23 Ağustos 2009 Pazar

İSTİKLAL CADDESİ’NDE DÜŞLERİN SICAĞINDA…

M.NİHAT MALKOÇ

Sımsıcak bir temmuz akşamında Şişli’den Taksim’e inerken düşlerin ve düşüncelerin sıcağında kavruluyorum. Etrafımda mahşeri bir kalabalık akıyor kaldırımlardan. Herkesin düşleri gökkuşağı misali başka başka… Kimi evlendireceği çocuğunun çeyizlerini tamamla(yama)manın, kimi kredi kartı borcunun, kimi ay sonunu getirebilmenin hesabı içerisinde dalgın dalgın yürümekte. O dalgınlık içerisinde burnunun ucunu bile göremiyorlar. İstanbul’un doyumsuz güzelliğini doyasıya seyredemiyorlar. İnsanlar binlerle ifade edilse de muhabbetten dem vuranların sayısı bir elin parmakları sayısına bile ulaşabilmiş değil.

Şişli’den Taksim’e inen yolda bir abide gibi yükselen Harbiye Orduevi’ni temaşa ediyorum. Bir zamanlar(sene 1994) burada asker kıyafetiyle az tavşankanı çay içmedik. Zira askerliğimi Küçükyalı’daki Kenan Evren Kışlası’nda Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda önce asteğmen, dört ay da teğmen rütbesiyle yapmıştım. Orduevine uğrardık çoğu zaman. Müzeyi gezince bir başka gururlanırdım. Şimdi terhis olup yabancı düştük bu güzel mekânlara.

Taksim Meydanı bugün de her zamanki gibi kalabalık, hani derler ya iğne atsan yere düşmez… İşte öyle… Herkes bir yerlere koşturuyor. Hava sıcak, temmuz sıcağı vatandaşın ensesinde boza pişiriyor. Fakat bu durum meydanın kalabalığından bir şey eksiltmiyor.

Taksim’den aşağı inerken köşede tavuk dürüm yiyip açlığımı yatıştırıyorum. İnsan gezdikçe acıkıyor zira… Biraz aşağıda İstiklal Caddesi kendine davet ediyor insanları. Ben de bu güzel davete icabet edip kendimi İstiklal Caddesi’nin kollarında buluyorum. İstiklal’den insan denizi akıyor sanki. Genç yaşlı, kadın erkek, yerli turist demeden herkes İstiklal’in kucağına atmış kendini. İkindi vakti geçmek üzereyken kendimi o bölgedeki tek cami olan ve beni her gidişimde hüzünlendiren Ağa Camii’nde buluyorum. Beyoğlu’daki bu küçük, şirin mabedi 1596’da Hüseyin Ağa yapmış. İyi ki böyle bir ibadethane yapılmış, yoksa insanlar namazlarını kılacak yer bulamazdı bu kalabalık caddede. Bu camide bir zamanlar Abdülhakim Arvasî Hazretleri de imamlık ve vaizlik yapmıştır. Necip Fazıl onun buradaki vaazlarına iştirak ederek 33 yaşından sonra hidayete erişerek Hakk’ı bulmuştur. Koskoca Beyoğlu’da, bu kalabalık nüfusun aktığı bölgede başka bir cami yok. İşte bu demlerde Nazım Hikmet’in çok sevdiğim bir şiiri olan Ağa Camii’nden şu dizeler düşüyor muhayyileme:

“Havsalam almıyordu bu hazin hâli önceÂh, ey zavallı cami, seni böyle görünceDertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;Allah’ımın ismini daha çok candan andım.Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!...”

İkindi namazını Ağa Camii’nde eda ettikten sonra kendimi yine Beyoğlu’nun bize çok yabancı kucağına bırakıyorum. İstiklal Caddesi’nin dili bana biraz yabancı geliyor. Fakat bir hoşgörü mekânı olarak gördüğüm İstiklal Caddesi’ni bir başka seviyorum. Zira bu cadde üzerinde cami, kilise ve sinagoglar sırt sırta vererek inanç yelpazesi oluşturuyorlar.

Biraz aşağıya inince her köşe başında halktan bir grubun açık hava resitali verdiğini görüyoruz. Yani İstiklal’de herkes kendi meziyetlerini mevcut kalabalığa gösteriyor. Fena da çalıp söylemiyorlar. Dinleyenler grubun önündeki şapkaya gönlünden kopanı atıyorlar.

Caddenin orta kısmında Mısır Apartmanı yükseliyor. Bu binanın önünden geçerken İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif geçiyor aklımdan. Zira millî şair burada vermiş son nefesini.

Eskilerin Cadde-i Kebir(Büyük Cadde) olarak adlandırdığı İstiklal Caddesi hayatın ta kendisi… İstanbul’un özeti gibidir bu büyük ve görkemli cadde… Her türden insan vardır burada. Hacısı hocası, yankesicisi, uyuşturucusu, sanatkârı, sahtekârı… Hepsi ama hepsi…

İstiklal Caddesi’ni anlatırken nostaljik tramvaydan bahsetmemek olur mu? Zira o da bu caddenin sembolleri arasındaki yerini almıştır. Ya caddeyi ortadan ikiye bölen Galatasaray Lisesi’ni… İstiklal Caddesi’ni anlatmak kolay mı? Onu yaşamak lazım yüreklerde...

ANKARA’NIN YENİ VALİ YARDIMCISI KÖPRÜBAŞILI ŞENTÜRK UZUN

M.NİHAT MALKOÇ

Köprübaşı dağlık bir alanda kurulu bir yerleşim yeri olduğu için bu yörede yaşayanlar mecburen okuyorlar. Çünkü okumaktan başka çareleri yok. Bu yüzden Türkiye’nin önemli mevkilerine gelmiş çok sayıda Köprübaşılı bürokrat ve yetkili insan vardır. Bunların sayısı her geçen gün daha da artmaktadır. Buradan göçen aileler çocuklarının okuması için her türlü fedakârlığı yapmaktadırlar. Karadeniz insanının karakteristik özelliklerini en iyi yansıtan bu küçük ilçenin çocukları başarının önündeki bütün engelleri aşmasını bilmektedir. Bu başarılı insanlardan biri de 2009’da “Yılın Genç Lideri” seçilen Köprübaşılı Şentürk Uzun’dur.

Şentürk Uzun, Genç Liderler Derneği’nin düzenlediği ‘Yılın Genç Liderleri’ oylaması sonucunda “Yılın Genç Lideri” seçilerek biz hemşehrilerini gururlandırmıştır. Yedi kategoride düzenlenen ve 56 bin 287 kişinin katıldığı oylamada, sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini kolaylaştıran çalışmalarıyla tanınan ve AB uyum yasaları çerçevesinde İçişleri Bakanlığı Dernekler Daire Başkanlığı’na atanan Dr. Şentürk Uzun, yüzde 35.76 oy oranıyla ‘Yılın Bürokratı’ seçilmiştir. Bu biz Köprübaşılılar için bir onur ve gurur vesilesi olmalıdır.

Şirin ilçemiz Köprübaşı’ndan başarılı insanlar yetişiyor ama ne yazık ki Köprübaşı halkı değerlerini yeterince tanımıyor. Oysa Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu’nun açmış olduğu aydınlık yolda yürüyen Köprübaşılılara destek olmak boynumuzun borcudur. Onlar bizim ülke genelindeki medar-ı iftiharlarımızdır. Köprübaşı’nın adını Türkiye’ye ve dünyaya duyuran bu başarılı hemşehrilerimize vefa borçluyuz. Onları tanımalı ve tanıtmalıyız.

Başarılı bir insan olan Köprübaşılı Şentürk Uzun’u bu ilçede tanıyanların sayısı ne yazık ki bir elin parmakları sayısıncadır. Oysa o, yaptığı güzel çalışmalarla Türkiye gündemine oturuyor. Başında bulunduğu kurumlar ülkenin yüzakı oluyor. O, yönetime ve dernekçiliğe yeni ufuklar kazandırıyor. Dilerseniz onu biraz daha yakından tanıyalım…

Köprübaşılı Dr. Şentürk Uzun, 1967’de dünyaya geldi. Şu an itibariyle 42 yaşındadır. Yani ömrünün baharında ve mesleğinin zirveye giden yolundadır. İlköğrenimini Almanya’da Privates Günther-Stöhr Gynasium(Özel Alman Koleji)’nde tamamlamıştır. 1985’te Sürmene Lisesi’ni bitirmiştir. 1989’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni başarıyla tamamlayarak buradan mezun olmuştur. Yüksek Lisansını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalında “Türkiye’de 1980–1990 Yılları Arasında Belediyelerin İdarî ve Malî Yapılarındaki Gelişmeler ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Örneği” konulu tezle yapmıştır. Bununla yetinmemiş Londra’da Middlesex Üniversitesi’nde İşletme ve İnsan Kaynakları Yönetimi Anabilim Dalında “Kamu Sektöründe Stratejik Planlama Süreci” konusunda yüksek lisans çalışması da yapmıştır.

Köprübaşı’nın başarılı isimlerinden Şentürk Uzun, “Misafir Araştırmacı” olarak beş buçuk ay süreyle De Montford Üniversitesi’nde(Leicester-İngiltere) bulundu. Burada bulunduğu süre içerisinde ‘Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma’ konusunda araştırma yaptı. Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalında “İl ve İlçelerin Yeniden Düzenlenmesi ve Örgütsel Etkililik İlişkisi” adlı teziyle “Doktor” oldu. Çok iyi İngilizce ve Almanca bilen Şentürk Uzun evli ve üç çocuk babasıdır.

1990 – 2000 yılları arasında çeşitli ilçelerde(Kütahya-Pazarlar, Konya-Hadim, Ağrı-Taşlıçay, Samsun-Lâdik) kaymakamlık yaptıktan sonra, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi sonrası Sakarya Vali Yardımcılığı yaptı. 2003 yılında kurulan Dernekler Dairesi Başkanlığı’na “Kurucu Başkan” olarak atandı. 19 yıllık meslek hayatında valiliklerden beş takdirname, İçişleri Bakanlığı’ndan üç takdirname ve bir de maaşla ödüllendirme aldı.

Görüldüğü gibi her başarılı insan gibi Şentürk Uzun’un da biyografisi bir hayli uzun… Eğitim düzeyi yüksek, başarılı bir Köprübaşılı O… Dernekler Dairesi Başkanlığı’ndan Ankara Vali Yardımcılığı’na terfi eden Köprübaşılı hemşehrimiz Şentürk Uzun’a yeni görevinde üstün başarılar diliyoruz. Köprübaşılılar onun başarılarının takipçisi olacaktır.

ZİLE’DEN VAN’A KÖPRÜBAŞILI AĞIR CEZA HÂKİMİ: FATİH AKSOY

M.NİHAT MALKOÇ

Köprübaşı bugüne kadar nice değerler yetiştirip Türkiye’nin hizmetine sundu. Bu değerlerden birisi de Köprübaşılı Seyfettin Aslan Aksoy’un(nam-ı diğer Kitapçı Aslan’ın) oğlu ağır ceza hâkimi Fatih Aksoy’dur. Çalışkan, mütevazı ve son derece başarılı bir insan olan Fatih Aksoy son hâkimler, savcılar atama kararnamesiyle Tokat’ın Zile ilçesindeki Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığından Van Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığına atanmıştır.

Hâkim Fatih Aksoy 6 Mart 1972 tarihinde Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya geldi. Lise öğrenimini 1988’de Trabzon Lisesi’nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi(DTCF) Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girdi. Hukukçu olmayı hedeflediği için bu bölümde sadece bir yıl okuduktan sonra oradan ayrıldı. 1989 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Orada okumaya başladı.

1991’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yatay geçiş yaptı.1993’te okulunu başarıyla bitirdi. 1993–1997 yılları arasında Avukatlık stajı, ruhsatnamesi ve Hâkimlik stajını tamamladı. 1997–2006 yılları arasında sırasıyla Ayrancı/Karaman, Çamlıhemşin/Rize, Datça/Muğla bölgelerinde hâkimlik yaptı. 2006’da atandığı Zile’de Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı ve Adalet Komisyonu Başkanlığı görevlerinde bulundu. Zile’de ve görev yaptığı diğer yerlerde çok sevildi; insanlarla güzel diyaloglar kurdu. Herkesin sevgisini, saygısını ve güvenini kazandı. Bir hâkim için güven her şey demekti. Zile’de çok başarılı olduğu için son hâkimler-savcılar atama kararnamesiyle Van Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığına atandı. Bu bir terfidir, kendisini bu önemli göreve gelmesinden dolayı kutluyoruz. Köprübaşılı hemşehrileri onunla gurur duyuyor. Yeni görev yerinde de çok başarılı olacağına inanıyoruz.

Köprübaşılı hâkim Fatih Aksoy çok başarılı bir ailenin başarılı bir ferdi… Dokuz kardeşten sekizi üniversite mezunu… Fatih Bey’in abisi Hüseyin Aksoy, Mersin Valisi olarak görev yapıyor. Ailede doktorlar, hâkimler, avukatlar, denetçiler, daire başkanları, mühendisler, başmüdürler var. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen ‘Biz Bir Aileyiz-Türkiye Sofrası’ etkinliği kapsamında geçtiğimiz yıllarda bu ailenin reisi Seyfettin Aslan Aksoy-Hatice Aksoy çiftine yılın ailesi ödülü verildi.

Van’ın çiçeği burnunda Ağır Ceza Hâkimi Fatih Aksoy yakından tanıdığım ve takdir ettiğim bir hukukçudur. Her şeyden önce iyi bir Köprübaşılıdır. Trabzonluluk ruhunu hep yaşamış ve yaşatmıştır. Halk tabiriyle hiçbir zaman “ne oldum delisi” olmamıştır. O, mesleğini severek yaptığı için başarılı oluyor; insanlara eşit uzaklıkta durabiliyor. Görevindeki tarafsızlığı her şeyin önünde tutuyor. Dostlukla görevin gereğini birbirine karıştırmıyor. O, mesleğinde hep ilerliyor, gelecekte çok iyi yerlere geleceğinden eminim…

Datça’da iz bıraktı hâkim Fatih Aksoy… Datçalılar onun şehirlerinden ayrılışına çok üzüldüler. Zile’de de kısa zamanda adından söz ettirdi. Zileliler de onu bağırlarına bastılar. Vefalı bir insan olan ve ailesine bağlılığı ile tanınan Fatih Aksoy, Köprübaşı’nı hiçbir zaman unutmadı. Köprübaşı sevgisi onun gönlünde ayrı bir yer tutmaktadır. O çok değerli vali Recep Yazıcıoğlu’nu kendine örnek almaktadır. Onunla ilgili şu düşünceleri bunu göstermektedir:

“Rahmetli vali Recep Yazıcıoğlu’nu çocukluğumdan beri tanır ve katılabildiğim konferanslarına bizzat katılır, katılamadıklarımı televizyon ekranlarından takip ederdim. Aynı ilçeden olmamız ve babamla olan aile dostlukları nedeni ile de kendisi ile bizzat tanışma mutluluğunu da yaşadım. Çocukluğumda ve öğrencilik yıllarımda hep onun fikirlerini, hayata ve devlet anlayışına getirmeye çalıştığı yenilikleri takip ederdim. Benim yetişmemde ve hayat ufkumun oluşmasında valimin felsefesinin ve yaşam tarzının önemli payı vardır. Benim doğduğum ilçe olan Trabzon’un Köprübaşı ilçesine bağlı Yılmazlar köyünde doğan rahmetli Vali’miz ile yine aynı köyde doğan rahmetli Adnan Kahveci ülkemize yeni bir ufuk açmışlardır. Ne mutlu bana ki her iki büyük insan ile aynı ilçedenim ve her iki insanı da bizzat tanıma fırsatı buldum. Her iki devlet adamı ile her zaman gurur duydum.”(Kümbet Dergisi)

Kıymetli hemşehrimiz Van’ın yeni hâkimi Aksoy’a yeni görevinde başarılar diliyorum.

