23 Ocak 2011 Pazar

ORDA BİR VALİ VAR UZAKTA…

M.NİHAT MALKOÇ

Valiler sınırlı sayıda seçkin insanlardır. Türkiye’de 81 vilayet bulunmaktadır. Bu vilayetleri yöneten 81 de seçkin idareci vardır. Bunlardan biri de Gümüşhane Valisi Enver Salihoğlu’dur. Vali Salihoğlu’nun resmi biyografisine baktığımızda şu bilgilere rastlıyoruz:

“Enver Salihoğlu, 1954 yılında Trabzon’un Akçaabat İlçesinde doğdu. İlkokulu Derecik Köyü’nde, orta ve liseyi Trabzon’da tamamladı. 1976 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre İçişleri Bakanlığı’nda Mahalli İdareler Kontrolörü olarak çalıştıktan sonra 1978 yılında Maiyet Memurluğuna (Kaymakam Adaylığı) geçti. Denizli’nin Çivril ve Kars’ın Göle ilçelerinde Kaymakam Vekilliği, Erzincan’ın Tercan, Ağrı’nın Patnos ve Giresun’un Keşap ilçelerinde kaymakamlık, Ağrı’nın Patnos ilçesinde Belediye Başkanı olarak görev yaptı. 1988 yılında Mülkiye Müfettişliği sınavını kazanarak Mülkiye Müfettişliğine atandı. Daha sonra Mülkiye Başmüfettişi oldu. Mesleki incelemeler yapmak üzere 1997 yılında altı ay Belçika’nın Başkenti Brüksel’de bulundu.

Gümüşhane Valisi Enver Salihoğlu’nun çeşitli mesleki dergilerde kamu yönetimi ve özellikle yerel yönetimler üzerine çok sayıda makale ve incelemesi yayınlandı. Belediyelerin görev, yetki ve sorumlulukları ile ilgili ‘Belediye Başkanlarına Cep Rehberi’ adlı kitabı 2000 yılında, ‘Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması’ isimli kitabı 2003 yılında, ‘4483 Sayılı Kanun ile Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Öncesi Aşamaya İlişkin Usul ve İşlemler’ (Dr. Selami Demirkol ile birlikte) adlı kitabı 2005 yılında ve ‘Belediye Başkanları İçin Rehber’ adlı kitabı ise 2005 yılında yayınlandı. Mülkiye Başmüfettişi iken 30.01.2003 tarih ve 2003/5221 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Rize Valiliğine atanan Vali Enver Salihoğlu 25.09.2006 tarih ve 2006/10968 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Gümüşhane Valiliğine atanmıştır. Sınıf öğretmeni Sabiha Salihoğlu ile evli olup, iki çocuk sahibidir. Fransızca bilmektedir.”( www.gumushane.gov.tr)

Gümüşhane Valisi Enver Salihoğlu’nun Gümüşhane’deki farklı icraatları ve yaklaşımları onun sıra dışı bir idareci olduğunu gösteriyor. Salihoğlu, vatandaşın çok yakınında olmaya gayret gösteren samimi bir valimizdir. Ona dilediğiniz zaman rahatça ulaşabilirsiniz. Bu cep telefonuyla, elektronik mektupla veya yüz yüze olabilir. Cepten kendisine ulaşmayı kolaylaştırmak için iki cep telefonunu da vatandaşlarına tahsis etmiştir. Vali Salihoğlu’yla görüşmek için internet üzerinden çevrimiçi randevu alma imkânı da var.

Vali Enver Salihoğlu, Gümüşhane’de hep yenilikler peşinde koştu; makamında oturan ve emirler yağdıran bir vali portresi çizmedi; hep halkın içinde oldu. Belediye Başkanıyla kafa kafaya verip Gümüşhane için projeler üretti. Hastalara, yaşlılara ve kimsesizlere kalbinin kapılarını ardına kadar açtı; hayatta tutunacak dalı olmayan kimsesizlerin kimsesi oldu. Halkı makamına getirmedi, çok kere o, bizzat halkın evine gitti, dert dinledi. Onun, köyleri tek tek dolaşıp halkın dertlerini yerinde görüp dinlemesi rutin haline dönüştü; halkla kenetlendi.

