ameliyat geçirdi. İki ayda gözünden 13 kez ameliyat oldu. Üç kez kansere ve hepatite yakalandı. Fakat inançlı bir insan olduğu için hep sabretti. Hayata sımsıkı sarıldı. Tevekkülü hayatının kılavuzu olarak gördü ve onun rehberliğinde ilerledi. En zor zamanlarda da sabır ve teslimiyetin en güzel örneğini verdi. Tek gözle üç kitap yazdı. Bedeni tükendikçe ruhu yüceldi. Hayata dört elle sarıldı. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 25 Haziran 2008 Çarşamba günü aramızdan ayrıldı. 73 yıllık ömrüne nice hayırlı hizmetler sığdırdı. Bu fani dünyada hoş bir seda bıraktı. Onu rahmet ve minnetle anacağız. Allah rahmet eylesin.

Gümüşhane Üniversitesi Hayırlı Olsun

M.NİHAT MALKOÇ

Gümüşhane Üniversitesi nihayet kuruldu. Bu üniversite şehrin sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmasına büyük faydalar sağlayacaktır. Gümüşhane’de hızlı bir göç dalgası görülmektedir. Geçimini bu topraklardan temin edemeyenler bu şehri terk etmektedir. Bu şehre üniversitenin kurulmuş olması göçü önleyecektir. Belki de tersine göç başlayacaktır. Yani iş ve aş imkânı bulan Gümüşhanelilerin bir kısmı şehirlerine geri döneceklerdir.

Gümüşhane’ye üniversite kurulması önemli ve tarihî bir hamledir. Fakat keşke bu şehre bundan daha evvel üniversite kurulabilseydi. Üniversite şayet daha erken kurulsaydı bugünkü hâli çok daha gelişmiş olurdu. “Her ile bir üniversite” kurulunca Gümüşhane de il olduğu için bundan faydalandı. Yani Gümüşhane için özel ve ayrıcalıklı bir şey yapılmadı. Bundan sonra Gümüşhane’ye özel bir önem verildiğini göstermek için mevcut üniversite altyapısının geliştirilmesi gerekir. Sadece bir mühendislik fakültesiyle ve meslek yüksekokuluyla üniversite olmaz. Gümüşhane Üniversitesi’nin gerçek anlamda üniversite olabilmesi için kısa zamanda bu üniversiteye bağlı Eğitim Fakültesi ve Tıp Fakültesi kurulmalıdır. Üniversitelerin can damarı bence bu iki fakültedir. Bunları mevcut bünyeye katabilirsek üniversitenin itibarı hızla artar. Bundan sonra bunun mücadelesi verilmelidir.

Tabela asmakla üniversite olmaz. Üniversiteleri yücelten öğretmen kadrolarıdır. Gümüşhane’de nicelik ve nitelik olarak yeterli öğretim üyesi kadrosu mevcut değildir. Şehir küçük olduğu için, sosyal imkânları yetersiz olduğu için her öğretim üyesi bu kente gelmeyi tercih etmez. Devlet bu gibi yerlerde görev yapan kişilerin şartlarını maddî ve sosyal açıdan iyileştirmelidir. Bir anlamda buralarda görev yapmak teşvik edilmelidir. Gümüşhaneliler üniversitelerine dört elle sarılmalıdır. Devlet yeni kurduğu üniversiteleri geliştirmelidir.

Bugün “Gümüşhane Üniversitesi” olarak adlandırılan üniversitenin yakın zamanda şehrin değerlerine uygun bir isimle taçlandırılması gerekmektedir. Bununla ilgili değişik alternatifler var. Hatta www.gumushane.gen.tr adlı bir internet sitesi üniversitenin adıyla ilgili bir anket başlatmış. Ankette başta “Gümüşhane Üniversitesi” adı olmak üzere Süleymaniye Üniversitesi, Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi, Aydın Doğan Üniversitesi, Orhan Yüce Üniversitesi, Halit Zarbun Üniversitesi, Gümüşvadi Üniversitesi, Harşit Üniversitesi, Kuşakkaya Üniversitesi, Zigana Üniversitesi, Doğu Karadeniz Üniversitesi, Gümüş Kent Üniversitesi, 15 Şubat Üniversitesi, Gümüşhane Maden Üniversitesi adları sıralanmıştır.

Bu isimlerin hepsinin Gümüşhane için ayrı ayrı anlam ve önemi olsa da bence Gümüşhane’nin en önemli değerlerinin başında Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevî gelmektedir. Onun içindir ki üniversiteye yakışan en güzel ad “Gümüşhane Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi” olacaktır. Bundan on yıl evvel bununla ilgili bir de yazı kaleme almıştım. Ta o zamanlar Gümüşhane Üniversitesi’nin bir an evvel açılması gerektiğini, isim olarak da “Gümüşhane Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi” ifadesinin uygun düşeceğini dile getirmiştim. Söz konusu ankette de “Gümüşhane Üniversitesi” ifadesi en yüksek oyu almış, onu “Ahmet Ziyaüddin Üniversitesi” ifadesi takip etmiş. Demek ki Gümüşhaneliler de bu ismi benimsiyorlar.

Gümüşhane Üniversitesi için az mücadele verilmedi. Bu şehre üniversite kazandırmak için şehrin ileri gelenleri, sivil toplum kuruluşları canla başla çalıştılar. Fakat yine de “her ile bir üniversite kurma” projesinden evvel Gümüşhane Üniversitesi’nin kurulmasını sağlayamadılar. Mühim olan neticedir. Artık Gümüşhane’nin de bir üniversitesi var. Bu üniversite Gümüşhane Mühendislik Fakültesi, Gümüşhane İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Gümüşhane Meslek Yüksekokulu, Şiran Meslek Yüksekokulu, Gümüşhane Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Kelkit Aydın Doğan Meslek Yüksekokulu bölümlerinden oluşuyor. Bunların yanında ilk planda İletişim Fakültesi de kurulacak. İnşallah bu üniversite kısa zamanda çok büyüyecek. Üniversitenin kurulmasında emeği geçenlere şükranlarımızı sunuyoruz. Gümüşhane Üniversitesi, Gümüşhane’ye ve Gümüşhanelilere hayırlı olsun.