BİR TRABZON LİSESİ KLASİĞİ… İŞTE BAŞARI BU…

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon Lisesi, 122 yaşında asırlık bir çınar olarak Trabzon ve Türkiye eğitimine hizmet etmeye devam ediyor. Bilindiği gibi bu tarihî okul, 2005 yılında çıkan bir kanunla düz liseyken “Anadolu Lisesi” statüsüne dönüştürülmüştü. Bununla ilgili değişik kesimlerden serzenişler gelmişti. Yakınmaların ortak noktası Trabzon Lisesi’nin dönüşümden zarar gördüğü iddiasıydı. Çoğu kişi bundan sonra Trabzon Lisesi’nin eski dönemlerdeki başarılarını devam ettiremeyeceğini söylüyordu. Tartışmalar ve fikir beyanları daha çok bu yöndeydi.

Günler günleri kovaladı ve aradan tam dört yıl geçti. Trabzon Lisesi “Anadolu” statüsüne geçtikten sonraki ilk mezunlarını bu yıl verdi. Trabzon’da görülmemiş bir mezuniyet töreniyle öğrenciler hayata uğurlandı. Bunlar ‘Anadolu’nun ilk mezunları olsa da, tarihî kurum ismen ve cismen devam ettiği için, aynı zamanda Trabzon Lisesi’nin 122. yıl mezunlarıydı. Çünkü öğrencisi, öğretmen kadrosu ve statüsü değişse de okulun adı saklı kaldı.

Bazı kişiler “Anadolu” statüsündeki Trabzon Lisesi’nin ilk mezunlarının ÖSS’de yeterince başarılı olamayacaklarını, kendilerince sözde kehanetle dile getirdiler. Zaman su misali aktı geçti; ÖSS neticeleri belli oldu. Trabzon Lisesi, tarihinde görmediği bir büyük ÖSS zaferiyle Trabzon eğitiminde ne kadar etkili bir kurum olduğunu herkese gösterdi. Anadolu statüsündeki Trabzon Lisesi’nin ÖSS 2009’daki başarısını tahlil etmeye çalışacağım:

2008–2009 Öğretim yılı sonunda Trabzon Lisesi’nden sayısal alanda 147 öğrenci ÖSS’ye girmiş ve tamamı ÖSS’yi kazanmıştır. Bu öğrencilerden 76’si istedikleri bölümlere yerleştirilirken, 71’i bir bölüme girebilecekken, tercih ettikleri bölümleri tutturamadıkları için üniversiteye yerleştirilememiştir. Sayısaldan sınava giren öğrencilerin %51,7’si üniversitelere yerleşme başarısı göstermiştir. Bir öğrenci Tıp Fakültesi’ne girerken, bir öğrenci Diş Hekimliği Fakültesi’ne girmiştir. Öte yandan 9 öğrenci Elektrik-Elektronik Mühendisliği’ne, 5 öğrenci Bilgisayar Mühendisliği’ne, 13 öğrenci İnşaat Mühendisliği’ne girme başarısı göstermiştir. Bunların yanında birçok öğrenci de Mimarlık, Gemi İnşaat Mühendisliği, Matematik, Biyomedikal Mühendisliği, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojisi Öğretmenliği, Bilgisayar Öğretmenliği, Bilkent Üniversitesi Burslu Fizik, Matematik Öğretmenliği, Hemşirelik Yüksekokulu, Deniz İşletmeciliği ve Yönetimi, İç Mimarlık, Makine Mühendisliği, Matematik, Gıda Mühendisliği, Mühendislik ve Doğa Bilim, İşletme, Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Biyoloji, Şehir ve Bölge Planlamacılığı, Harita Mühendisliği, Kimya Öğretmenliği, Veterinerlik Fakültesi, Tekstil Mühendisliği, Fen Bilgisi Öğretmenliği, Mekatronik Mühendisliği, Jeoloji Mühendisliği gibi bölümleri kazanma başarısı göstermiştir.

Trabzon Lisesi bu yılki asıl başarısını TM(Eşit Ağırlık) ve Dil alanında gerçekleştirdi. Yabancı Dil alanında Gamze Selimoğlu adlı öğrenci Türkiye 548. si olarak Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandı. Bu puan türünde bütün öğrenciler üniversiteli olarak yüzde yüz başarı elde edildi. TM puanında 107 öğrenciden 82’si istediği bölüme girdi. Bu alanda 76,6’lık yerleştirme başarısı sağlandı. Eşit Ağırlık(EA) puanında Zeynep Yıldırım 352 puan alarak Bilkent Üniversitesi Psikoloji Bölümüne burslu olarak yerleştirildi. Öğrenciler bu kategoride ODTÜ İktisat, Boğaziçi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi gibi bölümler kazandı. TM’de 11 öğrenci Hukuk, 12 öğrenci Kamu Yönetimi, 9 öğrenci Uluslararası İlişkiler, 10 öğrenci Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümlerine yerleştirildi. Bunların yanında birçok öğrenci İktisat, İşletme, Maliye, Okul Öncesi Öğretmenliği, Sınıf Öğretmenliği, İşitme Engelliler Öğretmenliği, Türkçe Öğretmenliği, Türk Dili ve Edebiyatı gibi bölümleri kazandı.

Bu yıl Trabzon Lisesi’nden 264 öğrenci ÖSS’ye girdi. 168 öğrenci ÖSS sonucunda istediği bir bölüme yerleşirken, 96 öğrenci ise bir bölümü kazanabildiği halde şansını gelecek yıllarda denemek üzere üniversiteli olma hayallerini bir yıl erteledi. Sonuçta Trabzon Lisesi %63,6 yerleştirme oranıyla Trabzon’daki ağırlığını gösterdi. Emeği geçenleri kutluyoruz.

RAMAZAN DUASI

M.NİHAT MALKOÇ

Bize üç ayların ilk ikisi olan Recep ve Şaban aylarından sonra Ramazanı da görmeyi nasip eden yüce Allah’a had ü senalar olsun. O’nun ilmi her şeyi ihata etmiştir. Rahmeti gazabına galebe çalmıştır. O’nun mübarek varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O hep vardı ve bundan sonra da hep var olacaktır. O’nun saltanatı iki cihanda da bakidir, varlığı ve hükmü zaman ve mekân ötesidir. O ki isterse yaşatır, isterse öldürür. Her şeyin fani olduğu bu dünya gurbetinde sadece O bakidir. Bütün güzellikler onun cemalinin eşyaya yansımış hâlidir. Rabbimizin azametini tasvir etmek müşkildir. Son söz ve mülk O’nundur. Onun içindir ki biz sadece O’na el açarız; yalnız O’ndan isteriz. Bütün güzelliklerin O’ndan geldiğine inanırız.

99 isminin yüzü suyu hürmetine bizlere öncelikle sağlık, afiyet ve bol rızık ihsan eyle!... Evlerimizi bereket ve huzurla doldur ya Rabbim!... Birike birike dağların boyuna erişen günahlarımızı bağışla!... Bizi günah işlemeye meylettiren nefsimizin şerrinden koru!... Bizleri şahsiyetini kaybetmiş, nefsinin oyuncağı olmuş bahtsız zümreden eyleme! Dilimizden Kur’an’ı eksik etme! Bizleri hak ve hakikat ışığını görebilen basiretli insanlardan eyle!...

Bizlere eşsiz nimetler verdin, sofralarımızı bin bir çeşit lezzetle donattın. Basiretten mahrum nazarlarımız ilahî rahmetini görmekten aciz olduğu için bu nimetleri çalışıp kazandığını zannetti. Oysa biz çalışsak da, araya vesileleri koysak da veren el sensin. Ne yazık ki biz günahkâr kulların şükründen acizdir. Rızık namına her şeyleri olsa da kulların kanaat hazinesinden mahrumdur. Onun için gözlerimiz doymuyor, şükre ayıracağımız vakti dünyalık biriktirmeye ayırıyoruz. Dünya bize cazip geliyor, aceleciliğimizden her şeyin karşılığını peşin istiyoruz. Bizleri hakkıyla ve kalbiyle şükredenlerden eyle ya Rabbim!...

Heva ve heves zincirleri elimize, ayağımıza, yüreğimize dolanmış. Ne yazık ki nefs-i emmaremizin kölesi olmuşuz. Bizi bu prangalardan kurtar, sana gelen, seni Rab bilenlerden eyle bizi!... Bütün günah ve isyanlarımızın kiriyle sana geliyoruz. Lütfünde, kahrın da hoştur senin. Senden başka sığınacak açık bir kapımız yok… Bizi kapından boş çevirme Allah’ım!...

Senin rahmetinin ve merhametinin kaplamadığı bir santimetre kare bile yoktur. Kulun bütün günahlarına rağmen yine de yarattığın kulunu affeden ve acıyansın ey yüceler yücesi… Bütün insanların mahşer meydanında toplanacağı, anne babanın bile evladından kaçacağı o dehşetli kıyamet gününün sahibi ve hükümranı sensin. Bizi de affeyle ve bize hesap gününde acı… Amellerin tartıldığı o büyük günde üzerimizden rahmet nazarlarını eksik etme ne olur…

‘Malik’ sıfatınla mülkün gerçek sahibi sensin. Bize o tükenmez hazinenden bizi ezdirmeyecek ve azdırmayacak kadarını lütfeyle!... Kalbimizdeki dünya(lık) sevgisini gider; senin muazzez sevginle doldur. Çölleşen gönüllerimizi ilahî kelamın rahmetiyle yeşert!...

Şeytanların zincire vurulduğu, rahmetinin taştığı bu mübarek ramazan günlerinde ellerimizi ve gönüllerimizi sana açtık; bizleri dergâhından boş çevirme Allah’ım! Mescitlerin müminlerle dolduğu bu manevî iklimde bize de sevaplardan pay nasip eyle!... Günahlarımızı ‘nasuh’ tövbesiyle yakmamızı, yepyeni ve tertemiz bir kulluk sayfası açmamızı bizlere nasip ve müyesser eyle!.... Bizleri de şükrünü eda eden kulların zümresine ilhak eyle!... Günahlarla kararan kalplerimizi tövbelerle cilala, kalplerimizi sana çevir!... Malayaniden uzak eyle!...

Rahmeti ve azameti kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük olan Allah’ım… Üzerimize gelmekte olan belaları, isyan ve şerleri geri çevir, kaza oklarına kalkan ol!...

İçinde bin aydan daha hayırlı bir gece olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu, kulların açlıkla imtihan edildiği mübarek ramazanda sevap heybemizi doldurmayı bize nasip eyle!... Tövbelerin kabul olduğu aydır Ramazan… Bizler de bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz günahlardan dolayı tövbe ediyoruz, pişmanlık duyuyoruz, tövbelerimizi kabul ve makbul eyle!... Tesbih, tehlil ve tekbirin dillerden gönüllere aktığı bu ramazan günlerinde bizi rahmet kanatlarınla kuşat!... Sen hakim-i mutlaksın... Şeytanın nefsimizi üzerimize saldığı bu imtihan dünyasında bizi bize bırakma Allah’ım!... Senin her şeye gücün yeter. Âmin… Âmin…

RAMAZANA, TERAVİHE VE ÇOCUKLARA DAİR…

M.NİHAT MALKOÇ

Ayların sultanı ramazan, insanların ‘Bir’de buluştuğu, birbiriyle kaynaştığı ve yardımlaştığı müstesna zaman dilimleridir. Bu ayda kalpler yumuşar, merhamet yüreklerden taşar. Kadın erkek, zengin fakir, büyük küçük herkes aynı manevî iklimde soluk alır. Camiler insanlarla hayat bulur. Aynı apartmanda oturduğu halde aylarca birbiriyle görüş(e)meyenler teravih namazı saflarında buluşurlar. Mahalle sakinleri camilerde bir ve beraber olurlar.

Ramazan, büyüklerin oruç ayı olsa da bu ayda çocuklar da farklı bir iklime girerler. Çocuklar en az büyükler kadar sevinirler ramazanın gelişine. Bazıları küçük yaşlarına rağmen oruç tutmakta ısrar ederler; anne babaları ne kadar uğraşsa da onları bu kararlarından döndüremezler. En azından birkaç gün oruç tutarlar, bazıları yarım gün tutmayı denerler. Bu yaştaki çocukların oruca meyli ve merakı bir hayli çoktur. İftardan sonra kız çocuklar anne veya nineleriyle, erkek çocuklar ise baba veya dedeleriyle teravihe giderler. Cami onlar için bir maneviyattan öte bir oyun ve eğlence atmosferidir. Bir kısım çocuklar da teravihleri evden uzaklaşmak, derslerden kaçmak için bir vesile sayarlar; camilerde arkadaşlarıyla buluşurlar.

Çocuklar teravih namazlarında genellikle en arka safa gönderilir. Bu, çocukların arayıp da bulamadığı bir şeydir. Çünkü namazı oyuna ve eğlenceye döndürmek için ortam hazırlanmıştır. Teravih başlayınca çocuklar anne babalarını taklit ederek kendilerince namaz kılarlar. Fakat yan yana iki çocuk gelmişse, işi eğlenceye döndürmek, sulandırmak ve gülmek de kaçınılmazdır. Çocuk bir hayli küçükse, namaz kılanların önünden geçerek camiyi baştan sona dolaşabilir. Zira çocuklar bu yaşta davranışlarının değerlendirmesini yapamazlar. Bu hareketlerde bulunurken ince hesap yapmazlar, derinliğine düşünmezler. Fakat büyükler bu hareketlere hiç de hoşgörüyle bakmazlar. Bazı kaba softaların; namaz kılarken gülüşen, sağa sola bakıp dikkatleri dağıtan çocukları kolundan tutup camiden attığına da şahit olabilirsiniz.

Bu yılki ramazanın ilk teravih namazını kılmak için gittiğim bir camide şahit olduğum bir kabalığı aktarmak istiyorum size. Ramazanın bu ilk teravisinde çocuklar camiyi doldurmuştu. Namaza başlamak için ayağa kalktığımızda yaşı yetmişin üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bembeyaz sakallı bir ihtiyarın sekiz on yaşlarındaki bir çocuğu evire çevire dövdüğünü görerek üzüldüm. Cemaatin bakışları o noktaya yoğunlaştı. Müdahale etmeye kalkışanlar olduysa da çocuk ağır bir sille yemekten kurtulamadı. Sorsanız kendisini en büyük Müslüman olarak gören bu ihtiyar, yaptığı bu kabalıkla bunun gibi çocukları camiden soğuttu.

Çocuklar kötü alışkanlıklara bulaşmasın, dinine, geleneklerine bağlı inançlı insanlar olsunlar isteriz. Kahvehanelere, disko ve barlara giden gençleri ‘vurun abalıya’ misali insafsızca eleştiririz. Oysa bu gençleri, henüz çocukluk çağlarında bizler o mekânlara itmişiz. Camiye okumaya gelen çocukları en küçük yaramazlık yaptıklarında, haylazlık ettiklerinde, okuyamadıklarında falakaya çekmişiz. Cennetin güzelliklerini anlatacak yerde, cehennemin ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlatarak onları korkutmuşuz. Allah’ın ‘rahman’, rahim’ ‘halim’ sıfatlarından evvel ‘celal’ ve ‘kahhar’ sıfatlarını anlatarak ürkütmüşüz onları. Onlar da zamanla korkularını ümitsizliğe dönüştürmüşler. Kurtuluşu yanlış adreslerde aramışlar.

Başlangıcında rahmet, ortasında bereket ve sonunda mağfiret olan kutlu ramazan ayında kimsenin kalbini kırmamak gerekir. Bu kişi bir çocuksa daha da hassas davranmak bir zorunluluktur. Çocuklar varsın oynasınlar ama camilerden ve dinî duygulardan soğumasınlar.

