20 Aralık 2008 Cumartesi

Sırlı Diziler ve Gazinolaşan Televizyonlar

M.NİHAT MALKOÇ

Televizyon zamanımızın önemli bir kısmını alıp götürüyor. Millet olarak çok fazla televizyon seyrediyoruz. Televizyon bizi uyuşturuyor. Çoğu zaman adeta ekranlara kilitleniyoruz. Bu durum dünyanın bizim haricimizdeki medenî ülkelerinde yok. ‘Vakit nakittir’ sözü bugünlerde kulak ardı edilmiştir. İnsanlar kıymetli zamanlarını heba ediyor. İngilizler televizyona ‘aptal kutusu’ diyorlar. Bu benzetme, televizyona ve onun bağımlılarına tepkinin de ifadesidir. Belki ona bu adı koyanlar da onun çoktan bağımlısı olmuştur.

Televizyon, insanları toplumdan koparıyor, yalnızlaştırıyor. Bırakın toplumu, evimizin içindekileri bile doğru dürüst görüp hâl ve hatırlarını soramıyoruz. Herkesin bakışları anlamsızca ekranlarda yoğunlaşıyor. Birbirimize günün nasıl geçtiğini, neler yaşadığımızı bile sor(amı)yoruz. Birbirimize yabancılaşıyoruz gittikçe. Bu meret, hayatımızda gereğinden çok yer kaplıyor. Bu kadar çok zaman ayırdığınız televizyon gerek bilgi, gerekse görgü açısından size neler kazandırıyor? Harcadığınız zamana değiyor mu? Hiç düşündünüz mü bunları?

Televizyona bağlananlar kendilerini unutup başkalarının hayatlarıyla ilgileniyorlar. Gerçekler sanalın penceresinde katlediliyor. Hayatımızda karşılaşamayacağımız, oturup iki laf edemeyeceğimiz kişilerin özel hayatlarının ayrıntılarıyla zamanımızı heba ediyoruz. Şöhretli insanlar olsalar da, başkalarının hayatları niçin bizi bu kadar ilgilendiriyor? Başkalarıyla ilgilenmekten kendimize zaman kalmıyor. Ruhumuza ayna tutamıyor, iç dünyamızı dinleyemiyoruz. Hayatımızın tanzimine yeterli zaman ayıramıyoruz. Dağıldıkça dağılıyoruz.

Eskiden tek televizyon kanalı vardı. TRT’den bahsediyorum şüphesiz. O da siyah beyazdı. Ortalık televizyon kanalından geçilmiyor günümüzde. Belli yerlere para yatırıp uydudan yayın hakkı kazananlar bir de stüdyo kurunca kendilerini imparator sanıyorlar. Televizyon, bazıları tarafından silah olarak da kullanılıyor. İyi mi oluyor böyle?

Rekabet güzel şey ama kalite arayan yok. Maksat daha çok izleyici kazandırmak ekranlara. Ne verdiğinden çok, ne aldığı önemli patronların. Evlere yerleştirilen reyting ölçüm cihazları reklâm pastasından alınan payı da belirliyor. Onun için amaç kalite değil, öyle veya böyle daha çok izlenebilmek. Bu yüzden gizli saklı ne varsa özel hayatlar, kirli çamaşırlar ortaya dökülüyor. İnsanların kendine saklayacakları mahrem sırlar milyonlarla paylaşılıyor.

Son yıllarda ekranlarda sırlı diziler furyası esiyor. Özellikle mütedeyyin düşünce ekseninde yayın yapan televizyonlar sırlı dizilerle dolup taşıyor. Bu dizilerde hidayet hikâyelerinden kaderin garip tecellilerine kadar her şey var. Genelde yeni oyuncuların rol aldığı bu diziler ucuza mal edildikleri için yapımcılar tarafından tercih ediliyor. Önceleri bu diziler daha makul ve mantıklı bir anlayışla hazırlanırken son zamanlarda onda da aşırıya gidildi. Bu gibi dizilerde yaşanmışlık, seyredilme açısından önemli bir avantajdır. Yani yaşanmış olayların ekrana taşınması daha etkileyici oluyor. Fakat son dönemde gerçek hayatla ilgisi olmayan senaryolar, yaşanmış gibi gösteriliyor. Bu da izleyiciyi ekrandan koparıyor.

Televizyonların sayısının çokluğu ve 24 saati bir şekilde doldurma mecburiyeti programların kalitesini de ciddi olarak düşürüyor. Bu yüzden son yıllarda pek çok televizyon kanalı ‘sabah kuşağı’ adıyla gazinoya dönüştürüldü. Mikrofonu tutmayı bilmeyen sözde sanatçılar ve sunucular bu programlarda boy gösteriyor. Şarkı, türkü, şamata, ne ararsan var. Ölçüsüzlük ölçü olunca doğal olarak seviye de yerlerde sürünüyor. Her taraf sabah şekerleriyle dolu. Yakında lokumlar sürülecek sabah ekranlarına. Bunu da yapacaklar.

Şimdilerde hemen her kanalın maaşlı alkışçıları var. Düzenli olarak stüdyolarda yerlerini alıyorlar; ortalığı karıştırıp izlenme oranlarını artırmaları için eğitiliyorlar. Yani televizyonlarda hiçbir şey doğal değil. Dizilerin önceden yazılıp oynandığını bilirdik, şimdilerde eğlence ve magazin programları da yazılıp oynanıyor. Amaç birinciliği kaptırmamak, reklâm pastasından daha çok pay almak… Bunu sağlamak için değerler feda edilebiliyor. Televizyonların gittikçe sıradanlaşması ve magazinleşmesi tehdit oluşturuyor.

12 Aralık 2008 Cuma

Serpil Karaosmanoğlu'nun Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Ömrü bitenin defteri dürülüyor. ‘Daha yapacak çok işlerim var, ne olur ölüm vaktini biraz tehir eyle’ diyemiyorsunuz Azrail’e. Geçtiğimiz günlerde herkes bayram yaparken bir ruh daha fena âleminden beka âlemine göç eyledi. Ölüm bir yüreği daha susturdu. Trabzon’da uzun yıllardan beri yazma çalışmalarını sürdüren, kaleme ve kâğıda adeta sevdalı olan bir bayan yazarımızı kaybettik. Bayramın ikinci günü dostlarına bir elveda bile diyemeden sessizce aramızdan ayrılan Serpil Karaosmanoğlu’ndan söz ediyorum. Bayram sevincine gölge düşüren, bir evi hüzne boğan bu acı, ölüm gerçeğini bir kez daha önümüze dikti. Onu tanıyanlar acılara boğuldu, tanımayanlar da üzüldü şüphesiz.

Genç denebilecek bir yaşta(62 yaşında), yazma aşkıyla doluyken aramızdan ayrılan merhum Serpil Hanım’la aynı gazetede, Hizmet gazetesinde yazıyorduk uzun yıllardan beri. Onun daha çok hikâye ve romanları bölüm bölüm yayınlanıyordu Hizmet gazetesinde. Daha sonra bu öyküler “Yemen Güneşi” adı altında iki kapak arasına alındı. “Yemen Güneşi” benim de kütüphanemi süsleyen kitaplardan biriydi. Üç kızı vardı Serpil Hanım’ın. “Yemen Güneşi” kitabını bu evlatlarına ithaf etmişti. Evlatlarından sonra kitapları geliyordu. Kitaplarına, bir evlat kadar olmasa da, çok değer veriyordu. “Yemen Güneşi” adlı kitabı aslında iki farklı eseri ihtiva ediyordu. Yani “Yemen Güneşi” ve “ O Yeşil Tepeler” adıyla iki kitap bir arada yayınlanmıştı. Demek ki mevcut imkânlar ancak buna elvermişti. Kitabının arka sayfasındaki ‘Hasret’ adlı şiirinde Trabzon’a duyduğu derin sevgiyi satırlara dökmüştü:

“Serin sularından kana kana içtiğim
Uzun sokağından yıllarca geçtiğim
Dünyada seni birinci il seçtiğim
Benim zümrüt yeşili can Trabzon’um”

Merhum Serpil Karaosmanoğlu “Yemen Güneşi” adlı kitabının Önsöz’ünde hayatına dair notlara da yer veriyordu. İşte bu notlardan bazıları şunlar: “Trabzon’da sırtını Boztepe’ye dayamış, eski adıyla Arafilboyu(Esentepe) Mahallesi’nde etrafı yüksek taş duvarlarla çevrili, iki katlı, beyaz boyalı, dört bir yanı çiçek ve meyve ağaçlarıyla dolu bir evde doğdum. O güzel bahçemizde neler yoktu ki?... Çiçeğinden meyvesine, çeşit çeşit hayvanlara dek… Sokak kapı üstü, hanımeliyle sarılı olan bahçemizde, mis gibi kokan leylaklar, sümbüller, , şebboylar, kasımpatılar ve de bahar dalları, kapımızın iki yanını süsleyen, etrafa harika kokular veren beyaz zambaklar, limon çiçekleri ve o muhteşem laleler…”

Serpil Hanım yazmayı çok seven, adeta hayat tarzı olarak gören kalem dostu bir insandı. O yazmayı bir terapi olarak görüyordu. Sorunlarını yazarak, okurlarıyla paylaşarak azaltıyordu. Gördüklerini, duyduklarını, duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan zevk alıyordu. Bir şeyler ortaya koymak, üretmek ona ayrı bir haz veriyordu. Sürekli okuyup yenileniyordu.

Uzun yıllar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra lisans tamamlama programına katılarak Sosyal Bilgiler Öğretmeni olan Serpil Karaosmanoğlu, toplumsal eğitime çok önem vermiş, fırsat buldukça insanlara bir şeyler öğretme gayreti içerisinde olmuştur. Onun ilk eseri ‘Kır Çiçeklerim’ adını taşıyan şiir kitabıdır. ‘Gerçek Yaşam Öyküleri’ edebiyat alanında verdiği ürünlerin ikincisidir. Bu kitaptaki altı öykü kurgu değil, hepsi gerçek hayatta da yaşanmıştır. “Ganita’dan Zigana’ya” adlı kitabı 2002 yılında basılmıştır. Bu eserde 1900–1960 yılları arasında yaşanmış gerçek yaşam öyküleri vardır. Bu öykülerin dördü yazarın başından geçmiş olaylardan esinlenerek kaleme alınmıştır. Hizmet gazetesinde de yayınlanan ‘Yemen Güneşi’, Yemen Harbinde yaşananları kapsamaktadır. “O Yeşil Tepeler” de Cumhuriyetin ilk yıllarında annesini ve babasını kaybeden üç yetim çocuğun öyküsü anlatılmaktadır. Yine Hizmet gazetesinde tefrika edilen, henüz kitap halinde yayınlanamayan “Haminne’min Osman’ı” 1925’li yıllarda yaşayan toy bir delikanlının hayatını anlatmaktadır.

Ebediyete göçen Serpil Hanım’a Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Eskimeyen O Eski Bayramlar!...

M.NİHAT MALKOÇ

Bayramlarımız maneviyat bahçesinin iri gülleridir. O güller ki Resulullah’ın kokusunu taşırlar gönül bahçelerimize. Bayramlar yüzyılları aşıp günümüze kadar gelen köklü dinî geleneklerdendir. İster Ramazan, ister Kurban olsun; dinî bayramlarımız bize ulvî yanlarımızı hatırlatır. Ruhumuza ayna tutarız bu müstesna zaman dilimlerinde. Kaybettiklerimizi anarız. İstanbul’da, Süleymaniye’de bayramın muhteşem coşkusunu yaşayan Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiriyle, bayramı kelimelerle yakuttan bir abideye dönüştürür. Kim bilir bugünlerde o büyük mabette bayram namazını kılanların kaçta kaçı o ulvî hissiyata vakıf olarak namazlarını eda edebiliyorlar? Bu şiirdeki hissiyatı yaşayan bir nesil var mı bugün? Aslında en büyük kaybımız da bu nesil değil mi? Paramızı, malımızı kaybettiğimizde çok çalışıp tekrar elde edebiliriz? Ya elimizden kayan nesil… Onu tekrar kazanabilir miyiz? Bu düşüncelerle Yahya Kemal’in şiirinin bir kısmını sizlere sunuyorum:

“Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garib âlem bu!..”

Günümüzde köylerimizde bayram heyecanı hâlâ devam ediyor. Köyde bayram arifesinin seher vaktinde başlar bayrama dair coşku ve doyumsuz heyecan… Fedakâr köy kadınları birkaç gün önceden misafirlerine tattıracakları yemeklerin hazırlığına girişirler. Bayram sabahı erkekler bayram namazlarını kılıp cami önünde topluca bayramlaşırlar. Cemaattekiler eve dönmeden mezarlara gidip yasin-i şerifi veya bildikleri sureleri okurlar. Ölülerin affı için dua ederler. Sonra köydeki yaşlılar ve hastalar ziyaret edilir. Onlara moral verilir. Şifa bulmaları için Allah’a yalvarılır. Gençler, büyüklerin ellerini öperek bayramlarını kutlarlar. Yaşlılar da karınca kararınca imkânları ölçüsünce onlara harçlık verirler. Çocuklar asla hafife alınmaz, onların gönülleri alınır. Bizler bugün de ‘âh o eski bayramlar…’ diyorsak bunun sebebi geçmişte yaşadığımız güzel hatıralardır. Bugünkü nesillerin de eski bayramların güzelliklerini hafızalarına nakşetmeleri için biz büyüklere büyük görevler düşüyor.

Peki, şehirlerde durum nasıl? Şehirlerde bu anlamlı günlerde kaç kişi bayramlaşıyor, selamlaşıyor? Tanımadığımız kişiyle selamlaşmak ve bayramlaşmak garip geliyor bize. Oysa bütün Müslümanlar kardeştir. Bu kardeşlik ille de kan bağına dayanması gerekmiyor. Aksine İslam kardeşliği manevî açıdan soyca kardeşlikten daha ileridir. Müslüman olmayan öz kardeşinizi sev(e)mezken, İslam’la şereflenen din kardeşinizi sevmek durumundasınız.

Kurban Bayramı tekbirlerle girer hayatımıza. Cümle mevcudat coşar ve vecde gelir bu tekbirlerin arifesinde. Bayramlar, hayatın keşmekeşinde bunalan ruhlarımızı yumuşatır. Sıradanlaşan ve iyice çekilmez hale gelen hayat, bayramların yaydığı doyumsuz iksirle renklenir. Yitiğimiz olan manevî huzur, belirli günlerle sınırlı olsa da, hayatımıza geri döner.

Son yıllarda bayramlar çağın eğlence kültürünün mazbut bir sığınağına dönüştürüldü. Özellikle hafta sonlarıyla birleştirilip dokuz güne uzatılan tatillerde insanlar evlerinden uzaklaşarak tatil beldelerine koşuyorlar. Bu zaman aralığını tatil için fırsat görüyorlar. Oysa bayramlar küçüklerin büyüklerini ziyaret edip ellerinden öptüğü, hastaların, yetimlerin, kimsesizlerin hatırlandığı, düşkünlere sahip çıkıldığı zaman dilimleriydi. Aslında bu uzun tatil aralıkları uzaktaki yakınlarımızın ziyaret edildiği, hatıraların canlandırıldığı, dostlukların pekiştirildiği fırsatlar olarak görülmelidir. Böylece o eski güzel günler geri gelecektir.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Kurban Vahşet Değil, Selamettir...