Onun valiliği döneminde Gümüşhane eğitimde önemli aşamalar kaydetti. Kızların okuması için büyük gayretler sarf etti; kampanyalar düzenledi. Engelliler onun zamanında birinci sınıf vatandaş olduklarını hissetti. ‘Eğitim her engeli aşar’ anlayışını zihinlere yerleştirdi. Gümüşhane’deki tarihî eserler onunla nisyandan kurtarılarak günışığına çıkarıldı.

Vali Enver Salihoğlu devletten alıp Gümüşhane’ye yatırarak devletle halk arasında tabir caizse şefkat köprüsü oldu. Hiçbir zaman siyasî davranmadı, herkesi kucakladı. İşine dört elle sarıldı, mesai kavramı unuttu. Gümüşhane’yi yarınlara taşımak için gece gün çalıştı.

Gümüşhane valisini, vali de Gümüşhane halkını sevdi. Fakat bence bu gayretli valinin Türkiye’nin belli başlı büyükşehirlerinden birine vali olarak görevlendirilerek ödüllendirilmesi gerekir. Yakın gelecekte onu Türkiye’nin gözbebeği bir büyükşehirde vali olarak görürseniz şaşırmayın. O, bunu birikimiyle ve örnek çalışmalarıyla çoktan hak etti. Gittiği yerlerde çok sevilen valimize bundan sonraki çalışmalarında başarılar diliyorum.

“ÖLÜM SENİ ARAR OLDUM NERDESİN?”

M.NİHAT MALKOÇ

Türküler yürek telimizi titreten, içimizdeki sevda ateşini korlaştıran ezgilerin sözle vuslatıdır. Türküler, yarım kalan yanımızı tamamlayandır. Nazım Hikmet’in türkülere dair şu veciz ifadelerine katılmamak mümkün müdür: “İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden… Sevdim insanlardan çok türkülerini… İnsansız yaşayabildim; türküsüz hiçbir zaman... Hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de… Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin. Bu dünyada yiyip içtiklerimin, gezip tozduklarımın, görüp işittiklerimin, dokunduklarımın, anladıklarımın hiçbiri, hiçbiri beni bahtiyar etmedi türküler kadar...” Al benden de o kadar koca Nazım…

Trabzonlu şair Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler Dolusu” adlı şiirinde ne güzel anlatmış ölümsüz türkülerimizi: “Şairim/Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum/Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim/Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm// Ah bu türküler/Türkülerimiz/Ana sütü gibi candan/Ana sütü gibi temiz/Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla/Köyümüz, köylümüz, memleketimiz/Ah bu türküler,/Köy türküleri/Dilimizin tuzu biberi/Memleket ahvalini onlardan sor/Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i…/Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni.../Ben türkülerden aldım haberi…// Ah bu türküler, köy türküleri/Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak/Hilesiz hurdasız, çırılçıplak/Dişisi dişi, erkeği erkek/Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara/Bıçağı bıçak/Ah bu türküler köy türküleri/Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi/Kiminin reyhasından geçilmez/Kimi zehir, kimi zemberek gibi…”

Türkülerin sevdalısı olan duygulu bir yüreğin apansız susması, bana bu hazin hissiyatı çağrıştırdı. Bilindiği gibi Türk halk müziğinin sevilen isimlerinden “Kıvırcık Ali” olarak bilinen Ali Özütemiz, İstanbul Çatalca’da geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti. Ünlü türkücünün takla atan aracından cansız bedeni çıkarıldı. Kıvırcık Ali, 11 Ocak 2011 Salı sabahı Büyükçekmece’de geçirdiği trafik kazasında takla atan cipinde hayatını kaybetti. Kaza sabah saat 05.00 sıralarında Tepecik yakınındaki Çatalca Yolu üzerinde, sanatçı Ankara’da bir televizyon programına katılmak üzere havalimanına giderken meydana geldi.

