28 Mart 2008 Cuma

Bir Piyasa Komedisi: Recep İvedik

M.NİHAT MALKOÇ

Son zamanlarda adından sıkça söz ettiren bir sinema filmi gösteriliyor. “Recep İvedik” adıyla gösterime giren bu film herkeste büyük merak uyandırdığı için küçük büyük, kadın erkek, yaşlı genç hemen herkes tarafından seyrediliyor. Filmi seyretmeyenler aşağılık kompleksine giriyor nerdeyse. Seyredenler seyretmeyenlere anlatıyor. Kimileri “iyi ki seyrettim, güneş yüzü görmemiş yepyeni küfürler kattım küfür dağarcığıma” derken, kimileri de “paramla onca küfre şahit oldum” diyor. Çok seyredilen ve çok konuşulan bu filmin başrol oyuncusu, “Recep İvedik” karakterini canlandıran Şahan Gökbakar… Filmin yönetmeni de kardeşi Togan Gökbakar… Filmde rol alan diğer oyuncular şunlar: Hakan Bilgin, Fatma Toptaş, Tuluğ Çizgen, Nedim Doğan, Vural Buldu, Hakan Akın, İsmail Hakkı, Volkan Can… Şahan Gökbakar, bu filmin senaryosunun önemli bir kısmını da kendisi yazmış. Şahan’ı daha evvel televizyonlarda yaptığı komedi tarzı tiplemelerle tanıyorduk. Fakat bu son filmle şöhretine şöhret katarak, basamakları üçer beşer çıkmaya başladı. Bunu hak etti mi? Bu ayrı bir konu tabiî ki… Komedi türündeki bu filmde yaşananları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

“Adamın biri yolda cüzdanını düşürür, sokaklarda yaşayan başka bir adam tam cüzdanı kapıp kaçacakken Recep İvedik onunla mücadeleye girer. Sonunda sahibine teslim etmek üzere, evsiz adamın elinden cüzdanı almayı başaran Recep İvedik, kafasını çevirdiği anda cüzdan sahibinin çoktan gittiğini fark eder. Akşam evinde televizyon seyreden Recep İvedik, cüzdanın Antalyalı çok önemli bir iş adamına ait olduğunu öğrenince arabasına atlar ve güneye doğru yola koyulur. Yol boyunca birbirinden komik sürprizlerle karşılaşan Recep İvedik en sonunda Antalya’ya varmayı başarır ve cüzdanı turizmci Muhsin Bey’e teslim eder. İş adamının ısrarlarına rağmen Recep İvedik ne para almayı kabul eder, ne de otelde kalmayı... Fakat tam otelden ayrılacakken çocukluk aşkı Sibel’in bir tur otobüsünden indiğini fark eder. Artık Recep’in tek bir amacı vardır; kendisini tanımayan, hatta hatırlamayan Sibel’e kendini beğendirmek... Recep İvedik’in asıl tatil macerası bundan sonra başlayacaktır.”

Düzeyli espri yapmak keskin zekâların işidir. İnsanları ağlatmak kolay olsa da, güldürmek fevkalade zordur. Son zamanlarda insanların akın akın gittiği sinemalarda karşılaştıkları Recep İvedik tiplemesi doğrusu çok yapmacık duruyor. Türk toplumunu yansıtan bir tip değil bu. Çok abartılmış bu karakter, bizim mizah anlayışımızı da yansıtmıyor. Çünkü filmdeki espriler çok zorlama ve abartılı. Kısacası keskin zekâ ürünü olmayan, piyasa tipi, ucuz espriler bunlar… Çoğu belden aşağı komikliklerden öteye gidemiyor. Küfürler havada uçuşuyor. İnsanların cinsel içerikli esprilere ve küfürlere niçin bu kadar çok güldüğünü anlamakta doğrusu zorlanıyorum. Bu filmde Şahan Gökbakar aşırı kilosuyla ve özel olarak oluşturulmuş kıllı vücuduyla seyirciyi zayıf noktalarından yakalamaya çalışıyor.