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman sular seller misali akıyor, mecrasını buluyor en sonunda. Zaman yine gönül değirmenlerimizde öğütüldü ve gelinen noktada çok şükür ki bir başka bayrama ulaştırdı bizi. Bayramlar asırlardır dört gözle beklenir milletimiz tarafından. Beklenen misafir kapımızı çalıyor yine. Şimdi bütün gönüllerde sevgi panayırları kurulmuş, yüreğimiz bayram yerine dönmüş. Bayramlar milletleri kenetleyen müstesna zaman dilimleridir şüphesiz. Yıl boyunca değişik sebeplerle dağınıklaşan insanlar, bayramlarla birlikte toplanırlar. Böylece insanlar arasında kaynaşma ve yakınlaşma gerçekleşir; dostluklar pekişir, kin ve haset ortadan kalkar.

Kurban; kim ne derse desin, İslam’ın en büyük şiarlarından biridir. Kelime anlamı ‘yaklaşmak’ olan kurban, kulu Allah’a yaklaştırır. Kurban şükür, teslimiyet ve fedakârlık ekseninde gerçekleştirilen bir ibadettir. Allah’a teslimiyetin zirvesidir kurban… Hz. İbrahim’in can parçası İsmail’i Hakk için feda edebileceğinin, herkesin de can parçalarını feda edebilecek bir imanî ruh zenginliğine sahip olması gerektiğinin hatırlatılmasıdır bu ibadet. Kurban bir anlamda da Hz. İbrahim’in güzel hatırasıdır. Onun fedakârlığının nişanesidir.

Son yıllarda sözde hayvan sevgisini insan sevgisinin önüne koymak isteyen bir kısım güruh, her şeyi olduğu gibi kurbanı da sulandırma eğilimindedir. Onlara göre kurban (hâşâ) vahşice bir ibadetmiş; bir çeşit hayvan katliamıymış. O kişiler kurban kesmek yerine fakirlere sadaka vermeyi önermektedirler. Hatta bunu organize etmektedirler. Görünürde yardımseverlik renginde olan bu davranış, aslında Allah’ın dinini değiştirmeye yönelik bir eylemdir. Müslümanlar bu çirkin tezgâha gelmemelidir. Kurban başkadır, zekât ve sadaka başka… Sapla samanı birbirine karıştıranlar insanların zihnini bulanıklaştırarak merhamet avcılığı yapmaktadır. Bu sahte yüzlere itibar edilmemeli, Allah’ın emri dikkate alınmalıdır.

Kurban Kur’an’da Allah’ın emirleri arasında geçen önemli bir kulluk emaresidir. Kurbanın yeri hiçbir şeyle doldurulamaz. “Rab­bin için na­maz kıl ve kur­ban kes”(Kevser S. 2. Ayet) ifadesi bize başka yorum hakkı bırakmamaktadır. Kurbanı hayvan hakkı ihlali olarak görenlerin belli ki gizli niyetleri vardır. Sizin bir adım ilerisini görmekten aciz olan aklınızı sevsinler! Yıl boyunca kesilen hayvanları görmez misiniz mezbahalarda. Hem bütün varlıklar insanın hizmetine sunulmamış mıdır? Siz hiç et yemez misiz? Allah’ın helal kıldığını haramlaştırma ve kerih gösterme salahiyetiniz var mı sizin? Siz de kim oluyorsunuz ki?

Kâinatı yaratan ve donatan Allah’ın emri her şeyin önünde gelir. O Rab ki, çocuklarını bile kurban edebilecek sadakatte elçiler göndermiştir Hakk ve hakikati yaymak için. Dünyada Allah’a şartsız teslim olan İbrahimler’in ve ona her halükârda tabi olan İsmailler’in sayısı arttıkça dünya huzura kavuşacaktır. Dünya, o huzuru yakalayınca esenlik beldesi olacaktır. Sizler de Nemrutlar’a karşı bir İsmail teslimiyetinde olun ki kurtulasınız.

Kurban yüce Kur’an’da zikredilen önemli bir ibadettir. O, vahşet değil, aksine selamettir. Hac Suresi’nde bununla ilgili pek çok ayet mevcuttur. Bunlardan birisi de şudur: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.” (Hac S. 37. Ayet)

Biz insanlar aralıksız imtihan ediliyoruz. Bu bazen mallarımızla, bazen musibetlere karşı sabrımızla, bazen de fedakârlığımızla gerçekleştiriliyor. Kurban malla yapılan ibadetler arasında sayılır. Kurban’ın içinde fedakârlık da vardır. Rabbimizin yukarıdaki ayette de belirttiği gibi kurbanların etleri ve kanları kendisine ulaşmıyor. Kurban vesile kılınarak bizlerin takvası ölçülüyor. Kimlerin Allah için vermeye muktedir olduğu tespit ediliyor.

“İm­kâ­nı olup da kur­ban kes­me­yen bi­zim na­maz­gâ­hı­mı­za yak­laş­ma­sın” diyor Sevgili Peygamberimiz… Bu sözden sonra başka ne denir ki?... Kurbanlarınız hayırlı ve bereketli olsun. Kurban bayramı milletimize huzur ve esenlik getirsin. Buhranlarla cenk yerine dönüştürülen ruhlarımız felah bulsun. Bayramlar bayram olsun, kalpler huzurla dolsun.

21 Kasım 2008 Cuma

Anadolu Kapılarında

M.NİHAT MALKOÇ

Türk milleti şanlı ve şerefli bir maziye sahiptir. Tarih, Türk milletini nice kereler zorlu imtihanlardan geçirdi. Bu imtihanlardan hep alnının akıyla çıktı milletimiz. Bu yüce millet, dünya tarihine şanıyla, şerefiyle mal olmuştur. Sultan Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Savaşı’nı kazanarak Anadolu kapılarını Türkler’e açmıştır. O zamana kadar süren Bizans hâkimiyeti bu mukaddes cihatla son bulmuştur. Ondan sonra Anadolu’ya gönül seferleri yapılmaya başlanmıştır. Şefkat ve merhamet elçileri, gönülleri fethetmeyi öncelikli vazife saymıştır. Zira gönülleri fethetmek coğrafyaları fethetmekten daha önemli görülmüştür. İnsan âlemin özüdür. Özü bırakıp kabuk kabilinden şeylerle uğraşmak abestir.

Ecdadımızın hoşgörü ve sevgisi Anadolu’nun dört bir yanına sinmiştir. Bu içtenliği ve sıcak muhabbeti her lâhza hissedebiliriz Anadolu’nun bağrında. Anadolu’nun güzelliğini şairlerimiz de mısralarında bir gergef misali dokumuştur. Güzellikler açmıştır mısralarda. Söz konusu şairlerden Ahmedî, bu güzel diyara duyduğu hayranlığı bakın nasıl dile getiriyor:

“Tutan dizim, gören gözüm
Sensin güzel Anadolu’m
Aşkın dolu sinem, özüm
Cansın güzel Anadolu’m.

Hürmet sana, minnet sana
Seni sevmek gerek bana
Bu dünyada cennet bana
Sensin güzel Anadolu’m.”

Türkiye Anadolu; Anadolu Türkiye demektir. Taşında, toprağında şehit kanı bulunan bu topraklar, Türk’ün altın mührünü taşımaktadır. Bizans’ın çirkin yüzü kaybolmuştur artık.

Ben vaktiyle Anadolu’nun pek çok yerini gezme imkânı buldum. Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Van, Bitlis, Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Sivas, İsparta, Afyon, Tokat, Amasya, Çorum, Samsun, Giresun, Rize… gibi yerleri gezip görme şansını yakaladım. Hatta Bitlis ve Van gibi şehirlerde birer gün konakladım. Anadolu’daki insanların ilgisi ve samimiyeti beni mest etti. Bu yörelerin insanı fakir olmasına rağmen çok misafirperverdir. Onlar gönül zengini aslında. Paylaşmayı biliyorlar. Herkesin bu yörelerin sıcaklığını yerinde yaşayarak görmesini isterim. Sözü yine şair Ahmedî’ye verelim:

“Edirne’den Ardahan’a
Değişmem seni cihana
Mukaddes emanet bana
Sensin güzel Anadolu’m

Velilerin ordu ordu
Kesilmesin Rabbim ardı
Şehitler, gaziler yurdu
Sensin güzel Anadolu’m

Canım, tenim, ağzım, dilim
Baş çiçeğim, gonca gülüm
Ahmedî der has sevgilim
Sensin güzel Anadolu’m”

Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle ve Türk’üyle Anadolu bir bütündür. Bu birliği bozmak isteyenlere asla müsaade etmeyeceğiz. Aksine şer güçlere inat, daha çok kenetleneceğiz. Çapulcular bu ülkeden bir çivi bile sökemeyecek. Bu topraklar bizim kalacak.

16 Kasım 2008 Pazar

Kesişen Acı Kaderler

M.NİHAT MALKOÇ

Üç fidan kurudu gönül bahçelerinde. Üçü de çok sevildi. Arkalarından sular seller gibi gözyaşları döküldü. Tabutları on binlerin omuzlarında yükseldi. Halk akın akın cenazelerine koştu. Üçü de Karadenizliydi, üçü de müzik yapıyordu. Üçü de taze bedenleriyle girdiler kara toprağa. Hiçbirinin yüzünün buruşmasına, saçlarının ağarmasına, gözlerinin altında mor halkalar oluşmasına fırsat vermedi zaman. Toprak onları bir anne şefkatiyle kucağına aldı. Geride anneler, babalar, acılı eşler, hayranlar, yetim ve öksüz evlatlar bıraktılar. Üçünün de sazları ve sözleri yetim kaldı. Karadeniz onların acısıyla iyice hırçınlaştı. Gökler toprağa boşaldı ağlarcasına. Üçünün de ölüm sebebi aynıydı: Kanser, kanser, kanser!.... Bunlardan biri Kazım Koyuncu, öteki Osman Yağmurdereli ve sonuncusu da Erkan Ocaklı’ydı.

“Hey gidi Karadeniz/Doldu da taşamadı/ Etmiyelum sevdaluk/ Edenler yaşamadı” deyip çekip gitti Kazım Koyuncu… Kendisi daha çok Laz müziği yapıyordu. Artvinli bir aileden geliyordu. “Zuğaşi Berepe” grubunun kurucusu ve beyniydi Kazım Koyuncu… Lazca-rock yapıyorlardı. Daha sonra Gülbeyaz ve Sultan Makamı dizilerine yaptığı özgün müzikler çok beğenildi. Karadeniz ezgileri bestelerinde bütün ihtişamıyla yerini aldı. “Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti” sözü aslında çok derin anlamlar içeriyordu. O, toplum adamı idi. Sosyal meselelere duyarlıydı. İyi bir çevreciydi aynı zamanda. Trabzonspor’a gönül veren bir insandı. Hırslı ve mücadeleci bir karaktere sahipti.

2005 Haziran’ının 27’sinde uğurlamıştık Kazım Koyuncu’yu… 33 yaşında ayrılmıştı aramızdan. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde sözünü ettiği ömrün yarısı bile değil. O, üç yılı aşkın bir zamandan beri aramızda yok. Onun eksikliğini çok hissediyoruz. Bir türküsünde “Koyverdun gittun beni” diyordu. Fakat aslında o bizi koyverdi gitti bu fani dünyadan. Ölümsüzlüğe uğurlandı sevenleri tarafından. Doğduğu topraklar bağrına bastı onu.

Çernobil nerde bir Karadeniz sanatçısı varsa koparıp aldı aramızdan. Yıllarını müziğe ve genel anlamda sanata adayan bir başka Karadenizli, Trabzonlu sanatçıyı da kanser illeti aldı aramızdan. Osman Yağmurdereli’den söz ediyorum. Yağmurdereli hoşgörülüydü, güler yüzlüydü, sabırlıydı, çalışkandı, alçakgönüllüydü, hayırseverdi, yüreği insan sevgisiyle doluydu. Mütebessim bir yüzü vardı. Tombul görüntüsü onu halk nezdinde daha sempatik kılıyordu. İnsan ilişkileri çok iyiydi. Gülmesini ve insanları güldürmesini çok severdi. Babası siyasetle uğraşmıştı yıllarca. Parti başkanlığından milletvekilliğine kadar yükselmişti. O da babasının yolundan gitmeyi yeğledi. AKP’den aday oldu ve kazandı. Fakat işler hep düz gitmiyor hayatta. Milletvekili koltuğunu ısıtmadan, o heyecanı doya doya yaşayamadan henüz 55 yaşında aramızdan ayrıldı. O şimdi Aşiyan Mezarlığı’nda kıyamet sabahını beklemektedir.

Karadeniz’in müzik tahtını ellerinde tutan bu iki ismin acısı henüz dinmemişken Erkan Ocaklı’nın kanser olduğu haberini aldık. Bir anda yağ gibi erimişti Ocaklı. Kanser kolunu kanadını kırmıştı. Her geçen gün dünyadan biraz daha uzaklaşıyordu. Ve sonunda film koptu.

Karadeniz müziği bir duayenini daha kaybetti. “Oy Emine, Almanya Acı Vatan, Hapishane İçinde, Armut Dalda Asilsun, Nataşa, Rize Güzel Memleket, Ula Ula Niyazi, Mısırı Kuruttun mi, Maçka Yolları Taşlı” türküleri yetim kaldı şimdi. Beylik laf olsun diye söylemiyorum ama şu bir gerçek ki böyle sanatçılar çok az geliyor dünyaya. Kolay yetişmiyor Erkan Ocaklılar… O, 38. sanat yılında aramızdan ayrıldı. Ölene kadar müziğe devam etme konusunda kararlıydı. Öyle de oldu. Müziği hiç bırakmadı, sazı ve sözü hayatının ayrılmaz bir parçası oldu. O, yüzlerce parça bıraktı arkasında. Müziğin efendileri ona bir klip çekmeyi bile çok gördü. Orasını burasını açıp karga sesiyle arz-ı endam edenlerin peşinde koştu kameralar. Fakat Ocaklı gibi gerçek sanatçılar hep nisyan bulutları arasında günlerce vefa beklediler.

Karadeniz’in güzel insanları, Çernobil kurbanları Kazım Koyuncu, Osman Yağmurdereli ve Erkan Ocaklı yok artık aramızda. Kim bilir belki orada buluşup bundan sonraki kanser kurbanını bekliyorlardır. Allah hepsine rahmet eylesin. Nur içinde yatsınlar.