Çocukları camilere ısındırmak için onları ramazanlarda camiye götürmek lazımdır. Hatta camiye gelen çocuklara lokum, çikolata ve şeker vermek de teşvik etmek açısından önemlidir. Bu küçük giderleri cami cemaatinden varlıklı bir hayırsever pekâlâ karşılayabilir. Bu çocuklar yarının büyükleri olacak; onlara Allah sevgisini, cami adabını öğretmek gerekir. Çocuklar manevî iklimde yetişirlerse ilerde büyük makam ve mevkilere gelince rüşvet almazlar, iltimas yapmazlar, işten kaytarmazlar; vicdanlarının sesini dinlerler; en büyük polisiye kuvvetin vicdanlarda saklı olduğu gerçeğini idrak ederek öylece hareket ederler.

RAHMET EŞİĞİ RUHUN BEŞİĞİ: RAMAZAN

M.NİHAT MALKOÇ

Açılsın kapılar, dağılsın kara bulutlar, yıkansın ruhlar, arınsın kalpler… O geliyor… O ki ayların sultanı, tenimizin canı, maneviyat kervanı, müminlerin hanı… Aç beyinler doyacak, ruhlar cilalanacak, kalpler mutmain olacak, gönül bahçeleri sevgi çiçekleriyle dolacak.

İyi ki geldin ramazan, gönül mabetlerimize teşrif ederek içimizdeki karanlıkları aydınlattın. Kurumuş gönül bahçelerimizin en nadide çiçekleri filizlendi. Rabbini unutanlar manzara-i umumiye bakarak yitiğini aramaya koyuldular. Manevî fırsatlar önümüze serildi ramazanla birlikte… Allah’ın sonsuz rahmetine mazhar oldu kullar… Rahmet sofrası önümüzde duruyor. Herkes kaşığının büyüklüğü ölçüsünce bu sofradaki manevî lezzetlerden payına düşeni alacak. Ne yazık ki bazıları bu nimetlerden istifade etmeyi düşünemeyecek bile.

Ramazan bize hayat vermeye, ruhumuzun eskiyen yanlarını tamir etmeye geldi. Bizlere bîçareliğimizi haykıran, gerçekte güç ve kudret sahibinin yalnız Allah olduğunu hatırlatan bu rahmet ikliminde büyütmeliyiz manevî hissiyatımızı. Ramazandan çok şeyler bekliyoruz. Ramazan bizleri değiştirecek, ruhlarımızı imar edecek, kötü alışkanlıklarımızdan eser kalmayacak inşallah… Ruhların Kâbe’si gönüller ramazan ikliminde daha bir müşfikleşecek. Kaskatı kesilen ruhlar ramazan iksiriyle hayat bulacak, genişleyip ferahlayacak… Katılaşmış kalpler pamuk yumuşaklığına erişecek. Birbirinden hep şüphe eden ve güven konusunda sınıfta kalan insanlar ramazan bağıyla birbirinden emin olacaklar.

Ruhumuzun karanlık dehlizlerini aydınlatacak ramazan… Minarelerden yayılan ışıklar ve mahyalar yolumuzu tayin etmede kılavuzumuz olacak. Sofralarımızı bereketlendirecek ramazan... Zenginle fakir arasındaki uçurum iyice küçülecek, yok olma noktasına gelecek. Zenginle fakir, siyah deriliyle beyaz derili, tahsilli insanlarla okumamış insanlar aynı manevî adrese yönelecek camilerde. Farklılıklar ramazanla birlikte buz gibi eriyecek, ortaklıklarımız dostluğun sigortası olacak. Manevî darboğazı aşmak için önümüze fırsatlar serilecek. Millî birlik ve beraberlik iyice pekişecek. Sahurda çalınan davullar manevî uykuda ısrar edenleri, kendilerini var eden(ler)i unutanları uyaracak. İnsanlar sevgide birleşecek inşallah…

Ramazanla birlikte hayatın merkezine oturacak bir yıl boyunca unutulan camiler… Saflar tutulacak teravih namazlarında. Açlar doyurulacak, sadaka ve zekât müessesesi çalışacak yine. Alım gücü olmayan garibanların kilerleri şenlenecek. Fakirler, zengin sofralarında ağırlanacak. Yıl boyunca duvara asılan ve unutulan Kur’an-ı Kerimler duvardan indirilerek ramazan ayı boyunca okunacak, hatta hatim edilecek. Kur’an hayata dâhil olacak...

Gündüzler oruçla, geceler teravihle idrak edilecek. İnsanlar hayırda yarışacak adeta... Maddî ve manevî kriz unutulacak, soframız ve gönüllerimiz bereketlenecek, canlanacak… Asık suratlarda gülücükler belirecek, gönül bahçelerinde zakkumlar yerini gonca güllere bırakacak. Sivil toplum kuruluşları, belediyeler, vakıf ve dernekler tarafından ramazan sofraları kurulacak. Bu sofralarda mideler aşla, ruhlar manevî feyizle ve muhabbetle doyacak.

Mübarek ramazan ayı, tadını unutamadığımız pideleri ve birbirinden güzel tatlıları soframıza taşıyacak. Ağzımız pide ve baklavalarla, muhayyilemiz ise dinî sohbetlerle tatlanacak. Ruhumuz ve damağımız, hasret kaldığı maddî ve manevî tatlarla hayat bulacak…

Ramazan iklimi insanları çepeçevre kuşatıyor. ‘Ramazan’ deyip de geçmeyin, bizdeki ramazan medeniyeti bir çınar gibi kök salmıştır hayatımıza. İslam ve insanlık her geçen gün biraz daha unutulsa da ‘ramazan’ köklü bir gelenek ve manevî atmosfer olarak devam ediyor. Ramazan ayı, yitiklerimizi hatırlatarak onları bulmanın artık bir mecburiyet halini aldığını haykırıyor bizlere. Ramazan geldiğini hayattaki feyiz ve bereketten, maddî ve manevî canlılıktan rahatlıkla anlayabiliyoruz. İçimiz genişliyor bu yüce aşk iklime girdiğimizde…

Ramazan, idrakimize vurulan paslı zincirleri kıracak. Ruhlarımızda manevî temizlik seferberliği başlayacak. Ramazan, eskiyen ruh dokularımızı yenileyecek. İyi ki geldin ramazan… Bu ayın İslam ümmetine hayırlar getirmesini Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

21 Haziran 2009 Pazar

Yurdumun Bayramı Nevruz

M.NİHAT MALKOÇ

Kışın kasvet verici günlerini geride bıraktık. Mart ayıyla beraber bahar mevsimi kendini hissettirmeye başladı. Öncelikle günler uzadı. 21 Mart günü, gündüzle gece birbirine eşit oldu. Bundan sonra gündüzler, gecelerden daha uzun olacak. Akşam hemen olmayacak. Gecelerin kısalması yaşlıların işine yaradı. Çünkü onlar, kışın uzun gecelerinden bıkmışlardı zaten... İhtiyarlar çok az uyku uyuyarak da hayatlarını idame ettirebilirler. Birçoğunun uykusu tutmaz. Uzun geceler onlar için kâbustan farksızdır. Fakat gençler için durum çok daha farklı!… Onlar uykuya hiç doyamıyorlar. Kış mevsiminin uzun gecelerinde ancak kendilerine gelebiliyorlar. Oysa fazla uyku uyumak hiç kimse için sağlıklı bir davranış değildir.

Bahar sadece günlerin uzaması demek değildir. Baharla birlikte dünyamız bambaşka bir şekil alıyor. Tabiat derin kış uykusundan uyanıyor; giydiği kalın kışlık elbiseleri bir çırpıda üzerinden atıveriyor; havaların ısınmasıyla beraber rengârenk libaslara bürünüyor. Dağlarda çiğdem çiçekleri boy veriyor. Yüksek tepelerdeki kar yığınları, güneşin o kavurucu sıcağıyla birlikte suya dönüşüyor. Çobanlar önlerine aldıkları sürüleri çayır çimen otlatıyorlar. Yanık bir kaval ezgisiyle birlikte dile geliyor körpecik kuzular!… Dallarda açan çiçekler zamanla meyveye duruyor. Tabiat bin bir renkli donunu giyiyor seher vaktinde.

Tabiat her şeyiyle düğün bayram ediyor. Badem ağaçlarındaki çiçekler, hayata “merhaba” dercesine hoş ve alımlı salınıp duruyorlar. Kır çiçekleri yeni âşıklara sevgi tomurcukları sunuyor. Aşkın sihirli havasına papatyalar da iştirak ediyor. Yeni açan yapraklar, bahar rüzgârlarıyla sallanıyor. Kırıp dökmüyor; sanki okşuyor. Toprağın altındaki canlılar yeryüzüne dönüş hazırlıkları yapıyor. Onlardaki sevinci tarif etmek imkânsız!.. Kolay mı aylarca kar altında hayat mücadelesi vermek? Onlar bayram etmesin de kim etsin? Karıncalar ağır adımlarla yolculuğa başlamış bile!... Ya kelebeklere ne demeli?... Hepsinde de apayrı bir heyecan!... Kış bitti, yeryüzüne göç başladı. Yaşasın bahar, aydınlık ve güneş!...

Kış da elbet kendi güzelliğiyle gelir ama uzun sürünce çekilmez olur. Bahar sevinci, tüm canlılarda ortak olan bir duygudur. Belirli bir mekâna hapsolan ruhların dirilişi ve bayramıdır bahar!… Duygularımızın tercümanı olan şairler de bahar temasını işlemişler şiirlerinde. Bunların başında yer alan Halide Nusret Zorlutuna, bakın nasıl karşılıyor baharı:

“Gel bahar, erit bu yolun karını
Geçen seneleri anmayalım hiç
Dinle bülbüllerin şarkılarını
Güllerin kıpkızıl şarabını iç

Saçında baygın bir gül kokusu var
Dudakların kızıl, karanfil gibi
Gözlerinde gülsün mine ışıklar
Sesinle büyüle çarpan her kalbi

Gel bahar, gel bahar, yakınlarda gül
Denize renginden armağan bırak
Ufuklarda gezin, göklere süzül,
Sonra yavaş yavaş in, içime ak…”

Uzun ve kasvetli kışın ardından gelen gül yüzlü bahar, insanın ruhunu okşuyor. Güneş, hücrelerimize hayat bahşediyor. Bahar gelince damarlarımızda dolaşan kan, sanki daha hızlı bir tempoda hareket ediyor. Onun içindir ki Türkler baharın gelişiyle birlikte bayram ederlerdi. Buna “Nevrûz” adı verilirdi. Nev “yeni”, rûz “gün” demektir. Her iki kelime bir araya getirilerek “yeni gün” anlamına gelen bir terkip oluşturulmuştur. Bu bayram Mart ayının yirmi birinde kutlanmaktadır. Vaktiyle İranlılarda da millî bayram olarak kutlanırdı.

Unutmak Felakettir

M.NİHAT MALKOÇ

Atalarımız: “Aklı beşer nisyan ile malûldür” demişlerdir.Yani insan aklı unutmaya meyillidir; insan çabuk unutur. Bazen kendimizi hayatın akışına öyle bir kaptırırız ki unutmamak ne mümkün!...Günlük meşgaleler, kurduğumuz planları ve hesapları alt üst eder. Unutmamamız gereken pek çok şeyi bir anda unutuveririz. Hatta öyle zamanlar gelir ki en sevdiğimiz dostumuzun adını bile hatırlamakta zorlanırız. “Acaba” ile başlayan “Tüh be!..” ile biten nedamet cümleleri kurarız. Oysa pişmanlıklar unutmanın ceremesini gidermez ki!...

Çağımız buhranlar ve debdebeler çağı… Hayatın kurşundan ağır yükü altında çok kere eziliyoruz. Gereksiz şeyler bizleri meşgul ediyor. Hayatımızı bir türlü sadeleştiremiyoruz. Başkalarının hayatı, zamanımızı çalıyor. Dedikodu kazanı kaynadıkça vakit öldürüyoruz.

Arkamıza dönüp bakmadan yaşıyoruz. Onun için de hatalarımızı göremiyoruz. İnsan, hayatı çok kere yoğun yaşıyor. Olaylar birbiri ardına gelişiyor. Bunun içine bir de kişisel hesaplarımız girince ayıkla pirincin taşını!... Sabah kalkışımızdan gece yatışımıza kadar o kadar çok şey yaşıyoruz ki!... Bir sürü ayrıntı…. Hayatta sürdürdüğümüz meşguliyetlere ve dost çevremizin genişliğine göre unutmanın dozajı şekilleniyor. Çok kere unutmamamız için notlar alıyoruz. Fakat her şey de yazılmaz ki!... Bir kişiyle karşılaştığımızda onu tanıyıp tanımama arasında gidip geldiğimiz esnada not defterimizi çıkarıp kopya çekemeyiz ki!...

Bizim unutmayla kastettiğimiz sadece bunlar değildir elbet.... En büyük felâket, kendimizi dünyanın geçici zevk ve heveslerine kaptırıp bizi yoktan var eden, bin bir çeşit nimetle rızıklandıran ve bizi kendisinin dünyadaki halifesi kabul eden Allah’ı unutmaktır. Dünyevî işlerle ilgili unutkanlıklar para, mal ve itibar kaybına yol açar. Ya Rabbimizi unutmanın getireceği iman kaybı bizi nerelere götürür? Bunun bedelinin ağırlığını bu cılız ayaklarımızla taşıyabilir miyiz? Bu ağır yükün altında titremez mi yüreğimiz ve ayaklarımız?

Nerden bakarsanız bakın unutmanın her çeşidi kayıptır. Fakat uhrevî hususlardaki nisyan, kelimenin tam anlamıyla bir büyük felâkettir. Hayat ne yazık ki bizi çok kere kendine çekip sarıp sarmalıyor. Gaflet denen illet gözlerimize simsiyah bir perde çekiyor. Varlıkları algılamamızda ciddi yanılgılar ortaya çıkıyor bu yüzden. Bunun en büyük sebebi iyi amellerimizin noksanlığıdır. Amelî konularda dirayetli olan basiretli insanların gafletleri uzun sürmez. Onların üzerinde ibadetlerin getirdiği koruyucu bir güç, tabir caizse bir zırh vardır.

Unutmak bu çağın hastalığı sanki… Herkes unutuyor. Kimi nereden geldiğini, kimi, de nereye gideceğini… Çok kere de inançlarımızın bize yüklediği sorumlulukları unutuyoruz. Yüce Allah bizlere unutma hususunda şu duayı etmemizi tavsiye ediyor: “... Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma... (Bakara S., 286.Ayet)

Üzerinde afiyetle yaşadığımız dünya, akıllara durgunluk verecek bir nizam içerisinde yaratılmıştır. Bu nizamı görüp de onun Nâzım’ını akıla getirmeyip yanlış ve çıkmaz sokaklara sapmak ne büyük bir aldanıştır. Bunun telâfisi tez elden tevbe edip şirkten ve günahlardan arınmaktır. Göklerde ve yerdeki varlıkların sahibi Allah’tır. Bunu şu ayette de görebiliyoruz: “Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa S., 126.Ayet)

Eşyaya bakıp tefekkür etmeliyiz. Bizler bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu gerçeğini merkez alan inancın soylu mensuplarıyız. Nasıl olur da bu harikulâde yaratılışa gözlerimizi kapayabiliriz; kulaklarımızı tıkayabiliriz. Zira dünyada rastlantıya rastlamak mümkün değildir. Her şey belli amaçlar uğruna, belli bir düzende yaratılmıştır. Akıllı insan, kendisine kitap ve peygamber gönderilmese de bu hakikati idrak edebilir.

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı unutmak ahmaklığın en bariz göstergesidir. Bu, gözüyle etrafı seyredip de gözün varlığından haberdar olmamak kadar abes bir durumdur. Allah bu gibi insanlara çarpıcı bir ihtarda bulunuyor: “... Onlar Allah’ı unuttular. O da onları unuttu...” (Tevbe S., 67.Ayet). Bu ihtar aklı olanlara yeter. Allah’ı unutmak!... Allah tarafından unutulmak!... Bu ne büyük bir ziyandır. Bu büyük ihmalin hesabını hangi birimiz verebiliriz?