Şahan Gökbakar’ın başrol oynadığı bu filmde sinemamıza getirilen bir yenilik ve açılım yok. Nerden bakarsanız bakın ticarî kaygılarla çekildiği belli oluyor. Gerçi bütün filmler bir noktaya kadar ticarî amaçlar ve hedefler taşır. Fakat sonuçta sinemaya yeni değerler katarlar. Ben bu filmin komedi sinemasına ucuz ve bilindik esprilerden öte herhangi bir değer ve derinlik kazandırdığını düşünmüyorum. Bu filmler bir dönem seyredilir, gişe rekorları kırar ve kısa zamanda unutulur gider. Avrupa’da ve Amerika’da böyle filmler halk tarafından sahiplenilmez. Elin oğlu bizim gibi sığ düşünmüyor; her şeyde kalite arıyor.

Muhatap seyirci yaşı belirtilmiş olsa da “Recep İvedik” filmi daha çok çocuklar ve gençler tarafından seyredildi। Eğitimciler filmin gençlerin düşünce dünyasında tahribata yol açacağını belirttiler. Reklâmın kötüsü olmaz ya; bu durum, filme ilgiyi daha da arttırdı. Sonuçta bu film, gülmeye şartlanmış insanları güldürdü ama komedi sinemasına bir renk ve soluk getirmedi. Filmde mizah adına bol bol sululuk yapıldı. Buna sinema filmi demek yerine, uzun metrajlı bir televizyon skeci demek sanırım daha isabetli bir adlandırma olur. Türk insanı böyle vasat filmlere rağbet ediyorsa bu durumun sebebini oturup düşünmek gerekir.

Hayat Güzeldir Aslında…

M.NİHAT MALKOÇ

Dünyaya gelişimiz de, dünyadan gidişimiz de bizim tasarrufumuzda değildir. Bizi dünyaya gönderen ilahî güç, bir kısım sorumluluklar yüklüyor üzerimize. O güç, bunları gerçekleştirip gerçekleştirmediğimizi bizi sınavdan geçirerek kontrol ediyor. Onun içindir ki her fert evvela dünyada var oluşunun anlamını ve bunun getirdiği sorumlulukları idrak etmelidir. Gayesiz yaşamak kişiyi mutsuzluk girdabına sürükler. Böyle bir insan, akıntıya kapılmış bir nesneden farksızdır. Onu rüzgârın önüne atılmış bir kuru yaprağa da benzetebiliriz. Maddî hazlar peşinde koşmaktan manevî hazların varlığından haberdar olamayanların ruhlarındaki boşluğu hiçbir şey doldurmaya muktedir değildir.

Dünyada elde edilenler, kaçınılması mümkün olmayan o mutlak göçle birlikte yine dünyada bırakılıyor. Karacaoğlan’ın bir koşmasında dediği gibi üryan gelenler yine üryan gidiyorlar dünyadan. Madem öyle niçin maddî çıkarlar uğrunda bu kadar alçalıyoruz? Bu sinir harpleri böyle küçük bir netice için değer mi? Aslında güzeldir hayat… Biz güzel olan bu hayatı boş emeller peşinde koşmakla zehir ediyoruz kendimize. Mutsuz olmak için kırk dereden su getiriyoruz. Oysa güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.

İnsanlar bir şeylerle meşgul olurlarsa endişelere sürüklenmezler. Herkesin sevdiği ve benimsediği bir işi olmalıdır. Mutsuzluklarımızın önemli bir sebebi de yaptığımız işin, mesleğimizin karakterimize uygun olmamasıdır. Çoğumuz sevmediğimiz işleri, sadece gelir elde etmek ve geçinmek için yapıyoruz. İşlerini sevmeyenlerin başarılı ve verimli olması mümkün değildir. Fakat günümüz şartlarında sevdiği işi yapanların sayısı sanıldığı kadar fazla değildir. Bizler kişiliğimize uygun meslekler seçemiyoruz çoğu zaman. İşimiz bizi seçiyor. Boşta kalmamak için “Ne iş olsa yaparım” mantığıyla hareket ediyoruz. Fakat bir süre sonra yaptıklarımız, beklentilerimizi karşılamıyor. O zaman da duygularımız çıkmaza giriyor.