"Hakkını Helal Eyle Daha Dönmeyeceğum"

M.NİHAT MALKOÇ

Bir büyük ses daha boşluğa düştü, zaman değirmeni onu da öğüttü. Türkülerini gönül heybesine doldurup genç denebilecek bir yaşta(59) bilinen meçhule yol aldı. Karadeniz’in müzik üstadı, Karadenizlinin yürek sesi, gençliğimizi türküleriyle geçirdiğimiz Erkan Ocaklı’dan bahsediyorum.“Ağla gozlerum ağla/Ben da ağlayacağum/Senun acilaruna nasil dayanacağum” diyordu bir güzel türküsünde. Bizler onun bıraktığı boşluğu nasıl dolduracağız şimdi? Hüzünlüyüz bu yüzden, çok hüzünlüyüz. Bu yazıyı yazarken hüzün mürekkebim oldu.

O, büyük bir sesti. Karadeniz’in gelmiş geçmiş en büyük türkücüsüydü. Biz onu yaşarken anlayamadık, kıymetini bilemedik. O; sesiyle, sözüyle, beyefendi kişiliğiyle yaşadığı zamana mührünü vurdu. Onu ekrana çıkarmayanlar, sesini görmezden gelenler kına yaksın.

Onun türkülerinde hep bir hüzün vardı. Ölüm, Ocaklı’nın türkülerinin vazgeçilmez temasıydı. Pek çok türküsünde ölüm acısını sözlere ve bestelere dökmüştü. “Bu kara topraklarda ah sen yatacak mıydın?/Gönlüme doğan güneş ah sen batacak mıydın?/Ezanlar bizim için okunuyor sevgilim/Gözyaşım mezarına dökülüyor sevgilim” diyordu bir türküsünde. Türküyü söylerken o duyguları yaşıyordu adeta. Öyle ki acıdan iç çekiyordu.

Bir sonbahar hüznüyle aramızdan ayrıldı Erkan Ocaklı. Arkasında büyük bir türkü arşivi, beste mirası bırakarak… Şimdi gönlümüze düşen albümlerde solgun bir resim olarak kaldı silueti. Onun gür sesini, duyması gerekenler ne sağlığında ne de hastalığında duydu. Bir zamanlar müzik tekelini elinde tutanlar onu görmezden geldiler. Önüne engeller koydular.

Yetmişli yıllarda müzik hayatına atılan Ocaklı ‘Misiri Kuruttun mi?, Ula Ula Niyazi, Maçka Yollari Taşli’ gibi Karadeniz klasiklerine imza atmıştı. Bu türküler her yerde, her sanatçı tarafından söylenir olmuştu. O dönemlerde Trabzonspor futbolda, Erkan Ocaklı ise müzikte Anadolu ihtilalini yapmıştı. Kem gözler bunları kıskandı, görmezden geldi.

Aslen Arhavili olan, çocukluğu Maçka’da geçen Ocaklı çok gayretli ve üretken bir sanatçıydı. Ormancı bir babanın çocuğuydu. En büyük ideali doktor olmaktı. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ni bitirmişti. Müziği çok sevdiği için o alana kaydı. Çocukluğundan beri bağlama çalardı. Karadeniz müziğine bağlamayı sokan kişidir o… Hatta bu yüzden çok da eleştirilmiştir. Yaptığı plak ve albümlerin sayısını kendisi bile bilmezdi. Albümlerinin sayısı kırkın üzerindedir. 300’ün üzerinde birbirinden güzel bestesi vardır. Bunlarla birlikte altı tane filmde de oynamıştı. İki kere evlenmişti. İki çocuğu vardı.

O, türkülerinde evrensel barış mesajları vermiştir hep. Dostluk, kardeşlik ve sevgiden yana olmuştur daima. İnsanı, sevginin en ileri derecesi olan aşkın yaşattığına inanan bir kişiydi kendisi. Ondan sonraki yıllarda yeni yetme sanatçılar müziğe pek bir şey ver(e)mediler. Üstelik ses kirliliği oluşturdular. Köklü değerler sisler altında görülmez, duyulmaz oldu. Değerlerimizi kısa zamanda tükettik. Erkan Ocaklı da unutturuldu bizlere.

Çağın kâbusu kanser değerlerimizi ve değerlilerimizi koparıyor hayattan. Kazım Koyuncu’dan sonra Erkan Ocaklı da ayrıldı aramızdan. Acaba bundan sonra sırada kimler var? Olanlara kader mi diyelim bilmem. Kanser Karadeniz’in ve Karadenizlinin yakasını ne zaman bırakacak? Çernobil sonrası Karadeniz ölüm tarlasına döndü. Ölüm sebebi tek: Kanser.

Uzun süren hastalığının ardından 59 yaşında aramızdan ayrılan Ocaklı, geçen sene 40. sanat yılını, muhteşem bir geceyle kutlamıştı. Gecenin sunuculuğunu, bir süre önce vefat eden sanatçı Osman Yağmurdereli yapmıştı. Şimdi ikisi de yok aramızda. Onların yokluğu hep hissedilecek. Trabzonlular Ocaklı’nın mirasına sahip çıkacak; adını sonsuza dek yaşatacak.

“Senun acilarunlan daha gulmeyeceğum/Hakkını helal eyle daha dönmeyeceğum” diyordu bir türküsünde. Sanki helallik alıyordu. Şimdi bizler bu nakaratın ilk dizesini terennüm ediyoruz. Ocaklı’nın o güleç yüzünü çok özleyeceğiz. O, Karacaahmet’te servilerin altında sonsuz uykusuna dalacak. Trabzon hasretini yudum yudum çekecek içine. O ölse de geride bıraktığı eşsiz besteler onun adını yaşatacak. Allah rahmet eylesin. Güle güle git!…

10 Kasım 2008 Pazartesi

Şükrü Elçin'in Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Hep aynı sitem, hep aynı terane… Değerlerimizin değerini bilmiyoruz. Bu vefasızlık, bu kıymet bilmezlik devam ettikçe bu bozuk plak da çalıp duracak elbette. Hayatımız çamura batmış, kurtulacak yerde çırpındıkça daha da batıyoruz. Görsel ve yazılı medya habbeyi kubbe yapıyor, her gün abesle iştigal ediyor. Gazetelerde ciddi haber bulmak ne mümkün… Gazeteler eğitmiyor, öğretmiyor, dikte ediyor. Hayatımız ucuz, alelade magazine batmış. Yazık olsun o gazeteler için harcanan kâğıtlara. Yazık olsun o kâğıtları elde etmek için kesilen ağaçlara… Zira o gazetelerin ömrü birkaç dakikalık oluyor. Oysa gazete dediğin dolu dolu olmalı, milletinin değerleriyle beslenmeli, gün boyunca okunabilmeli…

Basına bu sitemim, değerlerimize sırtını dönmüş olmasındandır. Türk kültürünün, Türk edebiyatının çınarları ölüyor, fakat çoğu gazete ve görsel medya aracı bunları haber bile yapmıyor; haber yapanlar da iş savma kabilinden öyle kısaca değinip geçiyor. Filan artistin/aktristin sevgilisiyle küs olması, şöhretli bir kişinin boşanmanın hangi celsesinde olduğu, kimin sevgilisine ne hediye aldığı, kimin kiminle yakalandığı, kimin kimi aldattığı, kimin elinin kimin cebinde olduğu haberleri medyamızda nerdeyse tam sayfa veriliyor.

27 Ekim 2008’de, 96 yaşında ebedî âleme göçen Prof. Dr. Şükrü Elçin’le ilgili gazetelerde ne yazmış, görsel medyada neler söylenmiş diye merak ettim. Fakat keşke merak etmeseydin. Zira birkaç gazete ve birkaç kültür sanat sitesi dışında merhumdan bahseden bir yayın organına rastlayamadım. Halk edebiyatı alanında birçok eseri bulunan, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün 30 yıl başkanlığını yapan Prof. Dr. Elçin, Türk Kültürü dergisini önce yazı işleri müdürü olarak, daha sonra imtiyaz sahibi olarak yayınlamıştı. Çok kıymetli ve zengin içerikli bu derginin onlarca sayısı kütüphanemde bulunmaktadır.

Şükrü Elçin kültür hayatımız ve edebiyatımız için çok mühim bir simaydı. Onun kültür hayatımıza kazandırdığı eserlerin adlarını sıralamaya kalksak sayfalarımız yetersiz kalır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1939 yılında bitiren Elçin, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün de kurucusuydu. Halk edebiyatı ondan sorulurdu. Bu alanda çok kıymetli eserler kaleme almıştır. “Türk Halk Edebiyatına Giriş” adlı eseri, benim olduğu gibi, bu alanla ilgilenen herkesin başucu kitabıdır. Bu eseri 1984 yılında Türkiye İş Bankası Halk Bilim Büyük Ödülü’nü kazanmıştır.

Merhum Şükrü Elçin, Balkan kökenli bir aileden geliyordu. 1912 senesinde Batı Trakya’da dünyaya gözlerini açmıştı. Pek çok insan gibi o da edebiyata şiirle başlamıştı. İlk kitabı “Şair Bozuntuları” adını taşıyordu. Bu, Niyazi Hicran’la ortak yazılmış bir şiir kitabıydı. Kitabın adı büyük yankı bulmuştu. Aslında o, güzel şiirler kaleme almış; fakat şiire devam etmemiştir. Kanaatimce şiire devam etseydi bugün parmakla gösterilecek bir şair olurdu. Zira yazdığı şiirlerdeki derinlik ve duygu yoğunluğu beni bu düşünceye götürüyor.

Elçin, ilk göz ağrısı şiirden sonra halk edebiyatına ilgi duymuş, bu alanda akademik çalışmalar yapmıştır. Halk edebiyatı sahasında tartışmasız bilge bir insandı. 1982 yılından beri emeklilik hayatı yaşıyordu. Fakat o çalışmalarına hız kesmeden evinde devam ediyordu. Hem eser yazıyor, hem de eser yazanlara rehberlik ediyordu. Sayfalarımıza sığmayacak kadar çok olan eserleri arasında şunları sayabiliriz: “Şair Bozuntuları (şiirler, 1932), Yirmidört (şiirler, 1944), Kerem ile Aslı Hikâyesi (1949), Anadolu Köy Orta Oyunları (araştırma, 1964), Türk Bilmeceleri (1970), Ali Ufkî/ Mecmua-i Saz ü Söz (1976), Adalar Destanlar (şiirler, 1978), Halk Edebiyatına Giriş (inceleme, 1981), Âşık Ömer (inceleme, 1987), Yeni Türk Nesir Antolojisi (1987), Türkiye Türkçesinde Ağıtlar (1990), Yurt Duyguları (1990)…”

Şükrü Elçin Cumhuriyetten önce doğmuş, koca bir tarihi gözlemleyerek yaşamış görkemli ve eşsiz bir çınardı. O; pek çok bilgiyi okuyarak değil, bizzat gözlemleyerek ve yaşayarak edinmişti. O, canlı bir tarihti. Nice başbakanlar, cumhurbaşkanları, ihtilaller görmüştü. Onun kaybı nice hatıranın toprağa karışmasına sebep oldu. Allah rahmet eylesin.

7 Kasım 2008 Cuma

Martin Luther King'den Barack Hussein Obama'ya...

M.NİHAT MALKOÇ

İnsan aslında ilahî imtihana mazhar olduğu için ve Allah tarafından muhatap kabul edildiği için değerlidir. Dünyanın gözbebeği kabul edilen ve onca nimetle ödüllendirilen insanlar sadece takva yönüyle birbirinden üstündürler. Allah’ın emir ve yasakları konusunda hassasiyet gösterme esas ölçüdür. “Üstünlük takvadadır”(Hucurat 49/13) ayeti de bu gerçeği dile getirmiyor mu? Durum bundan ibaretken insanlar birbirlerine üstünlük taslamak için renklerini, makamlarını ve zenginliklerini üstünlük sebebi saymışlardır.

İslamiyet evrensel bir din ve mesaj olduğu için onun ahkâmı bütün insanlığı kuşatmıştır. İslam bazı kesimlerin kendilerini üstün sayması ve bir kısım insanların birbirine haksız tahakküm etmesi konularında kesin hükümler vererek bu meseleyi kökünden halletmiştir. Dinimizde renklerin, dillerin, sosyal ve ekonomik durumların farklılığı üstünlük veya horlanma sebebi sayılmamıştır. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz (sav) Veda Hutbesi’nde: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Hepiniz Adem’densiniz, Adem ise; topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten sakınanınızdır. Arap’ın Arap olmayana, hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” buyurmuştur. Bu sözler İslam’ın insan haklarına bakışını en veciz biçimde ifade etmektedir.

Dünya tarihinde ırkçılık her dönemde görülmüştür. Amerika’da ırkçılık daha düne kadar önemli bir sorundu. Bundan sonra belki ABD’de ırkçılık sorun olmayacaktır. Çünkü ABD tarihinde ilk kez bir siyah adam Beyaz Saray koltuğuna oturuyor. Bu ABD tarihinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü siyahlar bu topraklarda çok çirkin muamelelere muhatap oldular. 1619’da Afrika’dan Amerika’ya köle diye getirilen siyahlar ilk kez 1830 yılında oy kullanma hakkına sahip oldular. O da erkekler… Beyazlar hep birinci sınıf, siyahlar da hep ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Köle diye alınıp satılan siyahlar, beyazların hizmetinde bulundu hep… Öyle ki bir otobüste beyazlardan biri ayaktaysa siyah renkli kişinin oturma hakkı yoktu. Siyah tenli kişi yerini beyaz tenliye vermek mecburiyetindeydi. Buna muhalif olan ve yerini bir beyaza vermemekte ısrar eden siyah kadın Rosa Park sırf bu yüzden tutuklanmıştı.

1964 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazanan ABD’li siyah rahip, Amerikan yurttaş hakları hareketi önderi Martin Luther King, siyahların tüm dünyada ve özellikle ABD’de haklarının korunması için büyük mücadele vermiştir. King, 1969 yılında henüz 39 yaşındayken bir suikasta kurban gitmiştir. Onun “Bir Rüyam Var” adlı konuşması çok meşhurdur. Bu konuşmadan aldığım bir bölümü ilginize sunuyorum: “Bugün diyorum ki dostlarım, şu anın getirdiği güçlüklere ve engellemelere rağmen bir rüyam var benim. Bir rüyam var: Gün gelecek bu ulus, ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak; Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Bir rüyam var: Gün gelecek eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var: Gün gelecek Mississippi Eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var: Gün gelecek dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” Ne yazık ki bu konuşmanın bedeli ve bu rüyanın yorumu ölüm olmuştur.