Trabzonlu Kanunî

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon bir şehzadeler şehridir. Trabzon, tarihten bugüne kadar çok büyük şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu şahsiyetlerin başında da tarihin yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olan Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman gelmektedir. O, Trabzon’un gözbebeğidir. Trabzonlular onun gibi büyük bir dosta, şöhretli bir devlet adamına, bu topraklarda doğup büyüyen bir hemşehriye sahip oldukları için gururlanmaktadır. Kendisinin “Kanunî” diye tavsif edilmesi, zamanında etkili kanunlar koymasından ve koyduğu kanunları ısrarla uygulamasından dolayıdır. Cihan Padişahı Sultan Süleyman, Osmanlı Devleti bünyesinde çok önemli kanunlar çıkarmıştır. Batılılar sırf bu yüzden ona “Kanunî” sıfatını uygun bulmuşlar, onu bu adla anmışlardır.

Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlı Devleti’nin Yükselme Dönemi padişahlarındandır. Yavuz Sultan Selim’in oğludur. Annesi Hafsa Sultan’dır. Sultan Süleyman, 1494 yılında Trabzon’un Ortahisar Mahallesi’nde doğmuştur. O yıllarda babası Yavuz Sultan Selim Han, Trabzon’da Sancak Beyi’ydi. Bugünkü anlamda ‘vali’ statüsündeydi. Annesi Ayşe Hatun da İstanbul’daki sarayda yaşamak yerine oğlu Selim’in yanında, yani Trabzon’da yaşamayı tercih etmiştir. Mezarı da Atapark civarında kendi adına yaptırılan caminin avlusundadır.

Mısır’ı fethederek kutsal emanetleri İstanbul’a getiren, halifeliği Osmanlı Devleti’ne kazandıran, Osmanlı’nın halife unvanlı ilk padişahı olan Yavuz Sultan Selim, 1512 yılında şehzadelikten padişahlığa yükseldiği için Trabzon’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. O yıllarda oğlu Süleyman, 15 yaşındaydı. Yani Kanunî 15 yıl boyunca Trabzon’da yaşamıştır. İlk ve ortaöğrenimini bu şehirde tamamlamıştır. Bu kentin sokaklarında dolaşmış, bu kentin ekmeğini yemiş, suyunu içimiştir. Bu şehir onun hatıralarıyla doludur. Babası padişah sıfatıyla saraya intikal edince, kendisi de Manisa’ya Sancak Beyi göreviyle gönderilmiştir. Fakat o yaşadıkça, Trabzon’u hiç unutamamıştır. Trabzon’un eski valilerinden Nuri Okutan’ın da ifade ettiği gibi “Muhteşem Süleyman, kılıcının üzerinde hamsi motifi işletecek, zaferden zafere koşarken sırtında Trabzon ketanından gömlek giyecek kadar Trabzonludur ve ufkunu da Trabzon’dan almıştır.”

Cihan Padişahı Trabzonlu Kanunî Sultan Süleyman, 1520’de tahta çıkmıştır. Kendisi o zaman 26 yaşındaydı. Bu büyük insan, kesintisiz 46 yıl tahtta kalarak bir büyük rekora tuğrasını basmıştır. Kanunî 1494 ilâ 1566 yılları arasında olmak üzere 72 yıl yaşamıştır. 72 yılda bin yıllık hizmet ifa etmiştir dersek fazla abartmış olmayız. Batılıların ona “Muhteşem Süleyman” demesi boşuna değildir. Şâirlerimizden Selâhaddin Yılmaz’ın şu dörtlüğü onu ne güzel anlatıyor:

“Doğu, batı, güneye sayısız sefer yapan,
Osmanlı tarihine altın sayfalar yazan,
Halifelikten başka, gerçek Müslüman olan,
Cihana hâkim olan Kanunî Süleyman’dır.”

Kanunî Sultan Süleyman sadece padişahlıkla meşgul olmuyordu, o aynı zamanda bir şâirdi. “Muhibbî” mahlâsıyla(şiirdeki takma ad) Klasik nazım şekilleriyle birbirinden güzel şiirler yazıyordu. Şiirlerinde arûz ölçüsünü kullanıyordu. En sevdiği şâirler Bâkî ve Fuzulî’ydi. Binlerce divan şiiri vardır Muhibbi mahlaslı Kanunî Sultan Süleyman’ın… Şiirlerini Divan’ında bir araya getirmiştir. Yani onun mürettep bir Divan’ı mevcuttur. Şiirleri usta Divan şairlerinin şiirlerinden hiç de eksik değilidir. Onun sağlıkla ilgili olarak söylediği şu beyit herkesin hafızasında yer etmiştir:

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

(Türkçesi: Halk arasında makam, mevki ve zenginlik itibar edilen, sevilen bir unsurdur. Oysa dünyada en kıymetli şey sağlık ve sıhhattir.)

Kanunî çok zeki bir yöneticiydi. Bir o kadar da âdildi. Âlimlere ve sanatçılara çok değer verirdi. Pek çok zafere imzasını atmıştır O... Bunlar arasında Rodos ve Belgrat’ın fethini, Mohaç, Budin, Estergon zaferlerini, Viyana, Almanya, İtalya, Avusturya seferlerini sayabiliriz. Kanunî, Trabzon için eşsiz bir değerdir. Bizler onunla hemşehri olmaktan gurur ve onur duyuyoruz.

Şehitler Ölmez

M.NİHAT MALKOÇ

En mukaddes değerlerin başında gelir vatan bizim için… “Vatan sevgisi imandandır” demiş bizim manevî rehberimiz olan Resulullah Efendimiz… Bu söz, vatana dair sevgimizi daha bir derinleştirmiştir. Vatan annemiz, babamız kadar kıymetlidir bizim için. Onun için veremeyeceğimiz hiçbir maddî ve manevî varlık yoktur. En değerli varlığımız bizi diri ve iri tutan canımızdır. Vatan deyince ölüm gelir aklımıza. Bunun için yıllarca ölmüşüz. Canımızı feda etmişiz vatan ve millet yolunda, üstelik hiç de tereddüt etmeden ve gocunmadan…

Türk milleti kahramanlığıyla ve vatan için ölümü göze alışıyla nam salmıştır dünyada. Çanakkale bunun en canlı örneğidir. Çanakkale sanki açık bir kahramanlık müzesidir. Buraya gidenler Türk’ün vatan sevgisini ve kahramanlığını anlamak için söze ihtiyaç duymazlar. Gördükleri, bu milletin yiğitliğini anlamak için onlara kâfi gelir. Çanakkale’de tepelere yazılan şu ifadeler bu toprakları gezenlere ihtarda bulunmaktadır, onların gözünü açmaktadır:

“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver: Bu sessiz yığın Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız gölgesiz yolun sonunda Gördüğün bu tümsek, Anadolu’nda İstiklal uğrunda, namus yolunda Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.”

Değerlerin en yücesi olarak görmüşüz milleti ve milliyeti... Birlik ve beraberliğimizin çimentosu olmuş asırlarca. Fıtrî olan vatan sevgisi bizde en yüce mertebeye ulaşmış, adeta taçlanmıştır. Vatanını seven, onu her türlü tehlikelerden korumak için canını siper eder. Bu necip millet bu cesareti ve örnek davranışı defalarca göstermiştir. Tabir caizse bu toprakların her bir karışı Müslüman Türk milletinin mübarek ve muazzez kanıyla sulanmıştır. “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” diyen şair Mithat Cemal’e davranışlarımızla ses vermişiz.

Tarihte ne çekmişsek vatansız ve milliyetsizlerden çekmişiz yıllar boyunca. Onlar çok kere bizden görünerek bizlere kuyu kazmışlardır. Çoğu Moskova’da zehirlemiştir dimağını. Onlar ki aldıkları zehirleri yurdumuzun genç ve dinamik evlatlarının bakir muhayyilesine zerk etmişlerdir. O zehrin panzehiri olmuş kalbimizde besleyip büyüttüğümüz vatan sevgisi... “Bu Vatan Kimin?” suali sorulunca dile gelmişiz Orhan Şaik Gökyay’ın şu mısralarında:

“Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir…”

Biz müslümanlar kadere imanı, müslümanlığın gereği olarak biliriz. Ölüm de kaderin tecellisidir itikatımızca. Büyük mutasavvıflardan biri olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, ölümü “Şeb-i Arûs”(Düğün Gecesi) olarak nitelendiriyor. Rûh, Rabbine, gerçek mekânına kavuşunca huzura erer. İmanı kâmil insan ölümden asla korkmaz. Çünkü bizler ölümü yok oluş değil, ‘sonsuzluğa yolculuk’ olarak kabul ediyoruz. Ölüm bitiş değil, taze bir başlangıçtır bizce. Tasavvuf şâirlerimizden Yunus Emre bu hakikati şu veciz beytiyle dile getiriyor:

“Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın”

Aslında ölümlü olan sadece tendir, ruhlar ölmez. Her şeye maddeci gözle baktığımız için ruhu bir kenara bırakarak teni ulvileştiriyoruz. Oysa Yunus’un dediği gibi:

“Ten fânidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez;
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.”

Allah yolunda canını feda eden Müslüman’a ‘şehid’ denir. Vatan, millet ve Allah için mücadele ederken öldürülenler şehittir bizim gözümüzde. Ölümlerin en makbulü ve mübareği şehadettir. İslam’da en büyük mertebedir şehitlik… Ahrette Peygamberlikten sonra en büyük makamdır şehitlik… Onların bütün günahları Allah tarafından affedilir. Böyle bilindiği ve de böyle kabul edildiği için bizim milletimiz bu makama erişmek için hayatı elinin tersiyle itmiştir. Milletimiz uzun yıllar boyunca iç ve dış düşmanlarla çarpışarak binlerce şehit vermiştir. Son yıllarda başımıza musallat olan terör belâsı yüzünden binlerce gencimizi toprağın kara bağrına gömdük; ne yazık ki taze fidanlarımızı toprağa gömmeye hâlâ devam ediyoruz. Yurdumuza ve huzurumuza kastedenler kin ve nefretlerini gece gündüz kusuyorlar.

İnsanın en değerli hazinesi şüphesiz ki ona hayat veren canıdır. Allah; vatan, millet ve iman uğrunda ölenleri mükâfatlandıracağını, onlara cenneti bahşedeceğini şu ayetlerde vaat ediyor: “Allah yolunda öldürülenler(şüheda) için “ölülerdir” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Lâkin siz sezmezsiniz.(El-Bakara S.154.Ayet)… “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Hayır, onlar Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.”(Âl-i İmran S.169.Ayet)

Şehitlik çok mukaddes bir mertebedir Hakk’a inananlar için… Peygamberimiz bu hususta şöyle buyuruyor: “Allah yolunda(din ve vatan müdafaası gibi faziletler uğrunda) kanını akıtan, canını feda eden müminlerin makamı cennette en büyük makamdır ki, bunun sevabına hiçbir amel ve ibadet ile erişilemez. Bunların kul haklarından başka bütün günahları affolunur.”…”Allah yolunda şehit olanlar o anda cennetteki makamlarını gördükleri için her türlü acıları unuturlar. Ve onlar Rableri katında rızıklandırılırlar.”… “Şehit olanlar ahirette makamlarını gördükleri zaman, ne olaydı yüz defa şehit olup tekrar dirilsem ve tekrar şehit olsaydım, diyeceklerdir.”… “Şehitler yakınlarından yetmiş kişiye şefaat ederler.”

Yüce Türk Milleti tarihte nice destanlara imzasını attı. Ölenler şehit, kalanlar gazi oldu. Hiçbiri, ölümün soğuk kollarına atılırken tereddüt etmedi. Çünkü onlar Allah’ın şehitlere ettiği vaatleri çok iyi biliyorlardı. Ölerek ölümsüzlüğe kanatlandıklarının farkındaydılar. Şehitlik, fâni teni ebedî kılmanın yoludur. Yiğit askerlerimiz bu şuurla hareket ederek tenlerini ulvîleştirmişlerdir. Geçici olanı bâkiye tebdil etmişlerdir. Onun içindir ki Türk tarihi şanlı zaferlerle doludur. Türklerdeki ‘alperen’ ruhu onların cesaretini bilemiştir.

Ölüme atılmak yürek ister; hem de korlaşmış bir yürek!.. Kolay değil yârdan ve serden geçmek!... Bu millet tereddüt etmeden hem yârdan, hem de serden geçebilecek derecede fedakâr olduğu için yeri geldiğinde yedi düvele karşı gelebilmiştir. Teknolojik üstünlükleri fevkalâde olan düşmanı, imanlı göğsünü siper ederek püskürtmüşlerdir. Mehmetçiğin imanının büyüklüğünü ve cesaretini merhum şâir Fuat Azgur bakın nasıl ifade etmiştir:

“ Bu akşam yıldızlar sararmış gibi Tepeler titreşir hava kış gibi Bir dağın sırtında dağ varmış gibi Omuzlamış bir Mehmet’i Mehmet’im”
Türkiye, devletiyle ve milletiyle bir bütündür. Bu topraklarda yaşayan, ülkemin ekmeğini yiyen, suyunu içen, bu vatana kin ve nefret beslemeyen herkes ırkı ne olursa olsun bu toprakların bir parçasıdır. Onlar bizim dostlarımız ve kardeşlerimizdir. Bizler kafatası milliyetçiliği güden dar zihniyetli, örümcek kafalı insanlar değiliz. Bizde hissiyattan önce hakikatler konuşur. Hakikat konuştuğu yerde de şahsî duygular susar, hakikate tabi olunur. Bu vatanı en çok seven kimseler en süslü laflar edenler değil, memleket için hizmet edenlerdir.

Bu topraklar serdengeçtilerle doludur. Vatan, din, namus ve bayrak deyince gönül teli ses verir. Vatan tehlikede olduğu zaman, yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun herkes gönüllü askerdir bizde. Böyle bir iman kalesi asla sarsılmaz. Tarihte sarsılmadı; bundan sonra da böyle olacaktır. Bakmayın barış zamanlarında gevşek göründüğümüze… Biz zor zamanda kenetlenmesini bilen ender milletlerin birincisiyiz. Onun için herkes rahat uyusun. Bu bayrak inmez; bu ocak sönmez. Türklerin birliğinin ve beraberliğinin çimentosudur zorluklar… Keşke normal zamanlarda da bu birliği sağlayabilsek… Allah, Müslüman Türk’ü korusun!...

Şiirin Doruklarında!...

M.NİHAT MALKOÇ

Şiir, başkalarının düşünüp de kelimelere dökemediği duygu, düşünce ve hayalleri estetik kaygılar gözeterek yansıtmaktır. Bunu gerçekleştirmek her kişinin yapabileceği bir iş değildir. Yani her insan şiir yazamaz. Belki manzume tarzında bir şeyler karalar ama bunlar hiçbir zaman şiir kabul edilmez. Şâirlik Allah vergisidir bir yerde… Çalışmayla, zorlamayla ve inatla şâir olunmaz. “Vermezse mabut neylesin Mahmut” misali, kendisinde şâirlik ruhu olmayan insanlar, şiirsel karalamalarında daima tekrara düşerler. “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” sözü gereğince bir tekrar faslı devam eder gider. Bu da şiirin ruhuyla bağdaşmaz. Oysa şiir yeniyi dile getirme, söylenmeyeni söyleme becerisidir bir anlamda.