İnsanı mutluluğu götüren yol kendi içinde saklıdır. Bu yolu bulabilmek için öncelikle kendimizi çok iyi tanımamız, etüt etmemiz gerekir. Hedeflerini, becerilerini, eksik ve üstün yönlerini bilenler geleceklerini planlamada daha isabetli kararlar alırlar. İnsanların arzularına göre yaşaması, başıboşluğu da beraberinde getirir. Arzularımız bizi hayatın uçurumuna kadar götürebilir. İstekler her zaman sağduyu teknesinde yoğrulmazlar. Arzularıyla mantığı barışık olan insanların hatalara düşme ihtimali arzularına teslim olmuş, mantığını arzulara teslim etmiş kişilerden daha azdır. Arzular bir kör kuyudur, çok defa dibini göremezsiniz.

İdealler hayata tutunmamızı sağlayan güçlü kollardır. Hayatta herkesin bir ideali olmalıdır. Bunların milletin toplumsal değerlerine aykırı olmaması, hakikat çeşmesinden neşet etmesi gerekir. İdeallerimiz haset içermemelidir. Ferdi düşünceyi evrensel duygu ve düşüncelerle beslemeliyiz. Ben merkezli hareket edenler, yalnızlığa mahkûmdurlar. Tek başına bir halkanın pek önemi olmasa da, bir zincirde halka olmak lüzumlu ve manidardır. Birlik ve beraberlik; mutluluğun, başarının ve hayatı anlamlı kılmanın altın anahtarıdır.

En zor zamanlarda sabır ve tahammül zırhıyla korunanlar, sağduyuya sarılanlar hayatı risklerden arındırıp emniyete alan akıllı ve bahtiyar insanlardır. Bütün zorluklara rağmen hayata pozitif bakabilenler, mutluluk pınarının ab-ı hayat hükmündeki nurlu oluğundan nasiplenenlerdir. Hayattaki konumumuzu çok iyi tespit etmeliyiz. Kendimizi ne kum tanesi, ne de dev olarak görmeliyiz. Aynadaki suretimizi tarafsız bir gözle seyretmeliyiz. En büyük rahatlığın enaniyetle değil, teslimiyetle elde edilebileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Allah’a dayananların hakikat duvarı hiçbir zaman çökmez. Hakk’a itaat edenler rahat edenlerdir.

Akıllı insan, dünyayı bir yük olarak görür; onu sırtına almaz, aksine onun sırtına biner। Dünyayı ebediyet yurdu olarak görenler, bütün mesaisini buna harcayanlar elbette ki aldanmışlardır. Dünyada yaşayacağınız kadar mal biriktiriniz. Gerçek sermayeniz öteki dünyada hayatınızı güzelleştirecek olan ibadetleriniz olsun. Unutmayınız ki dünya hayatı bir oyundan ve eğlenceden ibarettir. Diri ve iri kalmak istiyorsanız ölmeden nefsinizi öldürünüz.

12 Mart 2008 Çarşamba

Trabzon'dan Türkiye'ye Dalga Dalga...

M.NİHAT MALKOÇ

Türk toplumunda eksik olan okuma alışkanlığının geliştirilmesi için resmi ve özel kurumların gayret sarf etmesi hayatî bir öneme sahiptir. Fakat bu işin küçük yaşlarda sevdirilmesi ve teşvik edilmesi gerekir. Belli bir yaştan sonra davranışların değiştirilmesi fevkalade zordur. Atalarımızın dediği gibi ağaç yaşken eğilmelidir. Okuma alışkanlığının kazandırılmasına ilköğretimin ilk yıllarında başlanmalıdır. Henüz dünyayı yeni algılama ve anlamlandırma çağında olan çocuklarımızı kitapla besleyebilirsek gelecekte iyi bir okuyucu olacaklarına kanaat getirebiliriz. Bu konuda ailelere ve öğretmenlere büyük görevler düşmektedir. Çocuklar taklitle davranış geliştirirler. Büyükler ne yaparsa onlar da onu yapar. Bu aslında ilk bakışta bir avantaj gibi görülüyor. Madem çocuklarımız bizi taklit ediyor, o zaman biz de güzel davranışlar gösterelim. Planlı bir şekilde kitap okuyalım ki onlar da bizlerden görerek okuma eylemini hayatlarının bir parçası haline getirsinler.