Kıvırcık Ali, Alevi kökenli olsa da her kesime eşit mesafedeydi. Onun içindir ki tüm insanlar tarafından çok seviliyordu. Onun müziklerinde topluma verdiği mesajlar hep sevgi, hoşgörü, barış ve kardeşlik üzerineydi. Son CD’sinin “Hepimize Yeter Dünya” adlı türküsündeki şu anlamlı dizelere hangi birimiz katılmayız ki: “Bir nesneden yaratıldık/Ayrı gayrı olmak niye?/Âdem ile vücut bulduk/Türlü ırka bölmek niye?/Hepimize yeter dünya /Ortağız güneşe aya/Hani kardeş idik güya/Ya öldürmek ölmek niye?// Biz insanız huyumuz var/Toprağımız suyumuz var/Dağlarımız köyümüz var/Sınır sınır bölmek niye?//Fedayim birse Yaradan/İkilik kalksın ardan/Gelen göçer bu dünyadan/Cana düşman olmak niye?/Aç açık kalmasın kimse/Zincir vuralım nefise/Fark eder mi insan ise/Memleketin sormak niye?”

O, Tarkan’dan sonra korsan kaseti en çok yapılan bir sanatçıydı. Kıvırcık Ali, her kesimden insanlar tarafından sevilerek dinlenen bir kişiydi. Özellikle de varoşlarda çok tercih ediliyordu. Almanya’da gurbetçiler tarafından çok seviliyordu. Kıvırcık Ali, Türkiye’nin dört bir yanında, Kanada’dan Avustralya’ya kadar da dünyanın birçok yerinde konserler vermişti. O, kendisiyle yapılan bir röportajda kendisini şöyle tanıtıyor: “1968’de Tokat’ta doğdum. Hemen hemen her köylüde bir saz olurdu. Ben de öyle uğraşa uğraşa saz çalmayı öğrendim. Askerden döndükten sonra kendimi İstanbul’a attım. O zamanlar saçlarım kıvırcık olduğu için ‘Kıvırcık Ali’ dediler ama şimdi gördüğünüz gibi tarama özürlüyüm.”

Kıvırcık Ali’nin ilk albümü “Gül Tükendi Ben Tükendim”, ikinci albümü ise “Isırgan Otu” adını taşıyordu. Diğer albümleri “Üçüncü Gurbet”, “Geriye Dönün Seneler” ve “Hepimize Yeter Dünya” idi. Albümlerindeki birçok parçanın müzikleri de kendisine aitti.

Kıvırcık Ali, bir türküsünde “Ölüm seni arar oldum nerdesin?” diyordu. Ne yazık ki o, aradığı ölümü genç denebilecek bir yaşta, 43 yaşında buldu. Ne diyelim, Allah rahmet eylesin.

BİR TÜRKÇE SEVDALISI RASİM ŞİMŞEK’İN ARDINDAN…

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm, gönül mülkünü yağmalayan can hırsızı misali, değerlerimizi birer birer ötelere aşırıyor. Bu sonsuz gidişe hiç kimse ‘dur’ diyemiyor, itiraz edemiyor. Ölüm karşısında boynumuz kıldan ince. ‘O verdi, o aldı’ diyoruz boynumuzu bükerek… Gayrisi lâf-ı güzaf…

Değerlerimiz bilgi atlasımızdan birer birer kayıyor. Gidenlerin yeri kolay dolmuyor. Yakın zaman evvel ebediyete uğurladığımız Rasim Şimşek de o bilgi atlasında önemli bir yer tutan bir Türkçe sevdalısıydı. O, binlerce öğrenci yetiştirmiş bir öğretmendi. Fakat O, bilgiyi sadece bir yerden alıp öğrenciye akran değil, bilgiyi üreten ve dönüştüren bir kişiydi.

Rasim Şimşek öztürkçe konusunda çok hassas bir insandı. O’nun Türkçeye dair kaleme aldığı kitaplarda hep bu hassasiyeti görürsünüz. Kaleme aldığı kitapların tamamının Türkçe üzerine olması da O’nun Türkçeye karşı dik ve tavizsiz duruşunu göstermektedir.