Şiir yazmak ilk bakışta kolay görünse de aslında zordur. Şiir görünürde imkânsızı yakalama olayıdır. Başkalarınca tarifi imkânsız duygular şâirin belleğinden süzülerek estetik değer kazanıp şiir olur. Sözlükteki sıradan kelimeler şiirde estetik kıymetler taşır. Şairlerin diliyle kalbi arasında duygu süzgeci vardır. Kalpten gelen her türlü duygu ve düşünce dile ulaşmaz. Bu iki uzuv arasındaki manevî süzgeç, kaba lâfların dışarıya çıkmasını engeller. Dile ulaşanlar şiirsel bir özellik taşırlar. Böylelikle de herkes tarafından sevilerek okunurlar. Bilindiği gibi iki çeşit şiir vardır. Bunlar serbest şiir ve kafiyeli şiirdir. Gerçi geçmişte revaçta olan aruz ölçüsünü de katarsak ölçü sayısı üç olur. Fakat aruz günümüzde pek kullanılmıyor.

Şiirde ölçülerin hiçbirinin ötekine üstünlüğü yoktur. Şiiri adam eden, estetik kılan ölçü değildir. Şiir yazma kabiliyeti olanlar her iki türde de mükemmel eserler ortaya koymuşlardır. Hangimiz serbest tarzda yazan Orhan Veli Kanık’ın şiirlerine kötü diyebiliriz? Veya hangi birimiz Beş Hececiler’in yazmış olduğu kafiyeli şiirleri kötü olarak nitelendirebiliriz? Kanaatim şudur ki kafiye ve ölçü şiirin kıymetini ne artırır, ne de azaltır. Şiirin güzelliği kafiye ve ölçüde gizli değildir. Şiirin güzelliği şâirin ruhunda gizlidir.

Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır. Bir şâir ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur. Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır. Bir şâir bazen ölçülü, bazen de serbest yazabilir. Bu, şairin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî ahvaline ve mevcut hâline bağlı bir durumdur. Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır. Güzelliği ölçü sağlayamaz bir başına. Şiirin içinde onu diğer sözlerden farklı kılan tarifi imkânsız bir başkalık vardır.

Şiir ölçü ile ne değer kazanır, ne de ölçüsüz olunca değerinden bir şey kaybeder. Bence şiirde önemli olan üslûptur. Şâir kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından koşagelir. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şâirlerin büyüklüğü üslûplarının biricikliğinde gizlidir. Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır. Öncelikle onların sözlere yükledikleri özgün anlamlar ve söyleyiş tarzları dikkate alınmıştır. Doğrusu da budur zaten. Herkes iyi veya kötü yemek yapar. Fakat ‘aşçı’ sıfatını taşıyanlar başkalarından farklı ve bir anlamda profesyonel yemek yapar. Onların yemeğin tuzunu koymayı unutma, suyunu fazla koyma gibi hata yapma lüksleri yoktur. Şairler de böyledir. Sözlerimi Fransız şair Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden aldığım dörtlüklerle bitirmek istiyorum:

“Tut belâgatı boğazından, sustur,
El değmişken bir zahmete daha gir:
Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?

Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi?”

Hayırsever Bir Sima: Hacı Osman Öztürk'ün Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Halkımız, dünyadaki ömrün kısalığını ifade etmek için “Üç günlük dünya…” ifadesini kullanır. Gerçekten de öyle değil midir? Dünyadaki yaşam süresi ebedî hayata göre ‘üç gün’ gibi kısa bir zaman diliminden ibaret değil midir? Türkiye’de ortalama ömür erkeklerde 65, kadınlarda 70 olarak hesap ediliyor. Bunu güne çevirdiğimizde erkeklerde 23725, kadınlarda 25550 güne tekabül ediyor. Hafta olarak da erkeklerde 3380, kadınlarda 3640 haftaya karşılık geliyor. Aya çevirdiğimizde erkekler ortalama 780, kadınlar ise 840 ay yaşıyor. Bu ortalama ömrü saate, dakikaya, hatta saniyeye bile çevirebilirsiniz. Demek ki önümüzde bir ömür harmanı var. Bu harman her gün eksiliyor; eksilenin yerine yenisi gelmiyor. Yani hep tüketiyoruz takvim yapraklarını. Her gün biraz daha yaklaşıyoruz sonsuzluğa, hesap vermeye.

Gün geçmiyor ki bir yakınımızı, bir tanıdığımızı kaybetmeyelim. Vakti dolan ebedî yolculuğa çıkıyor. Bu sessiz yolculuk bize Yahya Kemal Beyatlı’nın şu dizelerini hatırlatıyor: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. / Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; / Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. / Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden. / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden”

Büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirinde tarif ettiği bu ‘sessiz yolculuk’ dünyanın ölümü anlamına gelen kıyamete kadar fasılasız olarak devam edecektir.

Geçenlerde ablamın kayınpederinin cenazesine gittim. Gün boyu ölüm atmosferini teneffüs ettim orada. Musallada kendimi gördüm bir an. ‘Ya teneşirdeki ölü ben olsaydım…’ diye düşündüm. Geçen ömrümün hesabını rahatça verebilir miydim? “İbret için ölüm yeter” diyor Resulullah Efendimiz… Bizler musalladakine değil, kendimize ağlayalım. Çünkü bizler de bu yolun yolcusuyuz. Yolun neresinde olduğumuzu sadece yüce Rabbimiz bilir.

Güneşli Köyü’nden Hacı Osman Öztürk’ü de kaybettik. O da Hakk’a yürüdü. ‘Kimdir Hacı Osman Öztürk; hakkında yazı yazılmaya değer ne iş yapmıştır?’ diye merak edeniniz olabilir. Söyleyeyim dostlar… Edebî âleme uğurladığımız Hacı Osman Öztürk, yıkılmaya yüz tutmuş bir camiyi büyük bir cesaret ve hayırseverlik örneği göstererek yıkıp yeniden yapmıştır. Bugüne kadar onlarca kişinin düşündüğünü, o gerçekleştirmiştir.

Benim de köyüm olan Güneşli’nin eski bir camii vardı. Yüzyılların eseriydi bu eski ve yorgun cami… Her bayramda caminin yıkılıp yenisinin yapılması planlanırdı. Herkes bu konuda görüş sarf ederdi. Fakat sözler hep ortada kalırdı. Tabir caizse havanda su dövülürdü. Bu konuşmalar, planlamalar ve tartışmalar yıllarca öylece devam etti; netice bir çözüm bulunamadı. Ta ki hayırsever Hacı Osman Öztürk işe el atıncaya kadar… O, işin içine girdi ve büyük bir hayırseverlik örneği göstererek caminin yıkımına ve yerine yenisinin yapılmasına karar verdi. Yani caminin yapımını üstlendi. Caminin yapımının organizasyonunu üzerine aldı. Cami kısa sürede yıkıldı. Osman Amca hayırsever insanların ayağına giderek onlardan cami için belli miktarda para topladı. Fakat caminin masraflarının çoğunu kendisi karşıladı. Yıllarca tartışması süren ve adeta yılan hikâyesine dönen cami yapımı Hacı Osman Öztürk’ün işe el atmasıyla kısa sürede gerçekleşti. Bilenler bilir, çok güzel olan bu cami Güneşli’de köylülere şimdi hizmet veriyor. Caminin iki minaresinden biri henüz yapılabilmiş değil. O da bir hayırseverin yardımını, himmetini bekliyor. Böyle bir hayır hikâyesi Güneşli Camii inşası.

Güneşli Camii’nin yapılmasında çok büyük bir hayırseverlik ve gayret örneği gösteren Hacı Osman Öztürk de her fani gibi hayata veda etti. İzmit’te yaşayan Öztürk, 21 Haziran 2009 Pazar günü İzmit’te toprağa verildi. O öldü ama onun dünyadaki en büyük eseri olan Güneşli Camii, Müslümanlara hizmet etmeye devam ediyor, kıyamete kadar da edecek. O eser yaşadıkça onun banisi olan merhum Hacı Osman Öztürk’ün amel defteri de açık kalacak. Çünkü O, hayırlı bir hizmet kapısının açılmasına vesile olmuştur. Allah’ın dünyadaki evi olarak sayılan bir camiyi Müslümanların ibadeti için inşa ettirmiştir. O; yaptığı bu büyük eserden dolayı, Allah’ın izniyle, manevî lütuflara mazhar olacaktır. Allah rahmet eylesin.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Nuriye Akman'ın Mihmandarı Olmak...

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon, yazarların uğrak yeri oldu kitap şenliğinde. Bir yazar gitti, öbürü geldi… Bizler de yazarlara mihmandarlık ettik bir hafta boyunca… Kimin hangi yazarın mihmandarı olacağını kıymetli arkadaşım Vali Danışmanı Hasan Dilekoğlu belirliyordu. Bana da Nuriye Akman’ın mihmandarlığı görevini vermişti Dilekoğlu… Bunu duyunca çok sevindim, biraz da heyecanlandım. Çünkü Nuriye Akman’ın zor bir kadın olduğunu, kolay memnun edilemeyeceğini biliyordum. Nuriye Akman daha gelmeden evvel ilk işaret gelmişti bile.

Kuzey TV’de Nuriye Akman’la program yapılması planlanmıştı. Fakat durum Akman’a bildirilince yorgunluğunu mazeret olarak ileri sürerek programa çıkmayı nazikçe reddetti. Bir sorun da Akman’ın biletinde çıkmıştı. Nuriye Akman aslında dul bir kadın… Yani eşinden boşanmış yıllar önce. “Akman” onun eşinin soyadı... Fakat o soyadla meşhur olduğu için resmiyette olmasa da o soyadı kullanıyor. Fakat gerçek soyadı Ural… Onun için uçak biletinde ufak bir sorun çıktı. Daha sonra devreye girilince bu küçük sorun da aşıldı.

Nuriye Akman röportaj alanındaki çalışmalarıyla ün yapmış bir gazeteci yazarımız… Röportajları sıra dışı, usta işi… Röportajlarında hatır gönül dinlemeden cesurca kelle kopartıcı sorular sorabilen bir gazeteci… Bu yüzden bazı röportajları yarıda kalmış, hatta huzurdan kovulmuş bile… Bunlar arasında Şevket Kazan’la yaptığı röportajı sayabiliriz. Onun, nur cemaati lideri Fethullah Gülen’le yaptığı uzun seri röportaj da çok ses getirmiştir.

Nuriye Akman ailece yazar bir ailenin ferdidir. Babası, kendini dünya gezegeninde bir yolcu kabul eden Kemal Ural ve kardeşi Şule Yayınları’nın sahibi A.Ali Ural sevilen usta yazarlardır. Nuriye Akman böyle bir aile içinde yetiştiği için doğal olarak yazarlığı seçmiştir.

Nuriye Akman’la evvela İkram Sofrası’nda kahvaltıda buluştuk. Sohbeti kahvaltıda başlattık sizin anlayacağınız… Kahvaltıdan sonra Affan Kitapçıoğlu Lisesi’ne doğru yola çıktık. Okulun toplantı salonunda öğrencilerle güzel bir söyleşi gerçekleşti. Öğrencilerin önünde Nuriye Akman’ın “Örtü”, “Nefes” romanları vardı. Akman, çok rahat konuşan ve dinleyiciyi sıkmayan bir yazar… Türkçeyi çok güzel kullanıyor. Cümleleri açık ve duru… Karşısındakileri etkileyebilen bir konuşma tarzı var Akman’ın... Kendisi soru sorma sanatı konusunda uzman olduğu için öğrencilerin sorularını beğenmeyince, soruları düzeltti, doğru ve yerinde soru sorma sanatı hakkında ipuçları verdi. Bu konuda öğrencileri aydınlattı. Söyleşinin sonunda öğrencilerle hatıra fotoğrafları çektirdi, kitaplarını imzaladı.

Affan Kitapçıoğlu Lisesi’nden ayrıldıktan sonra Nuriye Akman’ı Trabzonlu araştırmacı-yazar Necmeddin Şahinler’in konfeksiyon mağazasına götürdüm. Daha evvel tanışıyorlar birbiriyle... Şahinler ona çeşit çeşit birbirinden güzel yöresel hediyeler takdim etti. Zamanımız kısıtlı olduğu için Şahinler’in bütün ısrarlarına rağmen orada çay bile içemedik.

Daha sonra Nuriye Akman’la Akçaabat’a hareket ettik. Yol boyunca geçtiğimiz yerleri kendisine tanıttım. Trabzon’a ve yöre kültürüne dair bana sorduğu sorulara cevap vermeye çalıştım. Öğle yemeğimizi Akçaabat’ta Körfez Köfte Salonu’nda yedik. Biz oraya vardıktan sonra Nazan Bekiroğlu ve Beşir Ayvazoğlu geldi. Aynı masada yedik yemeğimizi. Nazan Bekiroğlu’yla Nuriye Akman sıkı dostlar… Bekiroğlu, İstanbul’da Akman’a misafir olmuştu. Onlar yemek boyunca baş başa konuşup hasret giderdiler. Ben de Beşir Ayvazoğlu’yla kültür, sanat ve edebiyata dair sohbet ettim. Türk Edebiyatı Dergisi’ni konuştuk kendisiyle.

Öğle yemeğinden sonra Nuriye Akman’ı alıp Boztepe’ye götürdüm. Boztepe’den Trabzon’u temaşa ettik. Semaverde çay içmeyi düşünüyorduk ama hava rüzgârlı olduğu için çay içemedik. Oradan ayrılıp Trabzon’daki okullarımızdan Yunus Emre Lisesi’ne götürdüm onu. Akman orada da söyleşti öğrencilerle. Programın başında Akman’ın hayatı sunum halinde öğrencilere gösterildi. Akman’ın kitapları öğrencilere dağıtılmıştı daha önceden... Hoş bir sohbet oldu. Öğrenciler sorular sordu. Kitaplar imzalandı, fotoğraflar çekildi. Akşam yemeğini Forum Nihat Usta’da yedikten sonra Nuriye Akman’ı İstanbul’a uğurladık.

16 Haziran 2009 Salı

Dursun Gürlek'le Trabzon'da Soluklanmak...

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon Valiliği tarafından düzenlenen Kitaplı Hayaller Vadisi-Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nde birçok yazarla birebir konuşma fırsatım oldu. Bunlardan birisi de Dursun Gürlek’ti. Dursun Gürlek’le sabah kahvaltısını İkram Sofrası’nda beraber yaptık. Yemek boyunca kültür, sanat, edebiyat üzerine derin sohbetlere daldık.

Dursun Gürlek de benim gibi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni… İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş… Önceleri Yeni İstanbul, Tercüman, Hürriyet, Günaydın gazetelerinde çalışmış. Değişik okullarda Türkçe ve Edebiyat Öğretmenlikleri yapmış. Meşale, İnanç, Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Kültür Dünyası gibi dergilerde yazıları yayınlanmıştır. Bir ara Tarih ve Düşünce dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yapmıştır.

Araştırmacı-Yazar, kültür adamı Dursun Gürlek şeker gibi bir insan…. “Ağzından bal damlıyor” diye tavsif ettiğimiz insanlardan biri… Her konuda çok dolu bir kişi; fakat dolu olduğu kadar da mütevazı… Onun yüzünde Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hoca Ahmet Yesevî’nin nurunu gördüğümü söylersem abartmış olmam sanırım. Hani derler ya, yazar dediğin biraz gururlu ve kaprisli olur. Ben bazı yazarlarda gördüğüm bu özellikleri Dursun Gürlek Ağabey’de hiç görmedim. Onun içindir ki benim gözümde daha çok büyüdü.

Dursun Gürlek Ağabey son dönemin parmakla gösterilebilecek kültür tarihçilerinden biridir. Otuz yıldan beri bu alanda kalem oynatıyor, dili döndükçe bizim değerlerimizi bize ve Türklerle ilgilenen ecnebilere tanıtıyor. Bazen de kültür turlarında kafilelere rehberlik ediyor.

O, gençlik yıllarında Tahsin Banguoğlu, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, Ömer Faruk Akün, Necmettin Hacıeminoğlu gibi üstatların rahle-i tedrisatından geçti; onların sohbetlerine iştirak etti. Üstad Cemil Meriç’e altı ay boyunca gönüllü olarak kitap okudu.