Trabzon Valiliği bu eğitim öğretim yılının başında çocuklarımıza ve gençlerimize okumayı sevdirmek için “Trabzon Okuyor” adlı bir okuma seferberliği düzenledi. Bu seferberlik çerçevesinde öğrencilere her gün yirmi dakika okuma çalışması yaptırılıyor. Öğrenciler, başta 100 Temel Eser olmak üzere, seviyelerine uygun, ahlakî açıdan sakıncası olmayan kitapları yanlarında taşıyıp okuma saatinde sınıflarında öğretmenleriyle beraber okuyorlar. Bırakın öğretmenleri, okul müdürleri hatta hizmetliler de okuyor. Artık okullarda her öğrencinin elinde ders kitaplarının dışında kitaplar da görülüyor. Bir heyecan dalgası sürüp gidiyor. Sayın Valimiz Nuri Okutan Bey okulların dışında, kamu kurum ve kuruluşlarına da bu seferberliği yaymış durumdadır. Artık kamuda çalışanlar öğleden sonraki mesailerindeki son yarım saati okumayla geçiriyorlar. En son okuduğu kitabın adını bile hatırlayamayanlar şimdi kitaplar deviriyorlar. Bu kampanya herkesi heyecanlandırıyor.

Trabzon Valisi Nuri Okutan Bey’in Sakarya’da başlattığı, Trabzon’a vali olunca buraya taşıdığı okuma kampanyası Trabzon’dan dalga dalga Türkiye’ye yayılıyor. Trabzon’daki okuma seferberliğinden etkilenen Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de “Okuyan Türkiye” temalı bir kampanyaya hamilik yapıyor. Trabzon’daki okuma gayretini gören diğer iller de benzer kampanyalarla yöre insanlarına okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışıyorlar. Bu hususta bazı çevrelerce ilginç uygulamalar da gerçekleştiriliyor. Trabzon’daki okuma kampanyası çerçevesinde Çarşıbaşı-Trabzon arasında çalışan 50 yolcu minibüsüne, 45 dakika süren seyahat sırasında yolcular tarafından okunması amacıyla minibüslerdeki koltuk sayısınca kitaplar konuldu. Bunlar takdir edilmesi gereken güzel girişimlerdir.

Trabzon’daki okuma seferberliği Türkiye sathına yayılıyor. Komşumuz olan Gümüşhane’de de “Gümüşhane Okuyor” kampanyası düzenlenmiştir. Trabzon’un ardından artık Gümüşhane de okuyor. Gümüşhane Valisi Enver Salihoğlu da bu kampanyaya çok önem veriyor. Keşke bu gibi güzelliklerde hep böyle birbirimizle yarışsak… Zira güzellikler bizim ortak değerlerimizdir. Bunları ahlakımıza yansıtmalı, davranış haline dönüştürmeliyiz.

Büyük ilgi gören “Trabzon Okuyor” kampanyası veliler, öğretmenler, kamu yetkilileri ve bütün vatandaşlar tarafından destekleniyor। Trabzon Valisi Okutan, bu projeyi ısrarla takip ediyor. Nuri Okutan Bey, “Valilik Yayınları” bünyesinde yüzlerce kitap bastırdı ve okullara dağıttı. Yani ‘öğrenciler ne okuyacak’ derdi yok. Valilik bu hususta örnek bir çalışma yürütüyor. Kültürümüzün temel kaynaklarını derleyip Valilik Yayınları altında bastırıyorlar. Küçük çocuklara okumayı sevdirmek için çok sayıda hikâye ve masal kitabı bastırarak okullara dağıttılar. Gençlerimiz için de kültürümüzün temel kaynaklarını valilik imkânlarıyla kütüphanelere kazandırdılar. Bunun yanında okumak isteyip de temin edemediğimiz çok sayıda kıymetli eseri satın alıp eğitim kurumlarına bağışladılar. Yani artık ‘okuyalım da ne okuyalım’ sıkıntısı aşıldı. Okul kütüphanelerimiz pırıl pırıl kitaplara kavuştu. Şimdi iş ailelere, öğretmenlere ve çocuklara düşüyor. Emeği geçenlere kucak dolusu teşekkür ederiz.

9 Mart 2008 Pazar

Romanların Dizi Yapılması

M.NİHAT MALKOÇ

Sürekli, okumayan bir toplum oluşumuzdan yakınır dururuz. Yakınırız da bunun değişmesi için fazla bir gayret sarf etmeyiz. Oysa okuma eylemine kendimizden ve aile çevremizden başlasak sorunun köklü çözümüne katkıda bulunabiliriz. Fakat millet olarak şikâyet etmekten zevk alırız, çözüm kısmında ortalarda görülmemeye gayret ederiz.