Merhum Rasim Şimşek, 1961 senesinde Kıyı dergisinin kurucuları arasında yer alan entelektüel bir insandı. O’nunla birlikte Kıyı dergisinin kurucuları arasında Ahmet Selim Teymur, Ziyad Nemli, Necmi Duman, Subutay Hikmet Karahasanoğlu ve Mustafa Beşgen de vardı. Rasim Şimşek bu dergide uzun yıllar yazılar kaleme alarak insanları Türkçe konusunda bilinçlendirdi. Fakat Kıyı, bir türlü düzenli bir yayın çizgisi tutturamadı. Bu dergi bazen yayın hayatına ara verdi. Fakat daha sonra tekrar toparlanarak okuyucularıyla buluştu. Bu dört dönem böyle sürdü. Her dönemde de Rasim Şimşek, Kıyı’nın toparlanıp yayın hayatına tekrar dönmesinde toparlayıcı ve birleştirici rolünü üstlendi. Diyeceğim o ki Şimşek’in Kıyı dergisi üzerindeki emeği büyüktür. Kıyı bir anlamda O’nun besleyip büyüttüğü bir evlat gibidir.

O, KTÜ’ deki görevinden emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşerek yayıncılık işine girmişti. Şimşek Yayınları bünyesinde ortaöğretim öğrencilerine yönelik olarak Türk Dili, Kompozisyon ve Edebiyat kitapları hazırlıyordu. Bu kitaplar uzun süre okullarımızda seçmeli kitaplar olarak okutuldu. Bugünkü nesiller, O’nun yeni ve farklı yaklaşımlarından yararlandı.

O’nun icraat bakımından zengin bir biyografisi vardır: Trabzonlu eğitimci-yazar Rasim Şimşek, 1934 yılında Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinin Şahinli Köyü’nde doğmuştu. Trabzon Erkek Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra, İstanbul Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nden mezun olmuştu. Kayseri Mimar Sinan İlkoğretmen Okulu’nda (1958-1960), Trabzon Erkek Öğretmen Okulu’nda(1964-1980) ve Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik ve idarecilik yapmıştı. Daha sonra, Karadeniz Teknik Üniversitesi(KTÜ) İİBF’de ve KTÜ Türk Dili Bölümü’nde öğretim görevlisi ve yönetici olarak uzun yıllar çalışmıştı.

Türkçe Öğretmeni olan Rasim Şimşek, 1980 öncesi Türk Dil Kurumu’nda üyelik görevinde bulundu; faydalı çalışmalara ciddi katkıları oldu. “Türkçe Anlatım”, “Örneklerle Türkçe Sözdizimi” gibi eserleri O’nun, kütüphanemdeki hatıraları olarak duruyor. Bu eserler ‘malûmu ilâm’ cinsinden eserler değildi. O; Türkçeye, kompozisyona ve sözdizimine yeni anlamlar, yorumlar ve yaklaşımlar getirerek apayrı bir zenginlik katmıştır. Bunların yanında Rasim Şimşek tarafından hazırlanan “Trabzon Belediye Tarihi”, “Atatürk’ün Trabzon Konuşmaları” adlı eserler de alanında ilk olmaları hasebiyle çok mühim ve özgün eserlerdir.

Merhum Rasim Şimşek’in Kıyı dergisinin dışında Trabzon İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri tarafından çıkarılan Çakıl dergisinde de yazıları yayımlanmıştır.

Bu fani dünyadan sonsuzluğa göçen Rasim Şimşek, ömrünün son dönemlerinde hastalıklardan çok muzdaripti. Yedi yıldan beri doktor kapılarında dolaşıyordu. Kan kanseri hastalığı O’na aman vermiyordu. O zamanlar oğlu Uzman Dr. Ersin Şimşek, Düzce Sağlık Müdürüydü. Doktor oğlunun yanına gitmişti. Orada hastaneye yatmıştı. Fakat gün bitmiş olacak ki tedavilerin hiçbiri işe yaramadı. O, 16 Eylül 2010 Perşembe günü aramızdan ayrıldı. İstanbul’da, Pendik’te toprağa verildi. O şimdi Trabzon’dan çok uzaklarda son uykusunu uyumaktadır. O; geride öğretmenliğini yaptığı binlerce öğrenci, yüzlerce yazı ve birçok kitap bıraktı. O, bu eserleriyle yaşamaya devam edecektir. Allah rahmet eylesin…