1969 yılından bugüne 39 yıl gibi uzun bir zaman geçti. ABD Başkanlık seçimlerindeki iki adaydan biri olan Barack Hussein Obama, ABD’nin ilk siyah başkanı oldu. Böylelikle “Benim Bir Rüyam Var” diyen insan hakları savunucusu Martin Luther’in rüyası da gerçek oldu. Bir yanı Kenyalı, bir yanı Amerikalı, ailesinin bir yanı Müslüman, bir yanı Hıristiyan olan Obama, ABD’ye çok yakıştı doğrusu. Şimdi ABD’de yaşayan siyahların yerinde olmak isterdim. Bir zamanlar aşağılanan siyahlar şimdi başları dik gezebilecekler ABD sokaklarında. Obama gibi siyah tenli birisinin ABD’de tabandan tavana yükselişi demokrasinin ve ABD’nin zaferidir. Bundan sonra iş Obama’ya düşüyor. Başarılı olmasını temenni ediyorum.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Gençliğe Hitabe'nin Işığında...

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman, hayatımızı kuşatan bir örtüdür. Her şey onun şahitliğinde gerçekleşiyor. Dün, bugün, yarın… Hepsi de zamanın halkaları… Zamana dair gerçekleri iyi okumak gerekir. Zira zaman, mekân, hadise üçgeni her şeyin başı… Aynı şartlarda gerçekleşen vakalar genellikle aynı neticeleri doğurur. Zamanın farklı yılları göstermesi, aynı sebeplerin benzer sonuçları doğurması gerçeğini değiştir(e)mez. Tarihin tekerrürden ibaret olup olmadığı yıllarca tartışılmıştır. Sonuçta her şeyin mevcut şartlara bağlı olduğu, değerlendirmelerin bu şartları göz önüne alarak yapılması gerektiği ve olayların buna göre şekil alacağı belirtilmiştir.

Atatürk, sezgileri güçlü bir insandı. Zamanı onun kadar yerinde kullanan, tabir caizse zamanın nabzını ustaca tutabilen lider dünyada pek azdır. Onun yapacaklarını sıralaması ve düşüncelerini hayata geçirirken zamanlaması, üstün meziyetlerinden bir başkasıydı. İlke ve inkılâplarının hayata geçirilişinde ve geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinde bu zamanlama faktörünün mühim etkisi vardır. O, yarınların neler getirebileceğini tahmin edebiliyordu. Bu yüzden geleceğin mimarı olacak gençlere bir dizi nasihatlerde bulunmuştur. Bunun en güzel örneğini de “Gençliğe Hitabe” isimli nutkunda ortaya koymuştur. Bu söylevinde yarınlarımızın teminatı olan gençlerin nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmiştir:

“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir… Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.”(Gençliğe Hitabe-Nutuk-Mustafa Kemal Atatürk)

Şanlı milletimiz cephelerde kanıyla destan yazdı. Cumhuriyet öyle kolay elde edilmedi zira. Bu nimetin kıymetini bilmeliyiz. İstiklâl uğrunda nice civanlarımız toprağın kara bağrına düşerek mübarek şahadet şerbetini içtiler. Atatürk’ün başkomutan olduğu savaşlarda pek çok kahramanımız olağanüstü bir cesaret göstererek düşmanın üzerine atıldı. Sağ kalanlar gazi, ölenler de şehit oldu. Kurtuluş Savaşı’nın mimarı olan Atatürk de gazi olma şerefine erişti. Bunu yaparken en ufak bir tereddüt geçirmediler. Günümüz gençliğinde bu kararlılığı ortaya çıkarmak için onlara millî his kazandırmalıyız. Atatürk, istiklâl ve cumhuriyetin değerini çok iyi bildiği için gençlerden bu nimetlere sahip çıkmalarını istiyor. Karşılaşabilecekleri güçlüklere söylevinde değiniyor, bunları aşmalarını isteyerek şöyle bir tablo çiziyor:

“Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir… Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda, mevcuttur.” (Gençliğe Hitabe-Nutuk-Mustafa Kemal Atatürk)

Türkiye’miz zaman zaman Atatürk’ün çizdiği bu çirkin tablolarla karşılaştı. İç ve dış düşmanlarımız bizi tarih sahnesinden silmek için hiç boş durmadı. Fakat Türk gençliği Atatürk’ün tavsiyelerine uydu ve tüm tehditleri bertaraf etti. Bu iç ve dış tehlikelerle bugün de, yarın da karşılaşabiliriz. Gençlik her şeye rağmen aynı kararlılıkla istiklâl ve cumhuriyetin korunması için mücadele edecektir. Gençlerimizde bu azim ve kararlılığı görüyor ve onlara güveniyoruz. Onlar cumhuriyetimizin yılmaz bekçileridir. Onlar Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinin ışığında zifiri karanlıklara rağmen aydınlık ufuklara kararlılıkla yol alacaklardır.

Cumhuriyet Fazilettir

M.NİHAT MALKOÇ

Cumhuriyet insanca bir yaşama biçimidir. Millî bayramlarımız içerisinde apayrı bir yeri ve anlamı vardır bu güzel bayramın. Çünkü cumhuriyetle beraber yeni Türk devletinin adı konmuş ve bu güzel hadise bütün dünyaya ilan edilmiştir. Osmanlı’nın çöküşüne sevinen düşman devletler yeni bir Türk devletinin kurulmasıyla sevinçlerini içlerine gömmek zorunda kalmışlardır. Türklerin devletsiz ve teşkilatsız yaşayamayacaklarını görmüşlerdir.

Türkler devlet kurup yıkmada dünyada emsalsizdir. Türklerin tarih boyunca 113 devlet kurduklarını söylersem bu kanaatime iştirak edersiniz herhalde. İşte bu devletlerin sonuncusu ve 113.sü şanlı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bugünkü devletimizin en büyük özelliklerinden birisi de “Türk” adıyla kurulan ikinci devlet oluşudur. Daha evvel Göktürkler kurdukları devlette Türk ibaresini kullanmışlardı. 29 Ekim sadece Cumhuriyetin değil, son kez kurulan ve ebedî olan Türkiye’nin de kuruluş tarihidir. Yani bizler bu tarihte devletimizin kuruluş yıldönümünü de kutluyoruz. Bir yanda cumhuriyet, öbür yanda Türkiye… Onların terkibiyle oluşan Türkiye Cumhuriyeti… Nasıl da yakışmışlar birbirine, öyle değil mi?

Bağımsız bir ülkede, ayyıldızlı bayrağın gölgesinde ve marşların en güzeli olan İstiklal Marşı’nın o anlamlı haykırışının yankılarının duyulduğu bir ortamda yaşamak bir lütuf bizlere… Bu güzelliklerin filizlenmesinde katkısı olanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Dünyadaki pek çok ülkenin adına kuyruk olan cumhuriyet, ancak demokrasiye ve insan haklarına inanmış kadroların elinde anlamını bulabilir. Yoksa adına cumhuriyet demekle bir ülke cumhuriyet olmaz. Bu, halkın gözünü boyamaktan öteye gitmeyen bir kandırmacadır.

Ne yazık ki birçok diktatörlükte rejim sözde cumhuriyettir. Fakat bizdeki cumhuriyetin banisi Atatürk, amacına ve anlamına uygun bir cumhuriyet idaresi bina etmiştir. Bunun da takipçisi olmuş, uygulamalardaki aksaklıkları iyi niyetle ortadan kaldırmıştır. O, cumhuriyetin oluşturduğu özgürlük ortamını kaosa dönüştürmemek için büyük gayretle çalışmıştır. İnsanların düşüncelerine saygıda kusur etmemiş, bütün düşüncelerin yeşerebileceği bir fikir bahçesi kurmuş ve onu sulamıştır. O, özgürlüklerin bayrağını gönderden indirmemiştir. Onun bu husustaki sözleri dikkate şayandır: “Cumhuriyet düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır.” (Atatürk’ün S.D. III)

Bizim halkımız cumhuriyet idare şeklini ta başından beri benimsemiştir. Çünkü bu milletin yapısında cumhuriyet yönetim şeklinin ahkâmı karakter olarak vardır. Balık için su neyse bizler için de hürriyet odur. Bizler ancak özgürlük ortamında kendimizi bulur ve büyük atılımlar gerçekleştirebiliriz. Türkiye’de siyasetin zemini de cumhuriyetle sağlamlaşmıştır. Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük tohumları cumhuriyet bahçesinde yeşermiş ve boy atmıştır.

Cumhuriyetin dinle, dinin de cumhuriyetle hiçbir meselesi yoktur. Bazı satılmış kafaların anlamsız taşkınlıklarını bu kapsamda düşünmemek gerekir elbette. Zira bu ülkenin mabetlerinde bile cumhuriyetin arifesinde bu kavrama övgüler dizen hutbeler okunur. Zaten cumhuriyet varsa fikir özgürlüğü vardır, fikir özgürlüğü varsa inanç özgürlüğünden bahsedilebilir. Bunlar bir zincirin halkaları misali birbirine bağlıdır. Durum bu iken İslam’la cumhuriyeti birbiriyle bağdaştıramayanların kuru akıllarına şaşarım. Onlar İslam’daki icma kurumunu hiç mi görmezler? Zira icmanın cumhuriyetle örtüşen yanları çoktur.

Cumhuriyet hoşgörünün de birinci adresidir. Bu rejimde çatışmalar ve anlamsız kavgalar yerini sevgi ortamına bırakır. Müslimlerle gayrimüslimler aynı gayeler için devletinin yanında olur ve onun yükselmesi için gecesini gündüzüne katar. Zira bu devlet ve bu topraklar sadece bir kesimin malı değildir. Cumhuriyet gayrimüslimlere de özgür bir ortamda refah içinde yaşayabilme zemini hazırlar. İnsanlar güçlerini kavgada değil, ülkenin refahının ve imarının tesis edilmesinde harcarlar. Bilirler ki pasta ne kadar büyütülürse insanların ondan alacakları pay da o derece büyür. Cumhuriyet bunun için fazilettir.

Trabzon 15 Ağustos'ta mı Fethedildi?

M.NİHAT MALKOÇ

Sislere teslim olmuştu Trabzon ufukları. Şehrin sancıları her geçen gün daha da artıyor, çekilmez oluyordu. Kirli çizmelerin altında nefes almakta zorlanan Trabzon, gülmeyi çoktan unutmuştu. İslam beldelerinin sıcaklığı ve sevecenliği yoktu bu topraklarda. Coğrafya huzursuzdu yaban ellerde. Onun içindir ki şehir, gerçek Fatih’ini arıyor, genç bir kızın yavuklusunu gözler gibi o da müstakbel sahibinin yolunu gözlüyordu. Vuslat yakındı. Fatih evvela İstanbul’u fethetmiş, Osmanlı devletinin hâkimiyet sahasını genişletmişti. Fakat Fatih’in gözü Karadeniz’deydi. Doğunun da vatan topraklarına dâhil olması pek çok meseleyi kökünden halledecekti. Zira doğuda, Trabzon’da kaynayan bir cadı kazanı vardı. Bu kazan kaynadıkça Fatih’e huzur, Osmanlı’ya emniyet haramdı. Trabzon tekfuru haddini aşıyor, Osmanlı’ya cephe alıyordu sürekli. Osmanlı’ya karşı şer cephesi kurulması için gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar çalışıyordu da bizim Fatih uyuyor muydu? O da gelişmeleri takip ediyor, önlemler alıyordu. Cenevizlilerin elinde bulunan Amasra’nın, Candaroğullarının elindeki Kastamonu’nun ve Sinop’un fethi Trabzon’a bir yol açmak, engelleri aşmak içindi biraz da…

Fatih’in asıl hedefi stratejik önemi olan Trabzon’u almaktı. Trabzon onun bir anlamda kızıl elmasıydı. Bununla ilgili olarak Hünkâr Mahmut Paşa’ya: “Mahmut, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teala ben zayıfa kuvvet verip, anı nasip ede. Evvel biri, şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinop ve Koyul-hisar’dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon’u bir cünüp kâfir yiyip yürür. El-hâsıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez” der. O zamanlar Trabzon Rum Devletinin toprakları Giresun’dan başlayıp Batum’a kadar devam etmekteydi. Bu topraklarda Rumlarla birlikte önemli miktarda Türk nüfusu da yaşamaktaydı. İç bölgelerde ve yaylalarda yaşayan Çepnilerin varlığını hiç kimse inkâr edemezdi. Bu Çepniler fetih için Trabzon’a güneyden gelen Fatih’in askerlerine kılavuzluk yapmışlardır. Fatih doğudan, veziri Mahmut Paşa ise batıdan hareket etmiş, çok zorlu yerlerden geçmişler, Trabzon’a ulaşmışlar, böylece Rumlar da şaşkına uğratılmıştır.

Fatih’in Trabzon çıkarması hiç de kolay olmamıştır. Çıkarma sırasında nice zorluklara göğüs gerilmiştir. Fatih’in arabaları dağlarda çamura saplanmış, ama o pes etmemiş, develerle bu engeli büyük bir azametle ve gayretle aşmıştır. Uzun Hasan’ın annesi bu zorluklar karşısında büyük emeklerle çıkarmayı sürdüren Fatih’e: “Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür, demiş Fatih ise buna karşılık “Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.” ibretli cevabını vermiştir.

Fatih’in Trabzon’a gönderdiği ilk birlikler büyük zayiatlar verse de geriden gelen birliklerle ve denizden destek veren donanmayla Trabzon altı haftalık süre sonunda alınmış, Trabzon Rum Devletine son verilmiştir. Trabzon Rum İmparatoru, Fatih’e teslim olmak mecburiyetinde kalmıştır. Trabzon’un fethinin yıl olarak 1461 olduğu kesindir. Fakat ay ve gün konusunda kesin bilgiler mevcut değildir. Bununla ilgili tarihçilerin değişik tarihler söyledikleri bir gerçektir. Bunlardan en enteresanı tarihçi Fahrettin Kırzıoğlu’na aittir. Kırzıoğlu Trabzon’un 15 Ağustos 1461’de fethedildiğini söyleyerek fethe ayrı bir boyut kazandırır. Bunun aksine bugün Trabzon’un fetih tarihi 26 Ekim olarak kabul edilmektedir. Bu görüş tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya aittir. O, W. Miller’i kaynak göstermektedir. Macaristan’daki Venedik elçisine bildirilen bir Venedik vesikası belge kabul edilmektedir.

Trabzon üzerine önemli bir çalışma yapan araştırmacı M. Hanefi Bostan ise Bryer ve Winfield’ın Osmanlı ordusunun takip ettiği güzergâh ve takvime dair bilgilerinden yola çıkarak Trabzon’un fetih tarihi konusunda 15 Ağustos 1461’de ısrar etmektedir. Bizler günümüzde Trabzon’un fethini 26 Ekim’de kutlasak da bunun açıklığa kavuşması gerekir. Bu konudaki şüphe ve tereddütleri izale etmek için yeni ve ciddi çalışmalara ihtiyaç vardır.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Bir Dağ(larca) Devrildi...