Türk edebiyatı şair ve yazar sayısı bakımından dünya edebiyatından hiç de geri kalır bir noktada değildir. Eli kalem tutan kişi sayısının okur sayısından hiç de eksik olmadığını düşünüyorum. Son yıllarda Türk hikâyesi ve romanı kabuğunu kırmıştır. Bizde Tanzimatla başlayan roman geleneği son dönemlerde kemale ermiştir. Artık romanda biz de varız.

İnsanlarımızın hikâye ve roman okumadığını gören televizyon yapımcıları romanları dizilere dönüştürmeye başladılar! Son yıllarda özellikle eski dönemlere ait romanlardan dizi yapma furyası sürüp gidiyor. Bu eserler seyirci tarafından da tutuluyor, hatta izlenme rekorları kırıyor. Yapımcılar birkaç kez filme alınan romanları tekrar beyaz perdeye aktarıyorlar, bazen de dizi şeklinde seyircinin ilgisine sunuyorlar. Bu durum; senaryo kıtlığının mı, yoksa geçmişteki eserlerin henüz aşılamadığının mı göstergesidir? Bu husus tartışılmaya değerdir.

Hayatta her şey arz talep dengesiyle ilgilidir. Siz arz edersiniz, talep beklenenin üstünde olursa arz miktarını artırırsınız. Özellikle eski dönemlere ait romanların dizi hâline dönüştürülmesine de bu zaviyeden bakmak lazımdır. Bazı romanlar defalarca sinema filmi ve dizi yapıldı. Özellikle Reşat Nuri Güntekin’in romanları yapımcılar tarafından tercih ediliyor.

Bilindiği gibi geçmişten bugüne kadar pek çok roman filme aktarıldı, dizi yapıldı. O zamanlar sadece TRT kanalı vardı. TRT bu konuda ticarî düşünmüyordu. Yaptıkları diziler bugün özel kanalların yaptıklarından daha kaliteliydi. En önemlisi de eserin özünden uzaklaşmıyorlardı. Bunlar arasında şunları sayabiliriz: Sazlık-Kenan Hulusi Koray (TRT), Hanende Melek-Sabahattin Ali (TRT), Geçmiş Zaman Elbiseleri-Ahmet Hamdi Tanpınar (TRT), Bir İntihar-Samet Ağaoğlu (TRT), Çalıkuşu, Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe, Acımak-Reşat Nuri Güntekin (TRT, Kanal D), Küçük Ağa, Osmancık/Kuruluş-Tarık Buğra (TRT), Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar-H. Ziya Uşaklıgil (TRT), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu-Peyami Safa (TRT), Kartallar Yüksek Uçar, Kurtlar Sofrası-Attila İlhan (TRT), Hanımın Çiftliği, El Kızı, Yalancı Dünya-Orhan Kemal (TRT), Parmak Damgası, Deniz Gurbetçileri-Cevat Şakir Kabaağaçlı (TRT), Gecenin Öteki Yüzü-Füruzan (TRT), Keşanlı Ali Destanı-Haldun Taner (TRT), Ateşten Günler, Sinekli Bakkal-Halide Edip Adıvar(TRT), Esir Şehrin İnsanları-Kemal Tahir (TRT), Samanyolu-Kerime Nadir (TRT), Sızı-Mehmet Eroğlu (TRT), Üç İstanbul-Mithat Cemal Kuntay (TRT), Bugünün Saraylısı-Refik Halid Karay (TRT), Cumhuriyet-Turgut Özakman (TRT), Küçük Besleme, Üvey Baba-Kemalettin Tuğcu (Star)…

Romanların dizi yapılması, dizi sektörünün senaryo olarak darboğazda olduğunu da gösteriyor. Bir romanın defalarca dizi haline getirilmesini hem seyircinin eseri tutmasına, hem de kaliteli eser kıtlığına bağlayabiliriz. Türkiye’de derin ve kaliteli senaryo yazabilen yazar sayısı sanıldığı kadar çok değildir. Senaryo yazanların önemli bir kısmı popüler konulara değinmeyi tercih ediyorlar. Klişe laflar ve sıradan senaryolar seyircileri sıktı artık.