TRABZON’UN DEMİRYOLU ÖZLEMİ

M.NİHAT MALKOÇ

Yol medeniyettir. Bir milletin çağdaşlık yolunda hangi noktada olduğu yol ağına bakılarak da belirlenebilir. Kuru laflarla çağdaşlık olmaz. Halil Rıfat Paşa “Gidemediğin yer senin değildir” diyerek yolun önemini ne kadar güzel ve veciz bir biçimde dile getirmiştir.

Son yıllarda Türkiye’de yol konusunda çok büyük adımlar atılmıştır. Türkiye kısa zamanda duble yol ağlarıyla örülmüştür. Bir zamanlar at arabası bile sürülemeyen yollar göz kamaştırıcı duble yollara dönüşmüştür. Bu büyük bir aşama olsa da yeterli değildir. Ülkemiz bu hızla ve bu kararlılıkla giderse birçok yolumuz göz alıcı güzelliğe kavuşacaktır.

Ulaşımda farklı alternatifler üretmeliyiz. Karayollarına takılıp kalmamak lazımdır. İnsan ve yük taşımacılığında alternatif olarak deniz, hava ve demiryollarının da kullanılması, mevcutların modernize edilmesi gerekir. Özellikle demiryolu taşımacılığına önem vermeliyiz.

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk “Demiryolları Türk milletinin refah ve medeniyet yollarıdır” diyerek demiryolu taşımacılığının önemini vurgulamıştır. Öte yandan Onuncu Yıl Marşı’nda “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” denir.

Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, demiryollarına çok önem vermiştir. Atatürk zamanında yabancı şirketlerin elinde bulunan demiryollarını satın almak, devletleştirmek, demiryolları politikasının ilk adımını oluşturmuştur. İkinci adımda ise yeni demiryolları yapmak hedeflenmiştir. Yurdu demiryolu ağlarıyla örmek, bir hükümet politikası olarak, ısrarla ve başarıyla uygulanmıştır. 1929’da 5144 km uzunluğunda olan demiryollarının 2766 km’si devlete, 2378 km’si yabancı şirketlere aitti. Yeni kurulan Genel Müdürlük, bir taraftan yeni demiryolu yaparken, diğer taraftan da yabancı şirketlerin elinde bulunan hatların devletleştirilmesini üstlenmiştir. Cumhuriyetin ilanından 1938 yılı sonuna kadar, oldukça kıt kaynaklarla, her yıl ortalama 200 km, toplamda 3360 km demiryolu yeniden yapılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında demiryolu konusunda alınan bu mesafe çok büyüktür. O hızla demiryolu yapımı sürdürülseydi bugün ülkemizde tren gitmeyen hiçbir yer kalmazdı.

Günümüzde ülkemizin birçok yerini demir ağlarla ne yazık ki öremedik. Demir ağlarla öremediğimiz yurt köşelerinden biri de Türkiye’nin en köklü şehirlerinden biri olan Trabzon’dur. Trabzon’un tren rüyası bir türlü hayra yorulamadı. Tren yollarımız batıda Samsun’da, güneyde Erzurum’da bitmektedir. Trabzon’a trenle gitme arzusu yüreklerde korlaşan bir arzu olarak yıllardan beri durmaktadır. Bugüne kadar gelen siyasetçilerin hiçbiri Trabzon’un ve Trabzonlunun bu hasretini dindiremedi. Tren bir hayal olarak yüreklerde kaldı.

Televizyonlarda bir klasiğe dönüşen “Yaprak Dökümü” adlı dizinin son bölümünde Şevket karakterindeki kişi Trabzon’a gitmek için istasyondan dört tane tren bileti aldı. Dizinin bu bölümünü seyredenler bir an şaşırıp coğrafya bilgilerini tazeleme ihtiyacı duydu. “Trabzon’da demiryolu yok ki Trabzon’a trenle gidilebilsin” düşüncesi zihinlerden geçti.