Dursun Gürlek, zamanın kıymetini bilenlerden ve onun içini hakkıyla dolduranlardan birisidir. Birçok hizmeti bir arada yürütüyor. Bu kadar işe nasıl yetiştiğini anlamakta zorlanıyor insan… Onun Mehtap TV’de yayınlanan “Zamanın İzinde” adlı kültür programı seyredilmeye değer… Bu programları özellikle gençlerimizin seyretmesini öneriyorum. Bu programları seyredenler nasıl ihtişamlı bir tarihî ve kültürel geçmişe sahip olduğumuzu görerek gururlanacaklardır. Zira bu programlar tarihî mirasımızı gün ışığına çıkarmaktadır.

Dursun Gürlek de benim gibi bir kitap kurdu, neyi varsa kitaba yatırmış. Çok zengin bir kütüphanesi olduğunu bilmeyen yoktur. O en büyük yatırımını kitaplara yapmıştır. Çok iyi bir okur olduğunu sanırım söylemeye gerek yoktur. Okuyup doluyor, yazıp boşalıyor O…

Dursun Gürlek’le öğle yemeğini Akçaabat’ta Körfez Köfte Salonu’nda, akşam yemeğini ise Forum Nihat Usta’da yedik. Trabzon’u çok beğendiğini, burada yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu söyledi bana. Aynı zamanda Trabzon mutfağına hayran kaldığını belirtti. Maçka’yı, Hamsiköy’ü, Sümela Manastırı’nı gezdi. Trabzon’un doğasına hayran kaldı.

Gürlek’in Osmanlıcası çok iyi… Kubbealtı Kursları’nda Osmanlıca dersleri veriyor. Kadim dilimizi gençlere sevdirerek öğretiyor. Onu en çok rahatsız eden şey kültürümüze yeterince sahip çıkmamak, ondan bîhaber yaşamak ve ecnebi değerleri baş tacı etmek…

Kültür araştırmacısı Dursun Gürlek gibi bir deryanın Trabzon’da yaşamasını ne kadar da çok isterdim. İstanbullular böyle bir irfan abidesine sahip oldukları için kendilerini bahtiyar görmelidir. Onun her gün İstanbul’un bir semtinde bir kültür etkinliğinde aktif olarak görev aldığını basından ve internetten duyuyorum. Dedim ya, onda o bilindik yazarlık kompleksleri hiç yok… Nereye çağrılırsa oraya gidiyor. Trabzon’a çağrıldı, hemen geldi. O, kendine değil; milletine çalışıyor. Onun makam, mevki, unvan, adını duyurma gibi bir derdi yok. Zenginliğe hevesi olmadığı için de paranın peşinde koşmuyor. O hırsla değil, kanaatle besleniyor.

Dursun Gürlek’i çok sevdim ve sohbetinden büyük keyif aldım. Ülkemizde onun gibi yüz tane şahsiyetimiz olsa bizi hiç kimse tutamaz. İyi ki tanımışım bu tevazu abidesini… Rabbim böyle güzel insanların sayısını artırsın. Kendisine bereketli bir ömür diliyorum.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Gazeteci Ömer Güner'in Ardından...

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm hayata dâhildir aslında; hayatın bir parçasıdır bir başka açıdan bakarsak… Ayrılık yönüyle dikkate alındığında ölüm bir anlamda hayattan mezun olmaktır; fakat asla ve asla bir son değildir. Büyük şair Yahya Kemal ne güzel ifade etmiş bazılarına ürkütücü gelen bu gerçeği: “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde/Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter./Ve serin serviler altında kalan kabrinde/Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter”

Hayatla ölüm birbirine zıt kavramlar olarak görülse de aslında biri diğerinin sonucudur. Zahirde biri ışıltılı, öbürü karanlık görülse de birbirinden ayrılmaz hayatla ölüm… Onun soğukluğuyla irkiliriz çoğu zaman… Bir türlü kabullenemeyiz yakınlarımızın sonsuzluğa göç edişini. Lakin ölüm de hayat kadar bize yakındır ve bir o kadar da gerçektir. Son istasyondur o kısa hayat yolculuğumuzda... Bu yolculuğun gidiş bileti olsa da dönüş bileti yoktur biline!... Bizler imanlı insanlarız. Biliriz ki “O’ndan geldik; O’na döneceğiz”

Dostların hayattan göç edişi bizi ölüm üzerine düşünmeye sevk ediyor. Gazeteci-Yazar Ömer Güner’in ölümü de beni ölüm üzerine düşünmeye yöneltti. Trabzon bir büyük değerini daha kaybetti. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Eski Başkanlarından Gazeteci-Yazar Ömer Güner aramızdan ayrıldı. Ona dostları “Ömer Emice” diye hitap ederdi çoğu zaman… O; hoşgörülüydü, insan sevgisiyle yüreği pır pır eden bir insandı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucularındandı O… Bu cemiyetin Onursal Başkanı’ydı kendisi... Son nefesine kadar gazeteci kimliğini ve heyecanını yaşadı ve yaşattı sevgili Ömer Güner.... İlerleyen yaşına rağmen gücünü ve meslek heyecanını hiçbir zaman kaybetmedi. Hasta olmasına rağmen, eskisi kadar uzun yazamasa da, Karadeniz Gazetesindeki yazılarına devam etti.

11 Haziran 2009 Perşembe günü vefat etti Trabzonlu kıdemli gazeteci Ömer Güner… O, Trabzon’un son yarım yüzyılını kalemiyle aktardı okurlarına. Cumhuriyet Gazetesinin Trabzon Temsilciliğini yaptı uzun yıllar… Karadeniz Gazetesinde “Arada Bir” adlı köşesinde Trabzonlulara seslendi. Trabzon’un son yarım asrını onun objektif kaleminden okuduk.

Dolu dolu yaşadı O… Trabzon’un Araklı ilçesinde 1927 yılında doğan Ömer Güner, 13 yıl Toprak İskân Müdürlüğü görevinde bulundu. Gazeteciliğe 1961 yılında Trabzon’da yayımlanan Ses Gazetesi’nde başlayan Güner, 1967–1982 yılları arasında Milliyet Gazetesi büro şefi olarak görev yaptı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Trabzon muhabirliği görevini de sürdüren Güner, Son Haber, İleri ve Türksesi gazetelerinde Yazı İşleri Müdürlüğü görevlerinde bulundu. TSYD Trabzon temsilciliği de yapan Güner, Karadeniz Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyordu. Güner, kurucuları arasında yer aldığı Trabzon Gazeteciler Cemiyetinde, 1992–1996 yılları arasında başkanlık görevini yürüttü. Cemiyetin Onursal Başkanı olan Güner’in, ‘Gök Renginde Trabzon’ ile ‘Düşler ve Düşünceler’ adlı kitapları bulunuyor. Bu kitaplar Trabzon’un kültürüne, sanatına, edebiyatına ve yaşamına ışık tutuyor.

Ömer Güner 1976’dan beri emekli hayatı yaşıyordu. Fakat o hiçbir zaman toplumdan kopmamıştı. Hayatla barışık bir insandı. Yapılan etkinliklere sürekli katılıyordu. Uzun yıllardan beri ‘Parkinson’ hastalığıyla mücadele etse de; yine de diri görünmeye çalışıyordu.

Gazeteci-Yazar Ömer Güner kelimenin tam anlamıyla bir Trabzonspor sevdalısıydı. Onun Trabzonspor sevgisi dillere destandır. O, ölümünden birkaç saat önce bile Trabzonspor’un son durumunu, teknik direktörün belirlenip belirlenmediğini sormuştur. Bu ifadeler onun Trabzonspor sevgisinin derecesini göstermesi bakımından önemlidir.

Ömer Güner’in Trabzon sevgisi başka hiçbir şeyle ölçülemezdi. O, Trabzon’un her caddesini, sokağını evi gibi kabul ediyordu. Trabzon’dan ayrılmayı düşünmedi hiçbir zaman.

Gazeteci-Yazar Ömer Güner için Trabzon Gazeteciler Cemiyeti önünde bir tören düzenlendi. Ardından İskenderpaşa Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Sülüklü Mezarlığı’nda toprağa verildi. Böylece Trabzon’un geçmişinde çok mühim bir yere sahip olan bir çınar daha devrildi. Ömer Güner’e Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Yüreği Kefeninden Ak Bir Güzel İnsan: Faruk Yücel

M.NİHAT MALKOÇ

Sevdiklerimiz ötelere göçerken aslında bir yanımızı da beraberinde götürüyorlar. Her geçen gün biraz daha yalnızlaşıyoruz; belki en uygun tabirle gittikçe azalıyoruz. Barış yerine özlemler getiriyor uzaklardan güvercinler… Terk edilmişliğin acısı çöküyor yüreğimize.

‘Her ölüm erkendir’ aslında. Çünkü beden yaşlansa da ruh her dem taze kalıyor tende. Ölüm daha çok yaşlılara yakıştırılıyor. Onun içindir ki ölümle alakalı olarak halk arasında ‘Yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra…’ sözü söylenir. Ara sıra karşılaştığımız genç ölüler bizi iyice üzüyor ve sarsıyor. Onların boşluğunu hiçbir şey doldurmuyor. Bunu yaşayanlar bilir ancak… Ateş bu durumda düştüğü yeri yakmakla kalmaz, yangın yüreğe kadar varır.

Ölüm arabaları acı bir fren sesiyle durdu Gerçek Hayat Dergisi’nin idarehanesinin önünde. Götürülecek yolcuları vardı besbelli. Bu yolcunun henüz 26’sına yeni girmiş genç bir insan olacağını kim tahmin edebilirdi? Gerçek Hayat Dergisi’nin dümeninin başındaki kaptana göz kırpmıştı ölüm meleği… Ama onun bıyıkları daha yeni terlemişti. Üstelik yeni girmişti dünya evine. Önünde uzun yıllar vardı, umutları, hesapları vardı geleceğe dair… Bu yanlış bir adres olabilir miydi? Ölüm meleği yanlış adrese uğramazdı, yanlış kapı çalmazdı.

Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nin farkı fark edilen seçkin öğrencilerinden biriydi Faruk Yücel… Arkadaşlarıyla birlikte “Chulsuzlar” adlı bir metal müzik topluluğu kuracak kadar farklı ve radikal biriydi o… Klasik bir İmam-Hatipli değildi anlaşılan… Farklı ve alabildiğine özgün... Fakat inançlıydı, İslam’ın güler yüzlü çocuğuydu; hakikatin bekçisiydi.

Kanser teşhisi konulmuştu Gerçek Hayat Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürü Faruk Yücel’e… ‘Bu yaşta da kanser olur mu?’ dediğinizi duyar gibiyim. Ölüm kapıyı çalmak isteyince sebepler koşarak gelir. İşte aynen öyle olmuştu. Fakat Faruk Yücel kardeşimiz ‘kanser’ kelimesinin soğuk telaffuzuna rağmen metin göründü hep, diri ve iri durmaya çalıştı.

Gençti, yakışıklıydı, karizmatik bir duruşu vardı Faruk Yücel’in… Genç yaşında büyük işlere girişmişti. Hayalleri zihninden taşıyordu birer birer... Hesapları sayfalar dolusuydu. ‘-cek/-cak’ları uzayıp gidiyordu. Fakat bütün bu özellikleri kanserin kurşundan ağırlığı altında bir anda ezilerek tuz buz oldu. Önce uzun sırma saçları kemoterapiye yenildi.

Haziranda ayrıldı aramızdan sevgili Faruk Yücel… Bu Haziran’ın kaçıncı güler yüzlü yolcusuydu?... Yazın bu güzel demlerinde dünyadan göçmek kolay olmasa gerek. Dostları bu duygularla musallanın başındaydı. Hayatı dolu dolu yaşayan, 26 yıla pek çok şeyi sığdıran dev bir adam uzanmıştı musallanın üstünde. Yapacakları musallanın üstüne konsa başı göğe değerdi Faruk’un… Fakat insanların hesabı olduğu gibi Allah’ın da bir hesabı vardı nitekim...

‘Merhum’ kelimesi mümin ölüler için kullanılır. Fakat bu kelime bir genç ölünün adının önüne gelince üşütüyor içimizi. Faruk Yücel için de geçerli bu söylediğim. Fakat onun adının önüne artık ‘merhum’ sıfatını getireceğiz. Allah’ın merhamet ettiği kul sayacağız onu.

Merhum Faruk Yücel’i önce İstanbul merkezli çıkan “Bu Yaka” adlı gazeteyle tanıdık. Kısa ömrünün son demlerinde Gerçek Hayat Dergisi’nin başında gördük onu. Geleceği parlak görünüyordu. Gelecekte adından söz edilecek işler yapıyordu. Gür sesini yarınlara taşıyordu.

Âh Faruk Yücel âh!.. Seni çok özleyeceğiz. Gerçek Hayat’taki yazılarını mumla arayacağız. Harbi sözlerini duymak isteyecek kulaklarımız. Canının parçası saydığın Beşiktaş iki kupa aldı bu yıl… Bu sene senin senen olacaktı ama sen bu güzellikleri gör(e)meden uzun ve geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktın. Umarım bunlarla kıyaslanamayacak güzellikler karşılar seni. Sen şimdi bize göre sonsuzluk âleminin kıdemli sakinleri arasına adım attın.

Bizce gerçek hayat ölümden sonraki ahiret hayatıdır. Faruk Yücel, Gerçek Hayat Dergisi’nden gencecik yaşında gerçek hayata göçtü. Zamanın dar kalıplarından zamansızlığa terfi etti o… Arkasında yüzlerce gözü yaşlı insan bıraktı. ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’… Ötesi var mı Allah aşkına!… Bizler bu gölge âlemde zamanı hayat değirmeninde öğütüyoruz. Fakat sureti gerçek sanma gafletine düşüyoruz. Faruk kardeşimize Allah rahmet eylesin.

11 Haziran 2009 Perşembe

Trabzon Sanatevi 1. Sanat Günleri

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon bir kültür, sanat ve medeniyet şehri… Tarihî önemi büyük… Karadeniz’in incisi Trabzon… Denizin mavisi, kırların yeşili bir tabloya dönüştürmüştür bu şehri… Siz bakmayın kentin dağınık yapısına, Trabzon’un insanı bir araya gelmesini de bilir çoğu zaman.

Trabzon’da kültürün, sanatın ve edebiyatın güçlü bir altyapısı var. Bu altyapı üzerine güçlü üstyapılar kuruluyor son yıllarda. Bu üstyapılardan biri de Trabzon Sanatevi’dir. Bu kültür, sanat ve edebiyat kurumu Trabzon’un Zeytinlik mevkiinde, eski vali evinde hizmet veriyor. Birçok kültür, sanat kuruluşu bu çatı altında bir araya gelmiş. Bunlar Çağdaş Yazarlar ve Sanatçılar Derneği, Femin-Art Trabzon Kadın Sanatçılar Derneği, Trabzon Fotoğraf Sanatı(Foto-Forum) Derneği, Karadeniz Yazarlar Birliği Derneği, Karikatürcüler Derneği Trabzon Temsilciliği, Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği, Trabzon Liselerinden Yetişenler Kültür ve Dayanışma Derneği, Trabzon Müzik ve Halkoyunları Gençlik ve Spor Kulübü Derneği, Türkiye Yazarlar Birliği Trabzon Şubesi, Trabzon Şehir Tiyatrosu Derneği diye sıralanıyor. Bu güzide kültür, sanat ve edebiyat dernekleri Trabzon Sanatevi bünyesinde “Trabzon Sanatevi 1. Sanat Günleri” adı altında kapsamlı bir etkinlik düzenliyor. Bu yılki etkinliğe 1. Sanat Günleri dediklerine göre bu etkinlik her yıl tekrarlanarak gelenekselleşecek.

Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali, Uluslararası Karadeniz Oyunları, Kitaplı Hayaller Vadisi 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Günleri’nden sonra Trabzon Sanatevi’nin de 05–13 Haziran tarihleri arasında böyle bir etkinlik düzenlemesi “Acaba Trabzon görkemli kültür-sanat-edebiyat mazisine mi dönüyor?” sorusunu akla getirdi. Bu sual biraz da heyecanlandırdı bizi. Yakın geçmişte şehrin üzerinde kümelenen kara bulutlar çoktan dağıldı. O bulutların yerini parlak bir kültür-sanat güneşi almış durumda. Tarihî kentimiz Trabzon’a da bu yakışır doğrusu… Trabzon bunun gibi güzel faaliyetlerle ülke gündemine gelmelidir.

“Trabzon Sanatevi 1. Sanat Günleri” 05 Haziran 2009 Cuma günü Halkoyunları gösterisiyle başladı. Protokol konuşmalarının ardından sergi açılışları gerçekleştirildi. Trabzon Sanatevi’ni tanıtan sunum gösterildi. Bunların ardından kokteyl verildi. 06 Haziran’da Fazıl Çelik, Mustafa Reşat Sümerkan, Kadir Şişkinoğlu, Şükran Üst ve H. Nurcan Yazıcı’nın katıldığı “Görsel Kirlilik” konulu panel gerçekleştirildi. Karikatürcüler Derneği Trabzon Temsilciliği tarafından Adnan Taç ve Bülent Sümer’in katıldığı “Karikatürde Bir Ziya” kitabının imza günü yapıldı. Trabzon’un uluslararası üne kavuşmuş karikatüristi Ziya Ramoğlu’nun sanat yaşamının anlatıldığı söz konusu kitabı Adnan Taç ve Bülent Sümer hazırladı. Bu kitap bir vefa duygusunun somutlaşmış hâli olması açısından önemlidir.

07 Haziran’da ise Trabzon’da çekilen Türk filmlerinden biri olan “Elveda”, meraklısı olan sinemaseverlere gösterildi. Aynı gün Zekeriya Saka “Ten ve Ateş” adlı son şiir kitabını okurları için imzaladı. Daha sonra “Karlı Dialar” saydam gösterisi yapıldı. 08 Haziran’da Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği adına Selman Uzun tarafından hazırlanan “Bir Anıtın Öyküsü” belgeselinin gösterini yapıldı. Aynı günün akşamı Trabzon Şehir Tiyatrosu “Dış Ses” adlı oyunu tiyatro severlere sundu. 09 Haziran’da ise Sürmene’de çekilen; başrollerini Hakan Balamir ve Hülya Avşar’ın oynadığı “Üç Halka Yirmi Beş” filminin gösterimi yapıldı. Aynı gün Haydar Çoruhlu “Karartma Yalnızlığı”, İlhan Sağlam “Damla”, Necip Saraçoğlu “Gül’e Hasret” adlı son şiir kitaplarını okurları için imzaladılar. 10 Haziran günü Trabzonlu şairlerden Ömer Turan ve Mehmet Kuvvet tarafından “Şiir ve Edebiyat” konulu söyleşi gerçekleştirildi. Akşamleyin ise İlhan Barutçu Ney Dinletisi sundu musiki severlere… 11 Haziran’da Trabzon’da çekilen filmlerden “Firari Âşıklar” gösterildi. Aynı gün “Tanzimat’tan Cumhuriyete Trabzon Edebiyatında Portreler, Olaylar ve Kuruluşlar” adlı sunum araştırmacı- yazar Hüseyin Albayrak tarafından gerçekleştirildi. Ardından “Kar” adlı saydam gösteri yapıldı. Akşamleyin Şehir Tiyatrosu “Zamazingo” adlı oyunu sundu tiyatro severlere.

Trabzon bir hafta boyunca sanatla yattı kalktı. Emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.

4 Haziran 2009 Perşembe

Muzaffer İzgü'nün 52. Sanat Yılı

M.NİHAT MALKOÇ

Bir nesil onun kitaplarını okuyarak büyüdü. Türkiye’nin en çok okunan çocuk kitapları yazarı olarak hafızalarda yer etti. Bugüne kadar 107 kitap, 200’e yakın radyo oyunu yazdı. Bizler onun kitaplarıyla büyüdük. Çocuk olup da Muzaffer İzgü’nin bir veya birkaç kitabını okumayan kişi yoktur sanırım. Gülmeceyle karışık çok hoş bir üslubu vardır İzgü’nün…

Muzaffer İzgü’nün hayatı bir roman kadar ilginç… O bir Cumhuriyet Bayramı’nda dünyaya açmış gözlerini… Yani anne babasına bir bayram hediyesi olmuş… 1933 yılında dünyaya gelen Muzaffer İzgü, böylelikle Cumhuriyetin onuncu yılında doğmuştur. Fakat yoksulluk illeti onun kaderi olmuştur hep… En büyük yoldaşı olmuş fakirlik… İlkokulu üç ayrı okulda okumak zorunda kalmıştır. Okurken karpuz hamallığı, pamuk toplayıcılığı, bulaşıkçılık, garsonluk, trenlerde gezgin satıcılık, sinemalarda gazoz satıcılığı yapmıştır.

O, zor şartlarda okuyarak öğretmen olmuştur. Öğretmenliği döneminde çocuklarla bütünleşmiştir. Öykü ve romanlarındaki gözlemler o dönemlerin izlerini de taşır. Belki çocuklara yönelik eserler vermesi ilkokul öğretmenliğinden kaynaklanmaktadır. İyi ki de çocuklara yönelik eserler vermiştir. Zira çocuk edebiyatı alanında önemli bir boşluk vardı.

Muzaffer İzgü kendi tabiriyle “yaşamından fedakârlık yaparak” koca bir külliyat meydana getirmiştir. O, gecesini gündüzüne katmış, kalemle dost kalarak hep yazmıştır. Bir noktadan sonra okumak ve yazmak onun yaşam tarzı olmuştur. “Çocuk kitabı yazmak büyük sorumluluk ister. Yazılarımda çocukları eğlendirirken, düşündürmeliyim. Göbek zıplatan gülmeceye karşıyım. Gülme; zekâ oyunudur. Mizah zekâ işidir. Okuyucusu da zekidir” diyor büyük Usta… Bu sözlere ne denir ki… Hele de İzgü gibi koca bir çınardan dökülmüşse…

İzgü, hayal satan bir yazar değil. Onun yazdıkları hayatın merkezinden alınmış kesitler… Fakat usta bir el tarafından harmanlanmış duygular bunlar… Onun yazdıklarında gülümseten unsurlar önemli bir yer teşkil ediyor. Hayata renk ve ahenk katıyor yazdıkları.

O şimdi 76 yaşında bir delikanlı… Küçük dev adam… Muzaffer İzgü Trabzon Valiliği tarafından organize edilen Kitaplı Hayaller Vadisi Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nin misafirlerinden biriydi. İzgü Trabzon Mehmet Akif Ersoy İlköğretim Okulu’nda küçük okurlarıyla buluşarak onların sorduğu birbirinden ilginç sorulara samimi cevaplar verdi. Öğrenciler, kitaplarını severek okudukları Muzaffer İzgü’yü karşılarında görünce çok mutlu oldular. Ondan sonra karşılıklı soru-cevaplarla sohbet halkası genişledi.

Pek çok yazarla olduğu gibi Muzaffer İzgü’yle de fırsat buldukça konuştuk. Onun engin tecrübe ve birikimlerinden istifade etmeye çalıştık. İzgü, ikindi vaktinde de Zağnos Vadisi’ne gelerek okurlarıyla sohbet etti. Küçük dostlarıyla fotoğraflar çektirdi. Küçük okurlarına kitaplarını imzaladı. Bir akşam yemeğini beraber yeme şerefine de nail olduk.

Muzaffer İzgü kendine has özellikleri olan farklı bir insan… Forum Nihat Usta’da akşam yemeğini beraber yedik kendisiyle. Trabzon mutfağını çok beğendi. Yemekte en çok da mezgit buğulamayı sevdi. Mezgit balıklarını baklavaya benzetmesi gülüşmemize neden oldu. Diğer yazarlar da oradaydı. İzgü, o akşam uçakla ayrılacaktı Trabzon’dan. Misafir yazarlar VIP’den geçiyorlardı. Bu nedenle de işlemleri beş dakikayı geçmiyordu. Fakat Muzaffer İzgü her yere zamanında giden tedbirli bir insan olduğu için yemeğini alelacele yiyerek kalktı. Oysa havaalanına üç dakikada varılabiliyordu. Oradaki işlemler de beş dakikayı geçmiyordu. Fakat içi içine sığmayan ve heyecanlı tavırlarıyla dikkat çeken Muzaffer İzgü bir an evvel kalkmak istiyordu. VIP’den geçmek de onun ilkeleriyle pek bağdaşmıyordu. “Bana ayrıcalık tanınmasın” diyordu bizlere. Bizimle vedalaşarak ayrıldı. Fakat daha sonra duyduk ki uçağı bir saat rötar yapmış, adamcağız beklemiş havaalanında.

İyi ki tanımışım Muzaffer İzgü’yü… İyi ki onunla sohbet etme imkânı bulmuşum. Ona bundan sonraki hayatında bereketli bir ömür ve kalemine de nice özgün ilhamlar diliyorum. Siz yazdıkça çocukların ufku genişleyecek, yarınlar bugünden daha aydınlık olacaktır.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Zağnos Vadisi'nde Hilmi Yavuz'la Başbaşa

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon Valiliği’nin himayelerinde gerçekleştirilen Kitaplı Hayaller Vadisi-Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nin onur konuğuydu yaşayan son büyük şairlerimizden Hilmi Yavuz… İki günden beri Hilmi Yavuz’la beraberiz. Bir zamanlar gecekondu bölgesi olan Zağnos Vadisi’nde şimdi güller açıyor. Zira burası artık kentsel dönüşümle bambaşka bir görünüm kazandı. Sayın Valimiz Nuri Okutan burayı daha da güzelleştirmek ve anlamlı kılmak için bu yıl ilki gerçekleştirilen Kitaplı Hayaller Vadisi- Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’ni burada yapmayı uygun gördü.

1. Kitap Şenliği’nin ilk gününde şair olarak önce Hilmi Yavuz’la karşılaştım. Büyük bir sorumlulukla herkesten evvel gelmişti şenlik alanına. Bir ev sahibi olarak şehrimize teşriflerinden dolayı duyduğum memnuniyeti ifade ettim kendisine. Hatıra fotoğrafı çektirdik. Gün boyunca hep aynı mekânları paylaştık kendisiyle. Hilmi Yavuz açılışta güzel bir selamlama konuşması yaptı. Anlamlı konuşmasıyla ve kente yakınlığıyla Trabzonluların sevgisini kazandı. Can kulağıyla dinlediğim konuşmasında şu duygu ve düşüncelere yer verdi:

“Bu kente İstanbul ve Ankara’dan sonra en çok gelenlerden biriyim. Trabzon insanının ve doğasının bir sonucudur bu. Trabzon insanının son derece aydın ve cana yakın oluşu, doğası… Günün birinde emekli olursam Trabzon’da bir ev tutup yaşamayı düşündüğümü de dostlarıma sık sık söylemişimdir. Trabzonlu şairleri biliyorum. Şiire değer ve önem veren insanları biliyorum. Trabzon’u hakikaten çok seviyorum. Peygamber Efendimizin bir mübarek Hadis-i Şerifi vardır: ‘Davete icabet gerekir’ diyor. Davete icabetin sünnet olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla beni Trabzon insanı ve Trabzon doğası ne zaman çağırırsa, bu davete icabet etmeyi de emir biliyorum. Trabzon benim için ayrı bir anlam taşıyor.”

Kitap şenliğinin ikinci gününde Hilmi Yavuz’un imza günü olacağı söyleniyordu. Ayrıca Hilmi Yavuz’la okuyucuları arasında bir de söyleşi imkânı olacaktı. Bu düşüncelerle gittik Zağnos Vadisi’ne… Pazar günü olmasına rağmen kalabalık yoktu Kitaplı Hayaller Vadisi’nde. Şair ve yazar Hilmi Yavuz, Vali Nuri Okutan’la birlikte kitap şenliğinin yapıldığı alana teşrif etti. Öncelikle Hilmi Yavuz’un değişik fotoğrafçılar tarafından çekilmiş fotoğraflarının yer aldığı mini bir sergi açıldı. Bu sergiyi gezdikten sonra Hilmi Yavuz son kitabı olan “İslam’ın Zihin Tarihi(Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri)” ni okurları için imzaladı. İmza programı bir hayli uzun sürdü. Fakat beklediğimiz söyleşi bir türlü başlamadı. Şair-yazar Hilmi Yavuz’un yanı tenhalaşınca fırsattan yararlanarak kendisiyle söyleşiyi başlattım. Söz sözü açtıkça etrafımızdaki kişilerin sayısı da gittikçe arttı. Söze dâhil olanlar oldu. Böyle bir manevra yapmasaydım Hilmi Yavuz söyleşisi olmayacaktı. Bir saatin üzerinde bir zaman kendisiyle her konuda konuşma imkânı buldum; söyleştik işte.

Türk şiirinin son dönemdeki köklü çınarlarından biri olan Hilmi Yavuz, sözünü sakınmayan bir insan… İçinde ne varsa onu dışarıya yansıtıyor. Çok kere lafı gediğine oturtuyor. Düşünceleri derin ve bir o kadar da tutarlı… Nezaketi de hiçbir zaman elden bırakmıyor. ‘Doğrucu Davut’ özelliğini de kimliğinde saklıyor. Her zaman harbice, delikanlıca konuşuyor. Türk şiirini çok iyi biliyor. Şairlerin karakterlerini ustaca tahlil ediyor.

Hilmi Yavuz’la olan sohbetimiz İsmet Özel’le başladı. Bilindiği gibi İsmet Özel bir programda ‘Türk şiiri son dönemlerde çok yazlaştı’ demişti. Bu sözü kabul etmeyen Hilmi Yavuz da ‘Asıl yozlaşan Türk şiiri değil, İsmet Özel’in kendisidir’ demişti. Böylece polemiğin fitili ateşlenmişti. Ok yaydan çıkmıştı. Şair ve yazarlar arasında meşhur olan kalem kavgası zincirine bir halka daha eklenmiş oluyordu. Bunları hatırlattıktan sonra İsmet Özel’in son çıkışı hakkında neler düşündüğünü sordum ona. Keşke sormaz olaydım. Meğer Hilmi Yavuz, İsmet Özel’e ne kadar da içerlemiş. Bir dokundum, bin âh işittim tabir caizse… Yavuz; İsmet Özel’in son yıllarda ne dediğini bilmediğini, bir sözünün öbürünü tutmadığını belirtti. İsmet Özel’in kötü bir şair olduğu kanaatini kendince sebeplerle kanıtlamaya çalıştı.

Hilmi Yavuz ismi hemen herkesin hafızasında bir yönüyle yer tutar… Bazılarına göre, şair, bazılarına göre akademisyen, bazılarına göre edebiyat eleştirmeni, bazılarına göre televizyoncu, bazılarına göre de gazetecidir. Fakat en doğrusu şu ki o, bunların hepsidir.

Son dönem edebiyatımızın yaşayan çınarlarından Hilmi Yavuz, Kitaplı Hayaller Vadisi-Trabzon 1. Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nin onur konuğuydu. O, bilmem kaçıncı kez gelmişti Trabzon’a… 70. yaş gününü de Trabzonlu sevenleriyle Trabzon’da kutlamıştı Hilmi Yavuz… Trabzon Belediyesi ile Ada Dergisi tarafından ortaklaşa düzenlenen “70. Doğum Yılında Hilmi Yavuz” adlı bir de sempozyum düzenlenmişti. Birçok kıymetli şair ve yazar; Hilmi Yavuz’un şairliği, yazarlığı ve kültür adamlığı üzerine bildiriler sunmuştu. Hilmi Yavuz enine boyuna tanıtılmıştı bu vesileyle.

Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kültür Sanat Şenliği’nde en çok ilgiyi Hilmi Yavuz gördü. Hayranları onunla bir kare fotoğraf çektirmek için birbiriyle yarıştı adeta. Kitap imzalatmak için onun önünde sıra oluşturdu sevenleri. O da büyük bir sabır ve hoşgörüyle okurlarına imzaladı kitaplarını. Hatta birçoğuyla kısa da olsa sohbetler etti. Bu konuda ben şanslıydım. Zira imza programının sonunda Hilmi Yavuz’la bir saatlik bir sohbet etme imkânı buldum. Pek de düzenli ve planlı olmayan dost sohbetiydi bizimkisi. Kamera filan da yoktu sözlerimizi kayda alan. Onun için rahat konuştuk. İsmet Özel’le girdik Orhan Pamuk’la çıktık muhabbet kapısından... Türkiye’de şöhretli bir yazar olan Yavuz, her sorumuza cevap verdi.

Hilmi Yavuz, şiir serüvenini anlattı ana hatlarıyla. Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde, İstanbul’da TOBB Üniversitesi’nde ders verdiğini, bu yüzden de Ankara’yla İstanbul arasında mekik dokuduğunu, fakat işini çok sevdiği için bundan keyif aldığını söyledi bize. Necip Fazıl’la tanışıp tanışmadıklarını sordum. Tanışmadıklarını belirtti. Onun usta şair olduğunu dile getirdi. Sezai Karakoç’a bakış açısını sordum. Sezai Karakoç’un toplumdan kopuk, kendi köşesinde uzlet içerisinde yaşamayı seven usta bir şair olduğunu söyledi Hilmi Yavuz…

Fırsat bulmuşken Hilmi Yavuz’a şiirde ölçü, şekil ve kafiye konusunu sordum. Hece ve aruz ölçüsünün artık misyonunu tamamladığını, kendisinin aruzla yazmayı bildiği halde bu tarz şiirler yazmadığını, şiirlerini ayağı yere basan imgelere dayandırarak serbest tarzda yazdığını dile getirdi. Ben de ona; aslında ölçü konusunda bağnaz olunmaması gerektiğini, bazı şiirlerin aruzla, bazılarının heceyle, bazılarının ise serbest yazılınca güzel olduğunu söyledim. Önemli olanın şekil değil, duygu yoğunluğu ve özü yansıtma olduğunu belirttim.

İsmet Özel, kendisine ‘kötü şair’ diyen Hilmi Yavuz’a vermiş veriştirmişti yakın geçmişte. Hilmi Yavuz için ‘Etnik ve kulübümsü cemaatten kuvvet alıyor.’ demişti Özel… Hilmi Yavuz’un cevabı çok sert olmuştu: ‘Bu sözleri ispatlamalı. Yoksa şerefsizdir.’ demişti. Bu konuya girdiğimizde Hilmi Yavuz’un sesi biraz daha yükseldi. Onun son dönemlerde ne dediğini bilmediğini, unutulmanın sancılarını çektiğini, hatırlanmak ve gündeme gelmek için böyle saldırılarda ve iddialarda bulunduğunu söyledi. ‘İsmet Özel’in ne yapacağı belli olmaz, o belki de geldiği yere de dönebilir’ açıklamalarıyla bu konudaki düşüncelerini paylaştı bizimle. Ortamı daha da germemek için konuyu değiştirdik. Günümüzdeki dergilere bakışını sordum. Şiirlerinin niçin dergilerde yer almadığını merak ettiğimi söyledim ona. Edebiyat alanında ciddi dergilerin olmadığını, onun için de şiirlerinin dergilerde yayınlanmasına izin vermediğini söyledi. Şiirlerini kitap boyutuna gelince okuyucularıyla paylaştığını belirtti.

Konu geldi Nobel Ödüllü Türk Yazar Orhan Pamuk’a dayandı. İtiraf edeyim ki aslında sözü o noktaya ben getirdim. Hilmi Yavuz, Orhan Pamuk’tan da hiç haz almıyor. Pamuk’un Nobel alacak düzeyde Türkçeye vakıf bir insan olmadığını, Nobel Ödülünü kıymetsizleştirdiğini ifade ediyor. O, Pamuk’un romanlarını okuyanların yarıda bıraktığını söylüyor. Hilmi Yavuz, Trabzon’a ve bu kentin kalem erbaplarından Nazan Bekiroğlu’ya, Kenan Sarıalioğlu’ya, Yaşar Bedri’ye ayrı bir kıymet veriyor. O, Trabzon’u çok seviyor. Türk şiirinin dev şairlerinden biri olan Hilmi Yavuz’u da Trabzonlular çok seviyor. Bu gönül köprüsünün her geçen gün daha da sağlamlaştığını sevinerek söyleyebiliriz. Trabzon’un fahri hemşehrisi olan şair Hilmi Yavuz’un uzun ve bereketli bir ömür sürmesini diliyoruz.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Kitaplı Hayaller Vadisi

M.NİHAT MALKOÇ

Daha düne kadar çirkin bir görüntüye sahipti Zağnos Vadisi… Her taraf çarpık gecekondularla doluydu. Şiddetli yağmur yağınca evleri sular basıyor, her taraf çamur deryasına dönüyordu. Buradaki hayat, insanlara reva görülecek bir hayat değildi. Bu çarpıklığı gören devlet yetkilileri bu işe el attı. Zağnos Vadisi’ndeki gecekondular kamulaştırıldı. Bu iş mahkeme süreciyle birlikte uzun zaman aldı. Gecekondu sahipleri paralarını alınca yıkımlar başladı. Hükümet burayı park ve gezinti alanı yapmak için kolları sıvadı. TOKİ’ye ihale edildi bu iş… Kısa zamanda vadinin çirkin yüzü değişti. Surların hemen yanı başında güzel bir yeşil alan kazandı Trabzon. Başbakan tarafından törenle açıldı.

Zağnos Vadisi’nin hikâyesi kısaca bu… Bugünlerde Zağnos Vadisi modern bir görünüme kavuştu. Artık bu güzel vadinin yüzü gülüyor. Şimdilerde köprü üstünden geçerken gururla bakıyoruz bu güzel parka. Modern Trabzon’un tebessümü çarpıyor gözümüze. Bir zamanlar burada ilkel bir hayat yaşayan insanlar, artık başka yerlerde kendilerine layık modern evler alarak hayatlarını devam ettiriyorlar. Onların da kötü talihi değişti bir anda. İnsanlar gezip dolaşıyor, stres atıyor bu yemyeşil, pırıl pırıl mekânda. Su sesleri şehrin gürültüsünden bunalanlara iksir oluyor. Zihinler duruluyor. Trabzon’a layık bir yer burası. Şehrin özlenen yüzü Zağnos… Bu yüz Trabzon’a çok yakışıyor. Olması gereken buydu zaten.

Bir zamanlar Trabzon’un gecekondu bölgesi olan Zağnos Vadisi bugünlerde büyük bir heyecana sahne oluyor. Trabzon Valiliği “Okuyan Şehir Trabzon” sloganıyla hayata geçirdiği okuma kampanyası kapsamında büyük bir kültür, sanat ve edebiyat etkinliğine imza atıyor. 23–31 Mayıs 2009 tarihleri arasında kültür ve sanat dünyasının seçkin isimleri Trabzon’la buluşuyor. Trabzonlu öğrenciler ve şehir halkı, kitaplarını severek okuduğu isimleri yakından görme ve tanıma imkânına kavuşacak bu etkinlikle. Trabzonlular bir hafta boyunca kitabın duru ve dost dünyasında soluklanacaklar. Sevilen yazarlar okurun ayağına kadar gelecek.

Göz zevkini bozan gecekondudan kitaplı günlere giden aydınlık bir yol düşünün… Zağnos Vadisi Parkı bu yıl Kitaplı Hayaller Vadisi’ne dönüşüyor. 23–31 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek şenlikte 50 edebiyatçı-yazar imza ve söyleşiler ile okurlarıyla buluşuyor. Açılışını Kültür Bakanı Sayın Ertuğrul Günay’ın yapacağı kültür ve sanat şenliğinin onur konuğu ise Edebiyatçı-Yazar Doğan Hızlan ve Hilmi Yavuz... Bu güzel şehri hiçbir zaman terk etmeyen, bunu aklından bile geçirmeyen Trabzon’un edebiyattaki gururu, akademisyen, hikâyeci ve romancı Nazan Bekiroğlu da bu kitap şenliğinde okurlarıyla birlikte olacak; bir de konuşma yapacak. Trabzon Belediye Başkanı Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu’nun, Trabzon Valisi Nuri Okutan’ın ve Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’ın konuşmaları ile başlayacak açılış töreni yayınevlerinin stantlarının gezilmesi ile devam edecek…

Şenlik öncesinde, valilik bünyesindeki okulların öğrencilerine katılımcı yazarların eserlerinden ücretsiz dağıtılacak. Yazarlar şenlik süresince kitap dağıtımının yapıldığı okulları ziyaret ederek kitaplarını imzalayacak ve öğrencilerle sohbet edecek. Okullardaki etkinliklerin yanı sıra Zağnos Vadisi’nde yazarların imza programları olacak. Yazarlar halkla kaynaşacak. Trabzon, aşağıda adlarını sıraladığım birbirinden önemli şair ve yazarları misafir edecek:

“Ahmet Turan Alkan, Ali Çolak, Ayla Kutlu, Aysel Gürmen, Aysel Korkut, Bestami Yazgan, Beşir Ayvazoğlu, Canan Tan, Doğan Hızlan, Dursun Gürlek, Fatih Erdoğan, Ferda İzbudak Akıncı, Fevzi Samuk, Masalcı Abla Gamze Alıcı, Gülsüm Cengiz, Gülten Dayıoğlu, Hicran Göze, Hilmi Yavuz, İkbal Gürpınar, İnci Aral, Kenan Sarıalioğlu, Mehmed Niyazi, Mehmet Azim, Mehmet Zeki Aydın, Metin Özdamarlar, Mevlana İdris, Muhammet Bozdağ, Murat Çiftkaya, Mustafa Armağan, Muzaffer İzgü, Nazan Bekiroğlu, Nur İçözü, Nuriye Akman, Nurullah Genç, Ömer Sevinçgül, Sara Gürbüz Özeren, Selim Gündüzalp, Sema Maraşlı, Senai Demirci, Serhan Büyükelçi, Sevim Ak, Sevinç Çokum, Sevinç Kuşoğlu, Süleyman Bulut, Timuçin Özyürekli, Ulviye Alpay, Yalvaç Ural, Zeynep Uluant…”

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Günümüzde Öğrenciler ve Şiir

M.NİHAT MALKOÇ

Gençlik boş bırakılmaya gelmez bir kesimdir. Onların bütün zamanlarını faydalı iş ve uğraşlarla doldurmalıyız. Zira gençliği bekleyen büyük tehlikeler vardır. Bazı şer mihraklar gençlik üzerinden toplumu yıkıp tahrip etmek için fırsat kolluyor. Onlara imkân vermemeliyiz. Gençliği tehdit eden mihraklarla mücadele ederek yarınlarımızı aydınlığa çıkarmalıyız. Yarınlar da ancak vatansever bir genç modeli yetiştirmekle aydınlığa çıkar.

Gençlik ‘moda’ diye adlandırılan, birilerinin çizdiği yolda gidiyor ve lüzumsuz işlerle uğraşıyor. Gençliği bu amaçsız ve anlamsız işlerden kurtarıp spora, sanata ve edebiyata yönlendirmeliyiz. Zira spor bedeni diri ve güçlü tutar; hakikatten ilham alan sanat ise, ruhları besler. Sanatla uğraşan ve kültürel birikimi olan aydınlanmış bir gençlik, yarınlarımız için güven demektir. Gençlerin sanatın her dalını sevmesini ve onlarla uğraşmasını sağlamalıyız.

Zamanımızda öğrenciler arasında şiire olan ilgi son derece düşüktür. Çünkü şiir ciddi bir sanat dalıdır ve belli bir seviye gerektirir. Günümüzde öğrenciler şiire ilgi duymuyorlar. Okumayı ciddiye alan çalışkan öğrenciler gece gündüz demeden üniversite sınavlarına hazırlanıyorlar. Onların başını kaldıracak ve kaşıyacak zamanları yok dersek yeridir. Aklı fikri üniversite sınavında olan bir öğrencinin şiirle ciddi olarak ilgilenmesi ne kadar mümkündür? Aslında şiir insanı rahatlatır, dinlendirir. Ders çalışmaktan çok bunaldığınız bir zamanda elinize bir şiir kitabı alıp rahatlayabilirsiniz. Fakat öğrenciler bunu pek yapmıyor. Genellikle şiire, hikâyeye ve romana zaman ayırma hususunda cimri davranıyorlar. Oysa çok çalışan bir insanın zihni belli bir zaman sonra yorulur. İşte o esnada okuyacağı bir şiirle, hikâye veya romanla pekâlâ dinlenebilir. Bu, onların iç dünyalarını da genişletir ve rahatlatır. Bu psikolojik rahatlama yönteminin farkında olanlar olsa da, sayıları çok azdır. Onlara şiirin güzelliğini fark ettirmeliyiz. Zaman zaman ders dışı okumalarla rahatlamalarını sağlamalıyız.

Öte yandan okumayı ciddiye almayan, öğrenciliği sadece okula gidip gelme olarak görenler, zaten kitap okumazlar. Onlar vizyona yeni giren filmleri, bin bir çeşit bilgisayar oyunlarını takip ederler. Onlar internet kafelerde zaman öldürürler, kalabalık caddelerde volta atarlar. Her taşın altından onlar çıkarlar. Onlara şiiri ve kitap okumayı sevdirmek zordur. Aslında onların içerisinde de duygu yoğunluğu olanlar çoktur. Ancak planlı ve düzenli bir çalışmayla bu yoğunluk söze ve yazıya dökülebilir. Gençleri bu yöne yönlendirmek hiç de kolay değil. Fakat bence her şeye rağmen onları güzel sanatlara ve şiire yönlendirmeliyiz.

Okullarda şiiri sevdirmek için şiir yazma ve okuma yarışmaları düzenlenebilir. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı değişik zamanlarda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenliyor. Fakat bu yarışmalara ilgi bir hayli düşük oluyor. Bunda öğrencilerin ilgisizliğinin yanında düzenlenen yarışmaların da iş savma kabilinden, adet yerini bulsun diye yapılması önemli bir etkendir. Yetkililer öğrencilerin ilgisini çekecek konularda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemelidir. Bu yarışmalarda öğrencinin yazma iştahını kabartacak miktarda ödüller verilmelidir. Örneğin vergi hakkında, verem hakkında şiir yarışmaları düzenleniyor hemen her yıl… Bu konularda derinliği olan şiirler yazılamaz; ancak kompozisyon yazılabilir. Fakat neticede kaliteli eserler çıkmayacağı bilinse de düzenleniyor. Daha ciddi yapılmalı bu işler…

Bence her okulun bir peryotik yayın organı(dergi, gazete) olmalıdır. Öğrenciler bu yayın organını bir yazı atölyesine çevirmelidir. Bizler okullarımızda duvar gazeteleri hazırlıyoruz sürekli… Bu gazetelerde belli şairleri, yazarları, belirli gün ve haftaları işliyoruz. Okul içinde şiir ve kompozisyon yazma, şiir okuma yarışmaları düzenliyoruz. Ders yoğunluğu içerisinde bunlara yeterince ilgi olması beklenemez zaten. Bir kere hafta içi öğrencinin her saati dolu, akşamleyin servis gelip öğrencileri alıyor, hafta sonu herkesin okul kursu veya dershanesi var. Öğrenciyle özel olarak çalışılacak, güzel sanatlara, şiire yoğunlaşacak zaman kalmıyor. Öğrenciler yarış atına döndürülmüş, başarı sadece derslerle ve sınavlarla ölçülüyor. Durum böyle olunca şiir rafa kaldırılıyor. Şiiri raftan indirip hayatın merkezine almalıyız.