Romanların diziye dönüştürülmesine karşı değilim। Fakat romanların orijinal akışının bozulmasını, kahramanlarının değiştirilmesini, tabir caizse eserin kuşa döndürülmesini doğru bulmuyorum. 12 bölüm olabilecek dizinin eklemelerle ve zorlamalarla 50–60 bölüme çıkarılması, işin içine ticarî kaygıların girmesi, edebiyat eserine ve yazarına saygısızlıktan başka bir şey değildir. Yazarın şöhretine yaslanarak reyting kazanmak, eseri bozarak buna alet etmek iyi niyet gösterisi olarak değerlendirilemez. Son yıllarda çok beğenilerek seyredilen “Yaprak Dökümü” ve “Köprü” dizisi, dizilerin romanlardan nasıl uzaklaştığını gösteriyor. “Köprü” romanının yazarı Ayşe Kulin, dizinin artık kendi romanıyla ilgisinin kalmadığını söylemesi ve bu durumdan rahatsız olması gelinen noktayı ortaya koymaktadır.

8 Mart 2008 Cumartesi

Gençliğin Günah Galerisi

M.NİHAT MALKOÇ

Zor zamanda yaşıyoruz besbelli… Asrımızdaki insanlar adeta ateşle barut arasında yaşıyorlar. İnsanlık göz göre göre hayat değirmeninde öğütülüyor. İslam’ın ruhunu hayattan çekip koparmaya çalışıyorlar. Pınarlarımızın suyu yukardan bulandırılıyor. Çağın Yusufları, derunu boşaltılmış Züleyhalara kalbini ve ruhunu teslim ediyor. Zamane İbrahimlerinin dünya hevesleri ağır bastığı için ateşlerde yanmayı göze alamıyorlar. Ateşlerde cayır cayır yanan, bedeni ayakta tutan maneviyatlar oluyor. İnsanlık ruh sermayesini alabildiğine tüketiyor.

Günah harmanları her geçen gün biraz daha yükseliyor. Binalar yükseldikçe insanlar alçalıyor. İnsanlık büyük yalnızlığa ve ferdiyetçiliğe sürükleniyor. Çoklu hayatlar tekli hayatlara dönüştürülüyor. Küçüğü, büyüğü asabileşiyor, sevgi ve hoşgörüden uzaklaşıyor. Nefreti ellerimizle besliyor, besili bir düşman haline getirip sevginin karşısına dikiyoruz. Asırların ahlakî birikimi küçük heveslere feda ediliyor. Çok konuşanlar az dinliyor. Okuduklarımıza değil, duyduklarımıza itibar ediyoruz. Hassas meselelerde bile aklı kapı dışarı edip hissî davranıyoruz. Bilgi sermayemiz az olsa da her konuda ahkâm kesiyoruz.

Zamanı bile tersine çevirdik. Gündüzleri uyuyor, geceleri kıymetli vaktimizi televizyonun başında geçiriyoruz. Ulaşım vasıtaları çoğaldı, hızları arttı ama dost ziyaretleri bunun aksine iyice azaldı. Toplumsal iletişim, iletişim vasıtalarının gelişmesine rağmen bir adım ileri gidemedi. Bunun aksine iletişim kopuklukları yalnızlığımızı çoğalttı. Hayatı korku, endişe ve telaş panayırına döndürdük. Ayrıntılara dikkat etmediğimiz için güzellikleri kaçırıyoruz. Ömür sermayesini hoyratça yiyip bitiriyoruz. Ben merkezli hayat, vicdanlarımızı köreltiyor. İnsanlık her geçen gün yaşadığı topluma ve kendine yabancılaşıyor. Kimliksiz ve kişiliksiz varlıklara dönüşüyoruz. Aynadaki suretimizden ürkecek bir görünüme bürünüyoruz.