M.NİHAT MALKOÇ

Şiir burçları şairlerin omzunda göklere yükselir. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan şairler dilin bayraktarıdırlar aynı zamanda. Onlar ölünce dil bayrağı düşer mi? Şairin ölümü şiirin ölümü değildir elbette. Şair ölünce eserleri konuşmaya başlar. Şair yarınlara dair sözlerini şiirleriyle ebedileştirir. Şiirler yarınlara yazılan mektuplardır aslında. Okuyucu o mektupları okuyarak dünle bugün arasında sağlam köprüler kurmaya çalışır. O şiir mektupları okunmaz olunca dünle bugün arasında kurulan köprüler atılır. Dilin en güzel numuneleri olan şiirler hayattan çekilince sadece nefes alıp vermekten ibaret kalır hayat.

Şair söyleyecek sözü olan insandır. O, söyleyeceklerini şiirin kalıpları içerisinde az ve öz sözle, sağlam bir dille ifade etmeye çalışır. Kelimeler yoğun anlamlar yüklenir şiirin satır aralarında. Şair manayı yoğuran ve ondan yeni şekiller kuran insandır. Bu şekiller ruh dünyamızda yeni açılımlar kazanırlar. Şiir evreninde yeni dünyalar kurulur her seferinde.

‘Şairler az mı yaşıyor?’ sorusu hep zihnimizi meşgul eder durur. Şairlerin az yaşadığından yakınıp dururuz hep… Gerçekten de öyledir. Şairler az yaşıyor. Elli yaşını gören şairler o kadar da çok değil. Onlar vereceklerini verip bir an evvel çekilirler iyilerle kötülerin kavgasına sahne olan dünyadan. Durum bu iken çağımızın yaşayan en büyük şairi geçti gözümün önünden. O, bu tezi uzun bir ömür sürerek çürütüyordu sanki. Doksanını aşan, yüze yaklaşan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bahsediyorum. Keşke yüz yaşını görseydi de şairlerin ‘dalya’ diyenlerinin arasına alabilseydik onu. Çok yaklaştı ama olmadı işte.

Türk şiir çınarının yapraklarından biri daha hüzünle döküldü toprağa. Ölümü çağrıştıran sonbahar avcısı, dalında sararan yapraklardan bir tanesini daha avladı. Hayatını şiire adayan ve hemen her konuda muhakkak bir veya birkaç şiiri bulunan Dağlarca, adeta bir şiir makinesiydi. Türk şiir kitaplığına birbirinden kıymetli eserler kazandıran bu duygu adamı Cumhuriyet tarihinin de canlı tanıklarından biriydi. Zira Cumhuriyetten daha yaşlıydı kendisi.

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde apayrı bir yeri vardı. Bugüne kadar 138 kitabı yayınlanan şairi büyük küçük tanımayan yoktur sanırım. O, şiirde hiçbir akıma ve edebî gruba dâhil olmamıştı. “Çocuk ve Allah, Daha, Çakır’ın Destanı, Kaçaklar, Çiçek Seli, Batı Acısı, Akdeniz, Üç Şehitler Destanı, Haydi, Aç Yazı, Toprak Ana, Kınalı Kuzu Ağıdı, Mevlâna’da Olmak, Uzay Çağında Olmak, Türk Olmak, Dışardan Gazel, Bağımsızlık Savaşı, Asu, Çukurova, Dört Kanatlı Kuş, İstanbul Fetih Destanı, Çanakkale Destanı, İzmir Yollarında...” adlı kitaplar ondan bize miras kalan dil şaheserleridir.

Uzun ve bereketli bir ömrün ardından aramızdan ayrılan Dağlarca’yı daha çok “Çocuk ve Allah” adlı eseriyle özdeşleştirmiştik. O, bu kitabında çocuklara Türkçenin sade ve gülen yüzüyle seslendi. O, bu kitaptaki şiirleriyle çocuklara kelimelerden yeni dünyalar inşa etti.

Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir aşığıydı. Adeta şiir için yaşadı. Onun dünyasında şiirin apayrı bir yeri vardı. Duygu ve düşüncelerini şiirin imkânlarıyla geniş kitlelere aktardı. Başka şairler gibi şiirin yanında roman, hikâye, deneme gibi türlerde yazmadı. Sade ve sadece şiir yazdı uzun ömrü boyunca. Şiire sadakati kelimelerle ifade edilecek cinsten değildi.

Dağlarca Türkçeyi en doğal haliyle en güzel kullanan şairlerin başında geliyordu. Onun “Türkçe benim ses bayrağım” deyişi herkes tarafından sevilerek benimsenmişti. O, yaşayan Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biriydi. Kelimelerle kavgası yoktu, O, kelimelere dosttu, kelimeler de ona. Türkçenin saflığını ve pınar duruluğundaki berraklığını onun bütün dizlerinde görebilirsiniz. Bir konuşmasında kendisini “Yarısı şiir olan bir yaratık olarak” tanımlıyordu. Onun ölümüyle Türkçemiz ta yüreğinden yara aldı.

Hayat-ölüm… Her şey bu iki çizgi arasında saklı… 26 Ağustos 1914’te doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008’de 94 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. O şimdi Karacaahmet’te belki yeni şiirlerini yazıyordur… Çocuğa, vatana, ölüme, hayata dair şiirler…

18 Ekim 2008 Cumartesi

Rızkın Onda Dokuzu Ticarettedir

M.NİHAT MALKOÇ

Dünya ve ahirete dair güzellikler dini olan İslamiyet, hayata nizam veren mutlak ölçüler bütünüdür. Bu din ifrat ve tefriti reddeder, ölçü üzere yaşamayı öğütler. Dünya ve ahiret dengesinin sağlanmasıyla gerçek saadete erişileceğini, ruhların ancak böyle bir yaşam tarzıyla huzur ve sükûn bulacağını İslam’ın temel prensiplerinden öğreniyoruz. İslamiyet hayatın bir köşesinde değil, aksine hayatın tam merkezindedir. İnsana ve onun yaşamına dair ne varsa yüce dinimizin bu hususta belirleyici hükümleri vardır. Yani bu din hayatımızı kuşatmıştır. Her mümin dünyevî ve uhrevî hayatını İslamî ölçülere uyarak tanzim eder.

İslam Ticareti Teşvik Etmiştir…

İslam’ın ticaret hayatına dair ilkeleri de vardır şüphesiz. Öncelikle bu din, ticareti teşvik etmiştir. Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed(sav) “Rızkın onda dokuzu ticaret ve cesarettedir” diyerek ticaretin ehemmiyetine rahmanî bir vurgu yapmıştır. Demek ki Müslümanlar cesur olmalı ve ticaret hayatına atılmalıdır. Öte yandan rızkın onda dokuzu olan ticarette riskin de onda dokuzu vardır. Onun için cesaretle ticaret beraber anılmıştır. Aslında ticaret İslamî ölçüler çerçevesinde yapılırsa risk faktörü de azalır. Her alanda olduğu gibi bu alanda da ölçüyü kaçırdığımızda felaketimizi ve sonumuzu hazırlamış oluruz.

İslamiyet ticareti teşvik etmiştir. Fakat buna dair ilkeleri de koymuştur. Bu işi belli bir sisteme bağlamış, ticareti kişinin insafına ve vicdanına bırakmamıştır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz. Ancak, karşılıklı rızaya dayanan ticaret bunun dışındadır.” (Nisâ Sûresi, 4/29) “Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.” (Bakara Suresi, 2/275) “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı anmaya (namaza) koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından rızkınızı arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma sûresi, 62/9-10)

Müslümanların İslamî ölçülerle ticaret yapması şüphesiz ki piyasalara da düzen getirecektir. Müminlerin meydanı boş bırakması bir kısım sahte tüccarların işlerini iyice kolaylaştıracaktır. Ticaret dürüstçe ve İslamî ölçüler dâhilinde yapılırsa hizmettir. Unutulmamalıdır ki İslam peygamberi Hz. Muhammed(sav) de rızkını ticaretten sağlayan manevî bir önderdi. O, Hz. Hatice’nin mallarını satarken dürüst tüccar modelinin en güzel örneğini veriyordu. Üstelik o yıllarda İslam peygamberi bile değildi. O, peygamber olduktan sonra da ticaretten men edilmemişti. Zira aklın ve vicdanın yolu birdi. O da bu yoldan giderek ticarette olması gerekenleri yapıyor, kaçınılması gerekenlerden de uzak duruyordu. O büyük insan; ticarette faizi, karaborsacılığı, yalan ve hileyi şiddetle yasaklamıştır. Dürüst satıcının en güzel örneğini bizzat kendisi vermiştir. Günümüzün ticarî hayatına baktığımızda İslamî ilkelerin ticarete hâkim olmadığını görürüz. Zamanımızda ticaret İslamî zihniyetle değil, kapitalist zihniyetle yapılıyor. Müslüman ülkelerde de ticaret kapitalist usullerle yapılıyor.

Müslüman Kendine Yeten İnsandır…

Müslüman aslında biraz da kendine yeten insandır. Müslümanlar başkalarına muhtaç olmamaya gayret göstermelidir. Bazı Müslümanların ‘hak geçer’ endişesiyle ticaretten uzak durmaları son derece yanlış bir anlayıştır. Böyle düşünüldüğü için Müslümanlar, Yahudi sermayesinin gönüllü müşterisi olmuşlardır. Gayrimüslimler Müslümanlara onca hakaretler ettikten sonra onlardan kazandıkları paralarla semirmişlerdir. Ne yazık ki bugün Müslüman kardeşlerimiz de hiçbir şey olmamış gibi onlarla olan ticarî alışverişlerini sürdürmektedirler. Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları şöyledir: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) “Bir kimse, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn 16) “Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” (Ebu Davud, Büyû 1) “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebiler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)

Günümüz ticaret hayatında İslamî bir düzenin ve yapılanmanın olmadığını görüyoruz. Türkçede ‘faiz’, Arapçada ‘riba’ olarak geçen kavram, ticareti çığırından çıkararak işin içine çomak sokmuştur. Zamanımızda, her şeyden evvel, ne yazık ki faiz kıskacında bir ticarî hayat hüküm sürüyor. Oysa faiz dinimizce yasaklanmıştır. Müslüman ne faiz alır, ne de faiz verir. Hatta dinî hassasiyeti olan Müslümanlar faize bulaşmış kişi ve kurumlarla olan ilişkilerini de gözden geçirirler. Bu hususta Bakara Suresi’nin 275-279. ayetlerinde şöyle buyrulur: “Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, alışveriş de (ticaret) faiz gibidir demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi mahveder, sadakaları çoğaltır. Allah hiçbir günahkâr kâfiri sevmez. Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız, faiz olarak arta kalan (anaparanın üzerindeki) miktarı almayın. Şayet bunu yapmazsanız (faize devam ederseniz), Allah ve Resulü ile savaşa girdiğinizi bilin. Tövbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık ederseniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.”

Zamanın Getirdiklerine İslam’ın Bakışı…

Günümüz ticarî hayatında zamanın getirdiği bir kısım uygulamalar mevcuttur. Bunlardan en yaygın olanı da taksitli satışlardır. Öncelikle söyleyelim ki İslam taksitli satışa karşı değildir. İslam’ın ticarî ölçülerinde taksitli satışların caiz olup olmaması bazı esaslara dayandırılmıştır. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki fahiş fiyat farkı olmayan, ödeme süresi önceden belirlenmiş taksitli satışlar dinimizce caizdir. Fakat müşteriyi sıkıntıya sokan, onun rızasını almadan, gerekli izahat yapılmadan gerçekleştirilen taksitli satışlar haram kapsamına girer. Yani her alanda olduğu gibi ticarette de tabir caizse kaçak güreşmemek gerekir.

Paranın kıymetinin sürekli değiştiği, daha çok düştüğü bir ülkede yaşamanın sancılarını hissediyoruz. Enflasyon canavarı aramızda dolaşıyor. Onun için tüccarlar vadeli sattıkları malların yerini doldurmakta zorlanıyorlar. Halk tabiriyle dökülen su, bardağı doldurmuyor. Bazı kimseler aldığı malın parasını söz verdiği sürede ödemiyor. Bu da ticarette aksaklıklara, iflaslara neden oluyor. Taksitli satışlar da bu kapsamdadır. Yani bugün peşin aldığımız bir malın fiyatıyla bir yıl içinde taksit taksit ödeyerek aldığımız malın fiyatı aynı olmaz. Çünkü satıcı bugün sattığı malı birkaç ay sonra sattığı fiyatla alıp yerine koyamıyor.

Enflasyon faresi paramızı sürekli kemiriyor. Hiçbir şeyin fiyatı yerinde durmuyor. Makul olmak şartıyla satıcı taksitli mallara vade farkı koyabilir. Bu konuda günümüzün en büyük fıkıhçılarından Hayrettin Karaman da vade farkının faiz olmadığını söylüyor. Hatta alıcının borç öderken enflasyon farkını da ödemesi gerektiğini belirtiyor; aksi halde satıcının hakkının yenildiğini, haram işlendiğini vurguluyor. Benim kişisel kanaatim odur ki kişi ayağını yorganına göre uzatmalıdır; zorunlu ihtiyaçlar dışında taksitli ve vadeli satışlara bulaşmamalıdır. Bunun dinî yönü dışında psikolojik ve sosyolojik boyutları da vardır.

Kredi Kartı Çılgınlığı…

Günümüzde büyük bir kredi kartı çılgınlığı yaşanıyor. Hemen herkesin cebinde ‘plastik para’ olarak niteleyebileceğimiz kredi kartları var. Kredi kartları hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. Kapitalist sistem, aşırı harcama hevesini kredi kartlarıyla iyice körüklüyor. Olaya İslamî açıdan baktığımızda ödemelerin zamanında yapılması, faiz ödenmemesi şartıyla kredi kartıyla yapılan alışverişe cevaz verilebilir. Bu hususta da günümüzün değerli İslam hukukçularından biri olan Hayrettin Karaman şöyle diyor: “Faizci kurumlarla mubah olan işlemleri bile yapmamak suretiyle bir çeşit tavır koymak da dinî ve ahlakî bir ödevdir.” Ben de bu kanaate katılıyorum. Zira bu bankaların faizci sistemi ayakta tutmak için çırpındıkları malumdur. Böyle bir sistemi ayakta tutmak için çalışanlarla işbirliği yapmak doğru değildir.

Müslümanlar ölçü üzere hareket ederler. Günümüzde kredi kartı borçları yüzünden insanların nelerle karşılaştıklarını görüyoruz. Evlerdeki huzur buharlaşıyor. Yuvalar dağılıyor, insanlar akıl sağlığını kaybediyor. Bazı kimseler sırf bu yüzden canına kıyıyor. Böyle bir hayatı İslam’ın hoş görmesi, tasvip etmesi mümkün değildir. Bu tam bir başıboşluk ve kendini bilmezliktir. Müslüman israfa ve lükse kaçıp hayatını mahvetmez, ölçü üzere yaşar.