Trabzon’a tren bir türlü varamadı. Bu, hayalden öteye gidemedi. Trabzon’a bugüne kadar treni getirebilecek bir babayiğit, sözünün eri bir kişi çıkmamıştı. Dizideki bu çelişkili durum yazılı ve görüntülü basında uzun süre konuşuldu, yazıldı. “Acaba senaryoyu yazan, bu durumdan haberdar değil miydi?” diyenler oldu. Böyle bir cehaletin olması mümkün değildi. Zira Trabzon’da demiryolunun olmadığını ilkokulu bitiren bir kişi de rahatlıkla bilebilirdi.

Bu dizi milat olmalı… Trabzon bir an önce demiryolu ağı ile Samsun, Erzurum ve Kars’a bağlanmalıdır. Artık kaybedilecek zaman yok. Bunu Trabzon’a çok görmeyin. Trabzon trene kavuşabilmek için çok bekledi; sabretti, artık sabrın meyvelerini toplamanın zamanı gelmiştir. Zira Doğu Karadeniz’e 86 yıldır 1 metre bile demiryolu yapılmamıştır. Genelde Doğu Karadeniz, özelde Trabzon maalesef trenden mahrum bırakılmıştır. Oysa demiryolu Trabzon’un dünyaya açılan kapısı olacak, ticaret canlanacaktır. Çok şükür ki son zamanlarda Trabzon’a demiryolu yapılması konusunda büyük aşama kat edilerek, proje ihale edilmiştir. Trabzon’un ortasından kara trenin geçeceği günleri büyük bir hasretle bekliyoruz.

TÜRK YURDU DERGİSİ 100 YAŞINDA…

M.NİHAT MALKOÇ

Dergiler, duygu ve düşüncelerin yeşerdiği zihin bahçeleridir. Dergilerin sayfalarında onlarca kalbin atışlarını hissedersiniz. Cemil Meriç’in deyimiyle hür tefekkürün kalesidir dergiler… Bir anlamda yazarlık ve şairlik mektebidirler. Bu mektebin talebeleri okurlardır.

Dergicilik tabir caizse ateşten gömlektir. Bu gömleği giymek cesaret ister. Zira dergicilik sanıldığından daha zor bir iştir. Kitabı bir kişi yazar, okura sunar. Dergi öyle değildir; dergide onlarca şair ve yazar kalem oynatır. Kalem erbabı insanları aynı ortamda bir araya getirmek zahmetli bir iştir. Hem yazarları bir araya getirmekle de iş bitmiyor. Derginin hazırlanması ve okura sunulması apayrı bir süreçtir. Yayınladığınız derginin okura ulaşması, geniş bir okur kitlesinin oluşturulması asıl meseledir. Yoksa hazırladığınız dergiyi kendiniz hazırlar, kendiniz okursunuz. Büyük ideallerle hazırlanan dergilerin istikrar sağlayamadan dergi çöplüğüne gittiğine hepimiz şahidiz. Bu duruma düşmemek için ince eleyip sık dokumalıyız. Adımlarımızı hesaplı atmalıyız; çapımıza göre hareket etmeliyiz.

Dergilerde esas mesele istikrarı sağlamaktır. Fakat ne yazık ki millet olarak bu hususta olumlu bir sicilimizin olduğu söylenemez. ‘Ülkemizde yüz seneden beri çıkan kaç dergi sayabilirsiniz?’ diye sorsak çok fazla isim sayamazsınız. Bu, acı bir gerçek olarak yüzümüze çarpar. Ömrü yüzyıllık dergiler, dünyada olsa da bizde bu daha düne kadar hayaldi. Bizde ömrü yüzyıla ulaşmış dergiler dendiğinde aklımıza hemen Türk Yurdu Dergisi gelir. Zira bu büyük şeref sadece Türk Yurdu’na aittir. Çok şükür ki Türk Yurdu Dergisi 100. yıl şeref sayısını Ocak 2011’de yayınladı. Bu, dergicilik sahasında çok önemli bir yayın gerçeğidir.