Hayata hayat katan, onu güzelleştiren, sıradanlıktan ve manasızlıktan kurtaran şüphe yok ki imandır. İman nimetinden mahrum olanlar bolluk içerisinde yüzse de bütün nimetlerden mahrumdurlar aslında. Günümüzde maddî nimetler bol olsa da bereket hâsıl olmuyor hayatımızda. Çünkü hayatımız isyan ve şer bulutlarıyla çepeçevre sarılmıştır. Her türlü sapık inançlar gençliğin imanını tehdit ediyor. Kötülerle iyiler sarmaş dolaş olduğu için farkı fark etmek iyice zorlaşıyor. Gençliğe her gün yeni tuzaklar kuruluyor, bu tuzaklarda insanî ve imanî duygular avlanıyor. Günahlar ferdi tercih olmaktan çıkıp çok kere süslenerek güzel gösteriliyor, bazen dirayetli ruhlara bile toplumsal zorlamalarla kabul ettiriliyor.

Günümüzde hainlerin, iman ve ahlak karşıtlarının en büyük hedefi güçlü bir yapıya sahip olan Türk aile geleneğidir. Evlilik müessesesini ortadan kaldırıp günübirlik ilişkileri yaymak isteyenler, flört denen illeti başımıza musallat ettiler. Gönül eğlendirmek ve gönül hoşnutluğu üzerine kurulan ilişkiler Türk aile yapısına en büyük darbeyi vuruyor. Flört gençler arasında her geçen gün daha da yaygınlaşıyor. Yazılı ve görsel basın vasıtalarının çoğu flörtü güzel gösterip yaygınlaştırma propagandası yapıyorlar. Dizilerde örnek diye sunulan hayatlar gençliği zehirliyor. Üstelik bunlar modern hayatın cilveleri olarak sunuluyor bizlere. Kendileri gibi düşünmeyenleri gerici, yobaz gibi sıfatlarla tavsif ediyorlar. Sözün bu noktasında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu anlamlı ve isabetli beyti geliyor aklıma:

“Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.”

İslam dini kadınla erkek arasındaki ilişkileri belli bir nizama bağlamıştır. Flört, Müslümanların lügatinde yer alan bir kelime değildir. Bu kelimenin kendisi de, muhtevası da yabancıdır bize. Resulullah’ın “Yabancı bir kadınla bir erkek iki ikiye, baş başa kalırlarsa üçüncüleri şeytandır” ikazı bu husustaki tavrı açıkça ortaya koymaktadır. Kimse ‘kalbim temizdir’ deyip çıkar yol aramasın. Kulu en iyi Yaradan bilir. Toplumdaki kavgaların ve cinayetlerin önemli bir kısmı kadın-erkek ilişkilerinin sağlıksız yürümesinden kaynaklanmaktadır. Gençleri ölçü üzere evlendirip yuva sahibi yapmak gerçek çözümdür.

Gençliğimiz inançlarından, gelenek ve göreneklerinden koparılıp modern hayatlara kurban ediliyor. Bize çağdaş hayatın gerekleri olarak sunulanlar, inançlarımızla ve ruhumuzun temel dinamikleriyle çelişiyor. Evlilikte yaşanması gereken heyecanlar flört dönemlerinde yaşandığı için evliliğin tadı ve heyecanı kalmıyor. Flört eden gençler bir anda evlilikten vazgeçiyor ve gemilerini yeni limanlara sürüyorlar. Yeni heyecanlar aranıyor. Durum böyle olunca ipin ucu kaçıyor. Devamında gayri meşru ilişkiler ve zina geliyor.

Günümüz toplumlarında gençliği zehirleyen en büyük felaket zina âfetidir. Batılılar ülkemizi cephelerde yenemediler. Bu sefer bizi içten çökertmeye çalıştılar. Bunda da büyük başarı sağladılar. Hedeflerinde olan gençlik kalesi düştü. Toplumun en küçük parçası olan aileyi ifsat ettiler. Aile bozulunca toplum da bozuldu. Gençlik süfli heveslerin peşinde dolaştırıldı. Zina gençler arasında önceki dönemlere nazaran ürkütücü düzeyde arttı. Zinanın sıradanlaştığı, suç olmaktan çıktığı, aile huzursuzluklarının ve boşanmaların çığ gibi arttığı zamanımızda gençliğin iffetini ve bir mum misali eriyen imanını nasıl geri getireceğiz?