Reklâmlarda Kadının İstismarı…

Günümüzde ticaretle birlikte reklâm sektörü de almış başını gidiyor. Satış için vazgeçilmez sayılan reklâmlar tüketim çılgınlığını körüklüyor. Helal haram demeden her türlü ürünün reklâmı uluorta yapılıyor. Bu reklâmlarla vatandaşlar çoğu kez de aldatılıyor. Reklâmda belirtilen özellikleri bir kısım mallarda genellikle göremiyoruz. Yani dürüst satıcı ve dürüst üretici imajı her geçen gün biraz daha zedeleniyor. İsraf almış başını gidiyor. İnsanlar alışveriş delisi olup çıkmış. Sanki yaşamak için yemiyoruz da yemek için yaşıyoruz.

Günümüzde çoğu zaman reklâm yoluyla ahlaklar erozyona uğratılıyor. Reklâmı yapılan ürünle hiç alakası olmamasına rağmen cinsel öğeler ön plana çıkarılıyor. Dikkat ettiğimizde görüyoruz ki reklâmlarda daha çok kadınlar kullanılıyor. Çünkü kadın, güzelliğiyle göze ve gönle hitap ediyor; dikkatleri üzerine çekiyor. Kadınlarla ilgili ürünlerde görülmelerini anlıyorum da erkeklerle ilgili ürün ve hizmetlerde kadınların kullanılmasını bir türlü anlayamıyorum. Kadınların yarı çıplak vaziyette reklâmlarda oynatılması, öncelikle ve özellikle kişinin nefsine ve zaaflarına hitap edilmesi ayrı bir fecaattir. Bir araba reklâmında vurgulanması gerekenler arabanın teknik ve estetik özellikleridir. Fakat görüyoruz ki reklâmlarda arabanın değil, reklâm yapan kadının teknik(!) ve estetik özellikleri ön plana çıkarılıyor. Bunun yanında her ürünün televizyonlarda tanıtılması hicap duygularını köreltiyor. Öyle reklâmlar oluyor ki aile içinde seyredilirken insanlar utanıyor, birbirlerinin yüzüne bakamıyorlar. Her şeyin uluorta teşhir edilmesi çağımızın kepazeliği olsa gerek.

Reklâm sektöründe kantarın topuzu çoktan kaçtı. Üreticiler kapitalizmin gereklerini yapıyorlar aslında. Zira kapitalizmin ruhu yalana, yemine, hileye ve kadına dayanır. Onlarda önemli olan, daha çok üretmek ve pazarlamaktır. Onlara göre ticarette her şey mubahtır. Kazanmak, daha çok kazanmak, her ahval ve şerait içinde kazanmak!... İşte şerefli geçmişin asil ruhunu çalan, yerine pörsümüş kanaatler getiren kapitalizmin sözüm ona ruhsuz ruhu bu!

Ekmek Aslanın Ağzında Değil, Midesinde…

Eskiden geçimin zorluğunu ifade etmek için “ekmek aslanın ağzında” deyimi kullanılırdı. Günümüzde bu deyim “ekmek aslanın midesinde” diye değiştirilmelidir bence. Zamanımızda hızlı bir nüfus artışı yaşanıyor. İnsanlar köylerini terk edip şehirlere akıyor. Tarım ve hayvancılık çekildi hayatımızdan. İnsanlar şehirlere doluştu. Bu da birçok zorluğu beraberinde getirdi. Artık dünyanın en güçlü ekonomileri bile çökme sinyalleri veriyor. Bence bunda da ilahî hikmetler vardır. İnsanlar dünyayı alabildiğine sömürdü. İsraf, şükürsüzlük ve kıymet bilmezlik nimetlerin hayatımızdan çekilmesi neticesini doğurdu. İnsanlar lükste ve savurganlıkta sınır tanımadılar. İnsanlar dünyayı bir imtihan yeri olarak değil, ebedî kalacakları bir yer sandılar. Oysa burası ebedî âlem için sadece bir duraktan ibaretti. Fertler gece gündüz demeden dünya için çalıştılar. Böylece daha zengin olacaklarını, daha müreffeh yaşayacaklarını sandılar. Dünya-ahiret dengesi gözetilmedi. Sonuçta dünyayı da ukbayı da tehlikeye attılar. Bizi hayata bağlayan, diri ve iri tutan huzur çekildi yürek coğrafyamızdan.

Müslüman çalışkan insandır; o miskin miskin oturamaz. Fakat bu tek taraflı bir çalışma değildir. Mümin dünyası için çalıştığı kadar ahireti için de çalışır. Hatta öteki âleme daha çok zaman ayırır; çünkü orada ebediyen kalacaktır. Onun içindir ki asıl yatırımı oraya yapar. Bizi hiç durmadan çalışmaya, üretmeye ve kazanmaya zorlayan kapitalist sistem, ruhumuzun ve vicdanımızın sesini dinlememize imkân tanımıyor. Dünyevî meşguliyetler varlık sırrımızı sorgulamamıza ve gereğini yapmamıza zaman ve zemin bırakmıyor. Bizler çalışıyoruz, birileri semiriyor. Her geçen gün manevî ve kültürel değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Günümüzün insanı her geçen gün kendine ve değerlerine yabancılaşıyor.

Çalışıp araması şartıyla kula rızkı veren Allah’tır. Aç kalmaktan korkan, rızık endişesi duyanların kalplerini yoklamaları ve imanlarını tazelemeleri gerekir. Önemli olan çok kazanmak değil, helal kazanmaktır. Paranın kıymeti miktarında değil, şüphesiz ki bereketindedir. Bazıları milyarlarla geçinemediği halde bazıları çok küçük meblağlarla huzurlu bir biçimde gül gibi geçinmektedir. Huzuru maddiyatta arayanların hüsrana uğramaları kaçınılmazdır. Bunun acı örneklerine bu hastalıklı çağda sık sık rastlıyoruz. Gelin kaybettiklerimizi bir kez olsun hatırlayalım ve düştüğümüz yerden kalkmaya çalışalım.

28 Eylül 2008 Pazar

Seyyid Ahmet Arvasî'ye Dair...

M.NİHAT MALKOÇ

Hak dostları halk dostlarıdır aynı zamanda. Bunlardan biri olan, Türk-İslam davasını hayatının mutlak çizgisi kabul eden ve bu çizgide yürüyen kâmil bir insandı Seyyid Ahmet Arvasî… O, çağımızın Ahmet Yesevî’siydi. Zamanın rengine boyanmayan, zamanı İslam rengine boyamayı gaye edinen tavizsiz bir müslümandı O... Türk-İslam ülküsünü yoğuran hamurkârların başında geliyordu. Bütün gayreti İslam’ın sesinin gür çıkmasını sağlamaktı.

İslâm’la Türklüğü ve Batı medeniyetini bağdaştıramayanların Arvasî’yi çok okumaları gerekir. Zira İslam inancıyla Türklük ülküsü et ve tırnak gibidir. Bu hususta Gökalp de “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyerek Arvasî’yle aynı görüştedir. Arvasî, modern çağın büyük sancılarını gideren fikir mimarlarından biriydi.

İslam, Türkler için biçilmiş bir kaftandı. Bazı kendini bilmezler, ecdadımız olan eski Türkleri, bazı varlıkları ve özellikle de bozkurdu totem olarak kabul etmekle suçlarlar. Oysa tarihe tarafsız gözle bakanlar bunun hiç de böyle olmadığını göreceklerdir. Arvasî bunu değişik ortamlarda özellikle vurgulayarak tarihî hakikati şu şekilde ifade etmiştir:

“Hiç bir zaman Türk’ün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir. Türk milliyetçiliği politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.

İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zaten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır.”

Seyyid Ahmet Arvasî, Türk-İslâm ülküsünü hayatının esas gayesi olarak görmüş ve her anını bu uğurda harcamış, İslam’ı merkez alan bir Türk alperendir. O, sığ olan ve kökeni olmayan bir milliyetçiliği asla benimsememiştir. Düşmanlarımızın zihniyetini çok iyi tahlil ederek bu kanlı zehire adeta panzehir olmuştur. O, Türk-İslâm ülküsüne bağlılığını ve çıkar yol olarak bu görüşe bir can simidi olarak sarılışını şöyle izah etmektedir:

“Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de, ‘Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da bir birine düşürmeyi planlamaktadır.

Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor.

Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslamcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkılmalıdır. Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yok.”

Yirminci asrın son çeyreğinde ebediyete uğurladığımız büyük mütefekkir, sosyolog ve Türk-İslâm ülküsünün yılmaz savunucusu, peygamber soyunun nurlu oluklarından süzülen neslin son temsilcilerinden olan Arvasî’yi rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad olsun.

27 Eylül 2008 Cumartesi

Galleria, Historia... Yeter, Bıktık Ya!...

M.NİHAT MALKOÇ

Kültürün can damarıdır dil… Zira kültür bu damardan dağılır cümle âleme. Bu damar aslında ‘şah damar’ kabilindendir. Buna verilecek zarar vücudun iflası neticesini doğurur. Geçmişten günümüze kadar çok oynadılar bu damarla. Buradan girip kanımızı zehirlediler. Böylece dili kuşa döndürülmüş bir garip millet olup çıktık. Sözlüklerimiz yabancı kelimelerle dolup taştı. Asırlık kelimeler, içlerinde İslam kültürünün izleri var diye lügatlerden kovuldu. Şimdi dedeyle torun ayrı telden çalıyor. Hatta bir tel koptu ahenk ebediyen kesildi. Maziyle olan köprülerimiz havaya uçuruldu. Şimdi kaybolan kimliğimizi arayıp duruyoruz.

Geçenlerde duyduk ki Osmanlı’nın payitahtı İstanbul’da, bu şehrin kalbi sayılan Fatih’te mehter eşliğinde bir büyük alışveriş merkezi açılmış!... Fatih Belediyesi’nin arsası üzerine bina edilen, yarı hissesi bu belediyeye ait olan bu alışveriş merkezinin açılışında büyük kalabalıklar alkış tutmuş. Zira bu merkez İstanbul’un, özellikle de Fatih’in çehresini değiştirmiş. Açılışa gelenler kendilerini eğlenceye ve heyecana öyle bir kaptırmışlar ki başlarını kaldırıp alışveriş merkezinin adını okumayı bile düşünememişler. Bir kısmı da merkezin adını görmüş, fakat pek ilgiye değer bulmamış. Zira kanıksanmış bu gibi şeyler…

Bizim aklıevveller büyük Fatih’in medfun olduğu, görkemli Fatih mabedinin bulunduğu, sokakları baştanbaşa tarih kokan, her şeyiyle Türk-İslam rengine boyanmış bu semtteki görkemli alışveriş merkezine ‘Historia’ adını koymazlar mı? Bunu duyunca doğrusu pek inanamadım. Bir yanlışlık var dedim. Yanlışlık filan yok. Fakat haklarını da yemeyelim, ‘Historia’ adının başına İstanbul’un Farsçadaki karşılığı olan “Asitane” adını da eklemişler. Ama bu eklenti, alışveriş merkezinin görünen kısımlarında yer almıyor, tanıtıcı broşürlerde geçiyor sadece. ‘Asitane’ ön adı, tepkileri en aza indirmek için düşünülmüş olsa gerek.

Hadi diyelim ki yeni bir yerleşim merkezi olan ve Batılı tarzda mimarisiyle ön plana çıkan Ataköy’de ‘Galleria’ olur da Fatih’te ‘Historia’ olur mu hiç? Eee olmuş işte!... Onu bunu bilmem ama ben bu merkezin adına takılıp kaldım. Bu yüzden diğer çehresine bakma ihtiyacı görmedim bile. Yeni açılan bu merkez ‘Historia’ adını taşıyor ha!... Güler misin ağlar mısın memleketimin insanına?... Bu ismin verildiği merkezin yarı hissesinin kamu adına sahibi Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir… Bunda ne anormallik var diyorsunuz içinizden. Fakat Mustafa Demir’in Dil ve Edebiyat Derneği’nin kurucularından olduğunu söylesem herhalde biraz olsun şaşırırsınız. Gel gör ki zaman neler de gösteriyor insana…

Dedim ya taktım bu isme… Bulamayacağımı bile bile evdeki bütün Türkçe sözlükleri raflardan indirdim ama böyle bir isme rastlayamadım. Ben bir Müslüman-Türk’üm, Türkiye’de yaşıyorum. Fatih gibi tarih kokan bir semtteki alışveriş merkezinin adının anlamını İngilizce sözlükte arayacak değilim ya!... Ama meğerse yanılmışım. Bizim sözlüklerde olmayan ‘Historia’ ile İngilizce sözlükte karşılaşmam mı?... Şaşırdım doğrusu… İsyan mührü taşıyan İstanbul’u Bizans’ın elinden alarak, ona İslam mührü vuran cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet’in adını taşıyan Fatih gibi bir semtte en görkemli bir merkeze kalkıp ‘Historia’ adını vereceksin. Buna insanlar değil, kargalar bile güler, gülmekle kalmaz ayıplar da… Türkçe kelimelerin suyu mu çıktı be birader? İnsan bu kadar da mı yabancılaşır özüne, kültürüne? İnsan bu kadar mı aşağılanır şehit kanlarıyla sulanan kendi topraklarında?

‘Historia’ tarihi çağrıştıran bir kelimeymiş… Felsefe profesörü Teoman Duralı “Tarihin Dayanılmaz Ağırlığı” adlı yazısında bu ecnebi kelimeye açıklık getiriyor: “Historia, ‘soruşturmak’ demek olan ‘historein’ mastarının isim hâlidir. Aristoteles (384–322), ‘Historia’yı belli toplum-kültür bağlamında olup bitmiş yahut gelip geçmiş olaylar ile kişilerin neden - etki bağlantıları dikkate alınarak araştırılması biçiminde anlayıp açıklamıştır.”

Oh be rahatladım!... Meğerse kötü bir şey değilmiş ‘Historia’!.. Peki, ‘Tarih’ desek olmaz mı? Şahsen kıl oldum bu kelimeye. Fatih gibi İslam ve tarih kokan bir semtte bana Londra’da, Newyork’ta olduğum hissini verecek bir kelimeyi görmek istemiyorum.

Dumansız Hava Sahası

M.NİHAT MALKOÇ

Sigara, sağlığımızı tehdit eden düşmanların başında geliyor. Fakat pek çok insan bu azılı düşmanı dost sıcaklığında hâlâ cebinde taşıyor; parasını bu zehirli dumana verirken gelecekte yaşayacağı sağlık sorunlarını hiç düşünmüyor. Tiryakiler sadece kendilerini değil, çevresindekileri de zehirliyor. 19 Mayıs 2008 Pazartesi günü sigarasız bir Türkiye’ye ilk adım atıldı. Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanun’un 19 Mayıs 2008 tarihinde kabul edilmesiyle sigara içenler iyice köşeye sıkıştırıldı. Böylece özlemini duyduğumuz sağlıklı bir yaşam için “Dumansız Hava Sahası Hareketi” başlamış oldu.