Bilindiği üzere Osmanlı Devletinde kültürel Türkçülüğün temelini Türk Derneği isimli kuruluş atmıştır. Türkçülüğün ilk mecmuası da Türk Derneği Mecmuası’dır. Bu dergi ne yazık ki sadece altı sayı çıkabilmiştir. Bu derginin kapanmasından sonra Türk Yurdu Dergisi doğmuştur. Bu dergi, harf inkılâbının yapıldığı 1928 yılına kadar Arap harfleriyle çıkmıştır. Bugün bu derginin son sayısında ‘642. Sayı’yazması dergicilik açısından büyük bir rekordur.

1911’den bu yana Türk Ocakları’nın desteğiyle yayın yapan Türk Yurdu, 100. yaşını anıt sayılarla kutluyor. Türk Yurdu, bu yıl içinde yayınlanacak her sayısını 100. yıl nedeniyle birer anıt sayı olarak çıkaracaktır. Bunlara dergi değil, ‘kitap dergi’ demek daha doğrudur.

Türk Yurdu’nun son dönemdeki künyesinde derginin sahibi olarak Türk Ocakları Basın, Yayın ve Eğitim Hizmetleri İşletmesi adına Galip Tamur’un ismi geçiyor. Genel Yayın Müdürü olarak Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü olarak da Prof. Dr. Necmeddin Sefercioğlu görev yapıyor. Derginin yayın kurulunda “Yrd. Doç. Dr. Bahri Ata, Dr. İbrahim Atabey, Dr. Fahri Atasoy, Yrd. Doç. Dr. Levent Bayraktar, Ömer Bekeç, Prof. Dr. Ali Birinci, Nejat Çoğal, Galip Erdem, Dr. Süleyman Eryiğit, Yücel Hacaloğlu, Doç. Dr. Yunus Koç, Ömer Özcan, Yrd. Doç. Dr. Serdar Sağlam, Yrd. Doç. Dr. Eriman Topbaş, Prof. Dr. Özcan Yeniçeri” gibi isimler yer alıyor. Görüldüğü gibi çok güçlü kalemler bunlar…

Türk Yurdu Dergisi, dergi olmanın ötesinde bir mekteptir. Bu mektepte yetişen vatan sevdalıları, kökü binlerle ifade edilen şanlı Türk tarihinin şerefli evlatları olmuşlar, milletimizin haysiyet mücadelesinde ön saflarda yürümüşlerdir. Onların kalemi şerefidir.

Türk Yurdu Dergisi okumak bir ayrıcalıktır. Bu dergi milletimizin ve memleketimizin tapusu hükmündedir. Bu dergiye her zaman ihtiyacımız vardır. Bu dergi düşerse bu memleket de neşriyat sahasında çok mühim bir kalesini kaybetmiş olur. Gelin dergimize sahip çıkalım.

Bu dergide yazmak büyük bir şereftir. Ben de bu şeref payesini taşıyan bir insan olarak son derece mutlu ve gururluyum. Yüzlerce dergide yazılarım çıkmış olsa da, bu dergilerin dışında, Türk Yurdu’nda yazımın yayınlanmış olması benim için apayrı bir onurdur. Zira bu derginin tek bir davası vardır. O da şanlı ay yıldızlı al bayrağı sonsuza dek gönderde tutmaktır. Yoksa bu dergi yazarlarının hiçbir şahsî çıkarı ve siyasî beklentisi yoktur; olsa da bu hiçbir zaman dergiye yansımaz. Türk Yurdu’na nice 100 yıllar diliyorum…