Her geçen gün mantar gibi çoğalan televizyon kanalları gençliği tehdit ediyor. Günümüzde bizi bize yabancılaştıran televizyonların gölgesinde bir kayıp nesil yetişiyor. Televizyon bağımlısı gençler hayattan çekiliyor. Ortalık diziden geçilmiyor. Bu dizilerde çok kere yanlış mesajlar veriliyor. Kadın-erkek arasındaki mahrem ilişkiler uluorta teşhir ediliyor. Çıplaklık sınır tanımıyor. Aşkla cinsellik birbirine karıştırılıyor. Gençlere takdim edilen sözde model insanlar Müslüman-Türk inançlarıyla, gelenek ve görenekleriyle çelişiyor. Düzenlenen içi boş, dışı cilalı yarışmalar vasıtasıyla gençliğin duygularıyla ve hassasiyetleriyle oynanıyor.

Gençliğimizi tehdit eden bir başka tehlike de bilgisayardır. Bilgisayar da tıpkı doktorun elinde şifa olduğu halde, hırsızın elinde öldüren bir araca dönüşen bıçak gibidir. Gençlerin önemli bir kısmı odalarına çekilip saatlerini bilgisayarlarının başında geçiriyorlar. Böylelikle gençlik anti sosyalleşiyor, toplumdan kopuyor. Neticede kimseyle konuşmayan, dertlerini paylaşmayan, içine kapanık bir kuşak doğuyor. Bu durum ilerde ciddi psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor. Çocuklarımız bilgisayarlarda daha çok oyun oynuyorlar. Bir kısım strateji oyunları gençleri üç-beş saat bilgisayara kilitliyor. Bilgisayarlarda gençleri bekleyen bir başka tehlike de müstehcen sitelerdir. Bu siteler yarınlarımızın teminatı olan gençlerin ruhlarını karartıyor, insaf, basiret ve izan hissiyatını öldürüyor. Bu hususlarda ailelere büyük görevler düşüyor. Anne-babaların çocuklarını denetim ve gözetim altında tutmaları lazımdır.

Günümüzde dinî duygular ve hassasiyetler rafa kaldırılmak isteniyor. Gençlerin iman boşluğu dünyevî hazlarla doldurulmaya çalışılıyor. Eğlencede sınır tanınmıyor. Ölçüsüzlük ölçü olunca eğlence hayatı uyuşturuyor körpe zihinleri. Rüzgârın önüne atılmış, hedefsiz kuru bir yaprak misali sürükleniyor ümitlerimiz ve hayallerimiz… Batılı hayat denen, ne olduğu belirsiz, bize uymayan bir yaşam tarzı dayatılıyor bize. Bu tarzı benimsemeyenler dışlanıyor, ötekileştiriliyor. Değerlerimizi içine sindiremeyenler hayatlarımıza pusu kuruyorlar.

Daha çok kazanma, daha çok harcama ve daha çok eğlenme, sınır tanımama anlayışı düzenlerin altüst olmasını beraberinde getirdi. Özentiler, kişilikleri ifsat etti. Kısa yoldan zengin olmak için bütün yollar meşru gösterildi, hak ve hukuk hassasiyetleri kalmadı insanlarda. ‘Para gelsin de nerden, nasıl gelirse gelsin’ anlayışı her türlü yolsuzluğu ve kanunsuzluğu da beraberinde getirdi. Acıma ve yardımlaşma duyguları iyice köreldi. Ne yazık ki fırsatçılık anlayışı meşru bir hâl aldı. Bu durum aile bütünlüğünü de ciddi biçimde zedeledi.

Zamanımızda gençleri bekleyen en önemli sıkıntılardan birisi de alkol, uyuşturucu ve sigaradır. Bu zararlı maddelere başlama yaşı ilkokul seviyesine kadar düşmüştür. Uyuşturucu müptelası olan gençler, geçmişlerini reddederek uçurumun eşiğindeki bir hayata adım atmaktadırlar. Bu maddeleri bulmak için her türlü yolu meşru görerek kimliksiz ve kişiliksiz fertler olup çıkmaktadırlar. Bu maddeleri alan gençlerde iradeler devre dışı kalmaktadır.

Türk ve dünya gençliği inançlardan ve ideallerden yoksun bir hayat yaşıyor। Bu hayat onların dünyalarını zindana döndürdüğü gibi, ahiret hayatlarını da mahvetmektedir. Dünyada huzur bulamayan bu fertlerin ahiret huzuru da tehlikededir. Ne olur gençliğe sahip çıkın!…