Bu tarihten itibaren kamu hizmet binalarında, her türlü eğitim, sağlık, ticaret, spor ve eğlence yerlerinin, sosyal ve kültürel yerlerin kapalı alanlarında; taksi hizmeti verenler dâhil olmak üzere, kara, demir, deniz ve hava yolu taşıma araçlarında; çadır ve güneşlik dâhil kapatılmış alanlar ile tavan veya çatısı bulunan ama yan yüzeylerinin yarısından fazlası kapalı yerlerde; okul öncesi eğitim kurumları, dershaneler, ilk ve orta öğrenim kurumlarının kültür ve sosyal hizmet binalarının kapalı ve açık alanlarında sigara içenlere 62 YTL ceza kesilecek.

Yürürlüğe giren “Dumansız Hava Sahası” gelecek nesilleri emniyet altına alıyor. Tıbbi ve bilimsel araştırmalar, tütün dumanının akciğer kanseri, kalp hastalıkları, astım krizleri, çocuklardaki solunum yolları hastalıkları ve akciğer yetmezliği gibi ciddi hastalıklara yakalanma tehlikesini arttırdığını ve ani bebek ölümlerine neden olduğunu göstermektedir.

Sigarayı bırakmak bir irade işidir aslında. Sanıldığı kadar da kolay değildir. Onun için sonradan çözüm aramaktansa bu alışkanlığa kapılmamak en köklü çözümdür. Çocuklarımızı sigaradan, sigaraya özenti oluşturacak ortamlardan uzak tutmalıyız. Nice insan sigarayı bıraktığını söyler ama bir de bakarsınız ki sigara elinde diyar diyar dolaşıyor. Bu bırakma- başlama denemeleri defalarca devam eder, bir noktaya gelir ve pes eder. Sayıları az da olsa bazı iradeli kişiler bu sağlık düşmanıyla yollarını ayırabilmektedir. Bırakmak için öncelikle bu işe inanmak ve her ortamda sigaradan ve onu hatırlatan her şeyden uzak durmak gerekir.

Vücut bizlere Allah’ın emanetidir. Bu emaneti yerinde kullanmalı, ona zarar verecek davranışlardan şiddetle kaçınmalıyız. Sigara da vücudumuzun dengesini ve işleyişini bozan bir maddedir. Onun zararlı bir nesne olduğunu, insanları adım adım hastalığa ve ölüme götürdüğünü bilmeyen yoktur. Eskiden sigara paketlerinin üzerinde küçük puntolarla “Sigara Sağlığa Zararlıdır” diye yazardı. Bu sanki görülmesin, farkına varılmasın, satışları azaltmasın diye böyle küçük puntolarla yazılırdı. Son yıllarda paketlerin üzerinde dikkat çekici bir biçimde, büyük puntolarla “Sigara Öldürür” yazıyor. Fakat bu yazı yine de insanları sigara içmekten uzak tutamıyor. Demek ki bu iş uyarı yazılarıyla olmuyor. İş, kişinin aklına ve iradesine kalıyor. Aileler teyakkuzda olmalı… Bu işe küçük yaşlarda başlamamak gerekiyor.

Sigarayla ilgili çıkan yeni yasayı gönülden destekliyorum. Bu işin yasaklarla tam anlamıyla önlenemeyeceğine inansam da, sigara içmeyenlerin havasının korunması adına bu yeni kanunun çok anlamlı, önemli ve yerinde olduğuna inanıyorum. Eskiden Türkiye’de sigara içenlerin sınırsız özgürlüğü vardı. Bu özgürlük, içmeyenlerin özgürlüğünü kısıtlıyordu. Sigara içmeyen kişiler duman altı oluyordu. Hiç kimsenin başkalarının sağlığıyla oynama hakkı yoktur. Malumdur ki bütün haklar başkalarının haklarının ihlal edildiği noktada biter.

Bir zamanlar aklınıza gelebilecek her yerde sigara içmek serbestti. Hatta şehirlerarası otobüslerde bile sigara içilirdi. Bundan en çok da çocuklar ve kadınlar rahatsız olurdu. Sigara içenler kral gibiydi. Onlara yalvarmak da fayda vermezdi çok kere… İçenler hâkim, içmeyenler mahkûmdu. Yeni düzenlemelerle bir hayli yol alınıp bu günlere gelinebildi.

“Dumansız Hava Sahası” diye sloganlaşan sigarayla ilgili bu düzenleme aslında sigara içenler için de bulunmaz bir fırsattır. Tiryakiler de bu sayede sigarayı azaltsınlar, bırakma yolunda adım adım ilerlesinler. Böylece kendileri de bu illetten kurtulmuş olacaklardır. Bu yasanın elbirliğiyle, saygı ve sevgi çerçevesinde uygulanabileceğine yürekten inanıyorum.

Nefesi Gül Kokar Çocukların...

M.NİHAT MALKOÇ

O yumuk ellerinle selamla kutlu geleceği çocuk!... Sonsuzluğa sen de bir çengel at. Dantel dantel işle yarınların düş yorganını. Sevinç gözyaşların sulasın bahçemizdeki gonca gülleri. Yüreğindeki aydınlığın ışıltısını göklerimize ver. Dağılsın başımızın üstündeki kara bulutlar. Sen tohumlarında ve tomurcuklarında nice çınarlar saklarsın!... Sevgi merdiveninle bulutlara değer başın. Kâinatı kuşatan düşlerinde ve gecelere sığmayan rüyalarında ışığını dünden alıp yarınlara taşıyan koca bir gelecek saklıdır. Senin uçurtmalarındır bizi çocukluğumuzun gizlerine taşıyan. Uçurtma değil, sanki hatıralardır gök boşluğunda nazlı nazlı sallanan… Onlar şimdi sevgiyi, hoşgörüyü ve umutları taşıyor masmavi göklerimize. Eksik kalan yanlarımızı tamamlıyorsun güzel çocuk!... Düş yırtıklarımızı yamalıyorsun.

Senin, kelimelerle bir derdin olmaz ki güzel çocuk! Lügatinde sevgi, saygı ve hoşgörü başköşede yer bulur kendisine. Aynalarla dosttur süt kokulu yaşın ve gökleri delen o mağrur başın. Sevmelerin ve gönül vermelerin karşılıksızdır senin… Coşkun akar içinde büyüttüğün sevgi ve muhabbet ırmakların. Suskunlukların bile en büyük çığlıktır duyarlı kulaklarda. Senin yürek yankılarında gizlidir yarınların gölgesi. Bugünü kavrayabildiğince, hayatın sırlarını anlayabildiğince mutlu olacaksın. Yarının dünyasında ‘keşke’lerin olmayacak senin.

Senin gül kokulu dünyanda barut kokularına yer yok besbelli. Kan kırmızı ırmakların suyunu ta tepeden kesmek için doğdun. Dünyaya demokrasi dersi verdiğini sanan fakat bunda ikmale kalanlara, demokrasi renginde zulüm getirenlere en büyük dersi vermek için teşrif ettin dünyamıza. O gül kokulu nefesin bastırdı iğrenç barut kokularını. Gelişin milat olacak içimizdeki altın kaideli putların devrilmesi için. Gerçekler süslü kelimelerin ardına saklanamayacak bundan sonra. Sen haykıracaksın mazlumların yüreklerine gömdüğü münzevi çığlıkları. Mazinin deriliklerinden bulup çıkaracaksın yaşamın el değmemiş güzelliklerini.

Aklın tutsaklığından Hakk’ın nuruna sığınacaksın zaman bahçelerinde dolaşırken. Senin küçük dünyanda nice galaksiler saklıdır. Siz büyüdükçe bizim de hayallerimiz, yarınlara dair umutlarımız büyüyor, güven bir sarmaşık misali sarıyor gönül ağacımızı. Sizler büyüdükçe bizler küçülüyor, zamanın çarklarında iyice ufalıyoruz. Sırtında altın bir gelecek, kurşundan ağır bir dünya taşıyorsun sen. İzin verme dünyanı kirletenlere. Başlarında patlasın bombaları, barutları. Yüreğinde gül yüzlü isyanlar büyüt suni dünyalarına teslim olmamak için… Seni açlığa ve yoksulluğa mahkûm etmek isteyenlerin önüne dikil o pörsümez çelik iradenle. Dününe, gününe ve önüne sahip çık, balık hafızası taşıma ne olur… Diri ve iri ol lokma lokma yutulmamak için… Demir gibi ol ki seni yutmak isteyenlerin azı dişleri kırılsın.

Aslında kimliği de, devleti de yoktur çocukların. Kimlikleri, sevgi ve hoşgörüsünü kaybetmemiş insanlıktır; devletleriyse bütün dünyadır. Dünyayı paylaşma, kapitale konma gibi bir dertleri de yoktur sevgi tomurcuklarının. Zira sevginin adresidir onlar. Masumiyettir onların posta kodu. Ne sırlar saklıdır donuk bakışlarında. Çocuk renkli bir dünyadır ruhun aynasında. O aynaya bakan, geçmişini görür orada. Kanat çırpar yarınlara, umuda.

Elleri toprak kokar çocukların. Güneşedir karanlıktan kaçan, aydınlığa varan yolculukları. Gönlünde keder barınmaz çocukların. Rüzgâra verirler bütün tasalarını. Eğilmezler, bükülmezler, kırılmazlar, dik dururlar zamana karşı. Yoksulluklarının bile farkına varmazlar çok kere. Her biri bir yıldızdır uçsuz bucaksız göklerde. Nefretleri ve kırgınlıkları camdaki buğu kadardır. Her mevsimde açarlar, baharı beklemezler çiçeklerini açtırmak için.

Sen koptun ya dünyamdan ey çocuk, büyük bir boşluktu bıraktığın… Mutluluklar pazara düşeli beri kalmadı deliksiz uykularım. Rüyalarıma sığmayacak kadar büyüdün sonraları. Beton binalar senin hissiyatını da kalıba koydu ne yazık ki!... Işığın kaynağı sandın kendini, güneşe döndün sırtını. Dünyalık senin de bürüdü gözlerini, gökyüzündeki rengârenk uçurtmaları bile görmez oldun. Sırların deşifre oldu aynalarda. Aynalar cam kırıklarına, cam kırıkları can kırıklıklarına dönüştü. Ben senin o yumuk yumuk ellerini, çocuk halini sevdim.

25 Eylül 2008 Perşembe

Apartman Hayatı ve Mahremiyet

M.NİHAT MALKOÇ

Dünya nüfusu hızla artıyor. Köylerden şehirlere göç durmak bilmiyor. Göç ve nüfus artışı, şehirlerde bir sürü sorunu da beraberinde getiriyor. Köyler boşalırken, kentler kaldıramayacakları ağır bir yükün altına sokuluyor. Durum böyle olunca şehirler köyleşiyor her geçen gün. Şehirlerin kalabalıklaşması hayat kalitesini ve iş verimi düşürüyor. Son yıllarda şehirlere olan talep önceki zamanlarla kıyaslanamayacak kadar arttı. Bu durum hiç de hayra alamet değil. Köylüler şehre akın edince oralardaki verimli topraklar işlenmiyor. Böylece üretim toplumundan tüketim toplumuna geçişin sancılarını yaşamak durumunda kalıyoruz. Şehir hayatı tüketim çılgınlığını körüklüyor. Aile fertleri bir kişinin eline bakıyor.

Apartman hayatı insanoğlunun doğasına aykırı bir yaşam tarzıdır. Apartmanlarda dört duvar arasına sıkıştırılan ruhlarımız kafese kapatılan kuşlar gibi özgürlük rüyaları görüyor. Apartman hayatı, nerden bakarsanız bakın, sağlıklı bir yaşam tarzı değildir. Zira böyle bir hayat, sürekli gerilimlere kapı aralayarak ruh sağlığımızı bozuyor. Bu da anlaşmazlıklara ve kavgalara zemin hazırlıyor. Oysa tek katlı evlerde oturmak bu sorunları kökten halledecektir. Türkler göçebe hayattan anakent hayatına geçişte çok yaralar aldı, almaya da devam ediyor. Sözde modern hayatın nimetlerinden yararlanıyoruz ama gerçekler hiç de öyle değil. Her geçen gün kalabalıklar içerisinde yalnızlaşıyoruz. İnsanlar bir arada yaşıyorlar ama nerdeyse hiçbir şeyi paylaşmıyorlar. Apartmanlarda çoğu kimse birbirini tanımıyor, hal hatır sormuyor.

İnsanlar dertlerini paylaştıkça eritir, güzellikleri de paylaştıkça yeşertir. Lakin günümüzde dertler kurşun gibi içimize çöküyor, güzellikler de çölleşen gönül bahçelerinde kuruyup gidiyor. Onları bir sevgi sözcüğüyle, bir selamla yeşertmekten imtina ediyoruz. Önce kimliğimizi, sonra soluduğumuz havayı, en sonunda da asırlar evvelinden taşıyıp getirdiğimiz kültürümüzü gömdük apartman mezarlıklarına. Beton duvarlar arasında gönüllü mahkûm olduk. Anlaşılan o ki bu mahkûmiyetimiz ancak tenin toprağa değmesiyle son bulacak.

Apartman kültürü veya kültürsüzlüğü her geçen gün baş döndürücü hızla gelişerek yerleşiyor. Şehirlerde müstakil evler bulmak pek mümkün değil. Herkes üst üste yaşıyor. Fakat birbirinden habersiz, birbirini tanımadan ve anlamadan… Kimse kimseyle selamlaşmıyor. Selamlaşsa da dudak ucuyla… Bayramlarda kimse kimseye gitmiyor. Herkes bayramını hane içine hapsediyor. Kalabalıklar içinde yalnızlık çekmek sanırım buna denir. Mahalle kültürünün yerini apartman kültürü aldığından beri insanlar dert küpü... Her gün kavgayla geçiyor hayat... Yok bilmem halı silkeledin, yok çamaşır astın, yok ses çıkararak yürüdün, yok televizyonun sesini çok açtın, yok bilmem pişirdiğin balığın kokusu rahatsız etti… Dert çok, huzur yok. Kavga etmek, birbirimizi korkutup yıldırmak için sebep arıyoruz.

Apartman hayatı mahremiyetleri de ortaya döktü. Gizlimiz saklımız kalmadı bu ortak mekânlarda. Komşumuzun ishal olduğunu tuvalete gidip gelmelerinden, çocuğunun hasta olduğunu öksürmelerinden, aile arasında kavga ve kırgınlıkların olduğunu bağırmalarından, eğlendiklerini de vur patlasın çal oynasın tarzı koşuşturmalarından ve kahkahalarından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Özellikle ses izolasyonu olmayan evlerde herkes birbirinin konuşmalarını duyabiliyor. Karyolamızda başımızı yasladığımız duvarın hemen arkasında başkaları yaşıyor. En küçük bir ses bile duyuluyor. Üst katta oturanlar karşıdaki apartmanın yatak odasını rahatlıkla görebiliyor. Serbest kıyafetle evde dolaşmak ne mümkün… Ne zaman, hangi apartman dairesinden gözetlendiğin belli değil. Mahremiyet sadece ince bir duvarla birbirinden ayrılıyor. Duygu ve düşüncelerimizi komşularımızla paylaşmasak da yaşadıklarımızdan haberdar olabiliyoruz. Özel hayatlar ortaya dökülüyor bir anlamda.

Apartmanlarda üzerimize güneş doğmuyor. Yağmur sonrası toprak kokusunu hissedemiyoruz. Kentlerin de bir ruhu vardı eskiden. Zamanımızda ruhsuz şehirlerde yaşıyoruz. Artık kadın erkek herkes çalışıyor. Sabah çıkıp akşam dönerek evleri otel gibi kullanıyoruz. Böyle bir hayat çok para getirse de asla beklenen huzuru getirmeyecektir.

Bayramlarda Hüzün Var

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman boşluğunda akıp giden zerreler misaliyiz. Tutunacak bir dalımız da yok bu akışta. Bir koşturmacadır sürüp gidiyor. Nice hakikatleri ıskalayarak basiretten uzak yaşayıp gidiyoruz. Günler günleri, geceler geceleri kovalayıp duruyor peşi sıra. Ne çabuk geçti bir aylık ramazan günleri… Şimdi elveda ya şehr-i ramazan demenin burukluğunu yaşıyoruz. Rahmet ve bağışlanma ayı olan ramazanı geride bıraktığımız için üzülsek de Hakk’a karşı kulluk vazifemizi yerine getirdiğimiz için seviniyoruz. Hüzünle sevinç arasında farklı duygular yaşıyoruz bugünlerde. Rabbimiz oruç ibadetini ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor. Ömrü olanlar için nice ramazanlar gelip geçecektir zaman içerisinde. Fakat gelecek seneki ramazanda ve bayramda bir kısım insanlar ömür sermayesini tamamlayacakları için aramızda ol(a)mayacaklar. Onlar hoş bir seda bırakacaklar geride… Zaman değirmeni bir gün, onlar gibi bizleri de çarklarında un ufak edip öğütecektir. Ahiret saadeti için hayata bu bilinçle bakmalı ve kulluk vazifelerimizi ona göre yeniden tanzim etmeliyiz. Altın kâsede bizlere sunulan vakti hayırlı eylemlerimizle sevaba döndürmeliyiz.

Gönüllerin İslam’la aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda. Halk uzun asırlardan beri ramazan ve kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi millî bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dinî bayramlarımız kadar halk katında benimsenmemiştir. Dinî ve millî bayramları milletçe kenetlenmeye vesile kılmalıyız. Dört tarafı şer güçlerle çevrili olan ülkemizin birlik ve beraberliğe her zaman çok ihtiyacı vardır.

Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkence kalkar sımsıcak yatağından… Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre… El öpenler bir yandan da bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların kültürel birikiminin bugüne yansımasıdır.

Bayramlar sadece dirilerin değil, ölülerin de hatırlandığı, yâd edildiği müstesna zaman dilimleridir. Sabahleyin camilere koşan müminler bayram namazını huşu ve huzur içerisinde kıldıktan sonra birbirleriyle bayramlaşırlar. Yüreklerden yüreklere dostluk köprüleri kurulur. Bayramlaşmaya gelenlere tatlılar, şekerler, türlü taamlar ikram edilir. Ailece kahvaltı yapılır. Ölüler de unutulmaz. Dirilerden sonra ölüler ziyaret edilir. Mezarlıklar vefalı insanlarla dolup taşar. Kur’an’ın nidası uhrevî bir atmosfer oluşturur mezarlıklarda. Bazılarının gözünden hâlâ oluk oluk gözyaşları süzülür. Onlar şehit aileleridir. Ciğerpareleri olan evlatları hain kurşunlara hedef olmuştur. Onlar hayatlarını vererek bu güzel toprakları bizlere kazandırmışlardır. Büyük şair Mehmet Akif’in deyimiyle onlara aguşunu açmış peygamber. Aileler hem hüzünlü hem de gururludur bu yüzden. Fakat yaralı yüreğe söz kâr etmez ki!...

Aslında bayramlar zenginlerden çok, fakirlerin ve garibanların hakkıdır. Zenginler için zaten diğer günler de bayram sevinciyle geçer. Bayramlar ekseriyetle neşeli günlerdir. Fakat buna rağmen gizli bir hüzün var bayramlarda. Hele dostlarından uzaklarda bayram geçirenler için bu hüzün ikiye, üçe katlanır. Kaybettiklerimiz geçer gözlerimizin önünden. Boş kalan koltuklar acımızı katmerleştirir. Gözlerimiz birilerini arar da beyhude yorulur. Ufuklarda bir gölge arar dalıp giden ıslak gözlerimiz. Ufuklar da ketum davranır, saçıp dökmez sırlarını. Giden gitmiştir ardına bakma fırsatı bile bulamadan. Şimdi çok uzaklarda Kerem’ dönüşür ayrılığın çarklarında ezilen yürekler… Âh ne zordur gurbette bayramlar… Sahi dünya da bir gurbet değil mi ya!... Sözlerimi Alvarlı Muhammed Lütfi Efe Hazretleri’nin bir dizesiyle tamamlıyorum: “Mevla bizi affede / Bayram o bayram olur / Cürm-ü hatalar gide / Gör ne güzel ıyd olur...” Türk-İslam âleminin bayramı mübarek olsun. Nice bayramlara sağlıkla!...

23 Eylül 2008 Salı

Bin Aydan Hayırlı Gece

M.NİHAT MALKOÇ

Geceler vardır gecelere ve zamana sığmayan, uhrevî hissiyatın kanatlandığı geceler… Geceler vardır kıymetini Hakk’ın takdir ettiği ve sevapların ucunu açık bıraktığı geceler… O gecelerde kul, Rabbine daha yakın olmak için zamanla yarışır adeta. Gözyaşları seccadeleri ıslatır o mübarek gecelerde. Bu kutlu vakitlerde kulun yalvarışları akissiz kalmaz. Zamanın iyice genişlediği bu gecelerde dualar yerle gök arasında dolaşır ve hedefi on ikiden vurur. Her şeyi gören, bilen ve duyan Rabbimiz bu müstesna zamanların hürmetine bizleri af kapısından eli boş göndermez. İşte bu gecelerin başta gelenidir mübarek ve muazzez Kadir Gecesi… O, içinde Kadir gecesi olmayan bin aydan daha hayırlı görülen mübarek bir gecedir.

Kadir gecesinin ne zaman olduğu kesin olarak bilinmiyor. Fakat ramazanın son on gecesinde olma ihtimali ağır basıyor. Bu gecenin gizlenmesinde pek çok sırlar vardır. Öncelikle her gecenin Kadir gecesi gibi değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi hâkimdir. Yüce Rabbimiz Kadir Suresi’nin 1-5. ayetlerinde bu geceyle ilgili şöyle buyurmaktadır:

“Biz o Kur’a’’i Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin niteliğini sana gösteren nedir? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner. Bir esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, tan yeri ağarıncaya kadar.”
Ayların sultanı olan ramazana kadir kıymet kazandıran, Kur’ân’dır. Rivayetlere göre Kur’an bu ayda bir bütün olarak dünya semasına inmiştir. Daha sonra yine ramazan ayı içerisinde parça parça Resulullah’a gönderilmeye başlanmıştır. Bir kısım ayetler belli olaylara cevap olarak gelmiştir. Bu mübarek ayetler zor zamanlarda muhataplara cevap olsun diye Resulullah’ın imdadına yetişmiştir. Kur’an, Kadir gecesini muteber bir zaman kılmıştır.

Kadir gecesine erişen Müslüman bu mübarek geceyi büyük bir bahtiyarlık ve kazanç olarak addetmelidir. Geceden sehere kadar ibadet ve dua etmeliyiz. Bu gecede özellikle inanarak ve samimiyetle yapılan dualar asla geri çevrilmez. Bu dualarla Allah arasında perde yoktur. Nefeslerimiz direkt Allah’a ulaşır. Her Müslüman dilinin döndüğünce bu vakitler içerisinde ümmetin saadeti ve barışı için dua edip yalvarmalıdır. Bu hususta nasıl dua edeceğimize dair Hz. Ayşe anamızın şu sözlerini dikkatinize sunuyorum:

“Dedim ki, ‘Ya Resulullah, Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?’Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam “Allahümme inneke afüvvün tuhibbü’l-afve fa’fu annî (Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle) dersin’ buyurdu”

Kadir gecesi manevî bakımdan çok kârlı bir gecedir. Fakat bu geceye güvenip diğer günlerde ibadetleri askıya almak akıllı müslümanın yapacağı iş değildir. Resulullah Efendimiz: “Kim inanarak, sevabını ancak Allah’tan bekleyerek Kadir gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir.” buyurmaktadır. Bu hadiste ifade edildiği üzere bu gece uykumuzdan feragat edelim. Bol bol Allah’ı zikredelim; tövbe istiğfar edelim. Ruhlarımızı manevî kirlerden arındıralım. Şafak söktükten sonra günah yükünü üzerinden atmış bir şekilde yeni güne tertemiz bir surette doğalım; hafifleyelim.

Kadir gecesinde ruhlar sükûn bulur. Bu gecede Hakk’ın ve hakikatin sesi yerle gök arasında yankılanır. Kadir gecesinin maneviyatı hürmetine huzursuzluklarımız huzura, endişelerimiz sükûna, savaşlar barışa, nefretler sevgiye, hıçkırıklar tebessümlere dönsün inşallah… Dünyamızın üzerindeki kara bulutlar dağılsın, doğsun beklenen güneş… Sözlerimi ilahiyatçı-yazar Hayrettin Karaman’ın bu geceye dair bir dörtlüğüyle bitirmek istiyorum:

“Bizi rahmetine daldır ilâhî Kur’an’ından nasip aldır ilâhî Aradan perdeyi kaldır ilâhî Nasipsiz inmesin kollar bu gece”

Bütün Müslümanların Kadir gecesini kutluyor, bu gecenin Müslüman âleminin uyanışına vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

21 Eylül 2008 Pazar

Ramazan'a Dair Düşünceler

M.NİHAT MALKOÇ

Ramazan, hayatımıza zenginlikler katan mübarek bir atmosferin yürekleri kuşatmasıdır. İftar ve sahur sofraları, sohbetler, teravihler, mahyalar, davulcular, maniler, pideler, tatlılar hep bu ayı çağrıştırır bize. Ne mutlu bize ki böyle güzelliklere sahibiz.

Ramazanın feyiz ve bereketinden azamî derecede yararlanabilmek için adeta maneviyat seferberliği ilan etmeliyiz. Çünkü ramazan sayılı günlerden ibarettir. Bu günlerin içini hakkıyla doldurmalıyız. Zira gelecek ramazana kavuşacağımıza dair hiçbirimizin elinde herhangi bir senet yoktur. Akıllı insan, her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak idrak ettiği ramazanı son ramazan olarak bilir ve gereğini yapar. Zira zaman hızla akıp gidiyor. Her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşıyoruz besbelli... Ramazan gibi bereketli ve feyizli günleri layıkıyla değerlendiremezsek sevap-günah dengesi bozulur. Geçen günler fayda değil, zarar hanemize yazılır. Ne mutlu sayılı ramazan günlerini layıkıyla dolduranlara!...

Ramazanın gelişiyle beraber İslam coğrafyası birlik ve beraberlik ruhuyla yeniden hayat kazandı. Tabir caizse hayata hayat geldi. İslam değerleri bir kez daha dünya gündemine oturdu. Müslümanlar kış uykusundan uyandı. Nadasa bırakılan ruhlar, ekime hazır hâle getirildi. Oysa bir aylık ibadet bizi Cennete ulaştırmak, Cehennem ateşinden korumak için kâfi değildir. Müslüman yılın 365 günü Allah’la beraber olmalıdır. İbadetleri ramazana sıkıştırmak kendimizi aldatmanın bir başka sinsi yoludur. Müslüman’ın bir gününün nasıl geçeceği Kur’an’da ve hadislerde belirtilmiştir. Hayatımızı bu doğrultuda şekillendirmeliyiz.

Ramazan ayı yardımlaşmanın gözle görülür biçimde arttığı rahmet, mağfiret ve bereket ayıdır. Fitre ve zekâtlar yanında, durumu iyi olan Müslümanlar fakirlere gıda yardımı yaparak onları sevindirirler. Fakat müslümanın yardım yapmasının da bir usulü vardır. Öncelikle bir elin verdiğini öbür el bilmemelidir. Yardım ederken garibanlar incitilmemelidir. Türkiye’de yardım manzaralarını görünce üzülüyoruz. Hiçbir ciddi organizasyon yapılmadan yardımlar itiş kakış bir vaziyette dağıtılıyor. Ortalık savaş alanı gibi karmakarışık bir durum arz ediyor. Böyle yardım yapmak dayanışmanın ve İslam’ın ruhuna aykırıdır.

Allah rızası için yardım edenler, en çok sevdiklerinden verirler; verirken de hiç mi hiç huzursuz olmazlar. İşe yaramaz şeyleri vermek muteber değildir. Kıymetsizi verip kıymetli sevaba erişmek mümkün mü? Fedakârlık etmeyen sevdiğini elde edemez. Bununla beraber yardımsever kişinin gözü, verdiği şeyin peşinde kalmaz. O, verdikçe haz alır. En iyisinden, işe yarayanından verir. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyilik ve hayra nail olamazsınız. Ne infak ederseniz, Allahü teâlâ, onu hakkıyla bilir ve mükâfatını verir.”(Al-i İmran 92) Bu ayetin iyi okunması ve manasının hakkıyla idrak edilmesi gerekir. Yoksa verdiklerimiz bize fazla bir getiri sağlamayabilir.

Günümüz şehir yaşantısında merhamet ve yardımlaşma duyguları bir hayli azalmıştır. Modern yaşam tarzında bencillik almış başını gidiyor. Zamanımızda keserler hep kendine yontuyor. İnfak etmekle fakir olunacağı zannediliyor. Bugün çok mal ve para kazanılmasına rağmen, kazanılanların zekâtı miktarınca verilmediği için, fakirler sevindirilmediği için elimizdekilerin bereketi olmuyor, kazancımızın çoğu elimizden uçup gidiyor.

Dikkat edin muhterem Müslümanlar!... Ramazan boyunca kapanan cehennem kapıları ramazanın gidişiyle beraber tekrar açılıyor. Zincire vurulan şeytanın eli ayağı çözülüyor. Müslümanın işi daha da zorlaşıyor. Unutmayınız ki kulların zorlu imtihanı, son nefese kadar soluksuz devam ediyor. Sakın ola ramazanda kazandığınız güzel davranışları bir kenara bırakmayın; kahve ve meyhane köşelerine dönmeyin. Bu ramazan, hayatı anlamlı kılmanız için adeta bir milat olsun size… Bir aylık ibadetle cennete gidilebileceğini sanmayın, aldanmayın, yanmayın. Allah hepimizi gelecek mübarek ramazana eriştirsin. Kıldığınız namazlar, tuttuğunuz oruçlar, verdiğiniz zekât ve fireler kabul ve makbul olsun. Gelecek ramazan bayramınız şimdiden kutlu olsun. Allah inananların yâr ve yardımcısı olsun.