11 Aralık 2010 Cumartesi

HAKK VE HAKİKAT YOLCUSU ALİ KEMAL SARAN’IN ARDINDAN

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon’da Hizmet gazetesinde haftada üç gün yazı yazan bir insanım. Kolay değil haftada üç yazı çıkarmak… Bazen konu sıkıntısı çektiğimiz de oluyor. Cumartesi sabahı, ‘Önümüzdeki pazartesi günkü köşem için bugün ne yazsam’ diye düşünürken bir yandan da Trabzon haber sitelerini dolaşıyordum. Haber sitelerinin birinde “Trabzonlu Müftü Kaza Kurbanı…” başlıklı bir haberle karşılaştım. Üzerime kaynar suların dökülmesine, canımın iyice sıkılmasına yol açan haberde şu bilgilere yer veriliyordu: “Alınan bilgiye göre, Malatya Valisi Ulvi Saran’ın babası emekli Müftü Ali Kemal Saran(76), İstanbul’da yaya olarak yürüdüğü esnada bir aracın çarpması sonucu hayatını kaybetti. Haseki Hastanesi’ne kaldırılan Saran’ın cenazesinin 11 Aralık Cumartesi günü uçakla Trabzon’a götürüleceği ve burada toprağa verileceği bildirildi…” Bu acı haberi okuduktan sonra dudaklarımdan gayri ihtiyari olarak dökülen ilk cümle ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun- Her nefis ölümü tadacaktır” oldu.

76 yaşında iken İstanbul’da geçirmiş olduğu elim bir trafik kazası sonucu ebediyete intikal eden Ali Kemal Saran, Trabzon için adeta canlı bir tarihti. Bakmayın siz 76 yaşında olduğuna, O’nun yüreği 18 yaşındaki bir gencin yüreği gibi heyecan doluydu. Keza hiç boş durmazdı, daima hareket halindeydi. Canlı, diri ve güçlü bir karaktere sahipti.

Beklenmedik bir zamanda yürekleri acıya boğarak aramızdan ayrılan Ali Kemal Saran, geçen hafta yine İstanbul’da bir trafik kazasında Hakk’a kavuşan emekli müftülerden Ali Şükrü Sula’nın cenazesine katılmak üzere İstanbul’a gitmişti. Merhum Ali Şükrü Sula, yatsı namazına giderken bir minibüsünün çarpmasıyla hayatını kaybetmişti. O’nun cenaze töreninde bulunmak için Trabzon’dan İstanbul’a giden Ali Kemal Saran da ne yazık ki aynı akıbeti yaşayarak aramızdan ayrıldı. Bir hafta içerisinde Trabzonlu iki güzel insan, iki emekli müftü, iki dost Çaykaralı dünya gurbetinden asli yurt olan ahrete göçtü. Kaderin tecellisi işte… Bizim olan yaşadığımız andır. Kimin nerede, nasıl, ne zaman öleceği belli değil…

Ölüm bir hatime değil, aksine bir mukaddimedir bizler için... Yani o bir son değil, ebedi hayatın ilk basamağıdır. Ölümsüzlük ancak ten yükünden kurtulmakla gerçekleşebilir. Durum bu iken, bedenin ağırlığından kurtulup ruhun hafifliğine kavuşanlara niçin üzülürüz?

Ölüm, ölümsüzlüğe kanatlanmaktır aslında… İnsan ancak ölünce ölümsüzlüğü yakalar. Ölüme Mevlana’nın gözüyle bakanlar, onu bir şeb-i arus(düğün gecesi) olarak görürler. Ölüm ki fanilikten bakiliğe çıkan yoldur. O, ruhları fena âleminden beka âlemine çıkaran kutlu bir köprüdür. Vakti gelen, bu kutlu köprüden geçerek selamet sahiline ulaşır. Ulaşılan yerin selamet sahili mi, yoksa ateş mi olduğu yaşadığımız hayatla doğrudan ilgilidir.

Ölümden kaçmak mümkün olmadığına göre ona her daim hazırlıklı yaşamalıyız. Toplumcu şiirin en önemli ismi kabul edilen Nazım Hikmet, bir şiirinde “ibret al, deli gönlüm,/demir sandıkta saklansan bulur seni /ak taş ardında Kara Yılan’ı bulan ölüm.” diyor. Resulullah’ın ‘hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalışınız’ sözünü hayat felsefesi edinmeliyiz. Yunus’un dediği gibi ‘Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil’

Üstad Necip Fazıl Kısakürek ne güzel söylemiş ölüm için: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber.../Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?...” Yüce Allah, kainatı Hazreti Peygamber’in yüzü suyu hürmetine yaratmış… O öldüyse ölüm güzel demektir.

Şair Cemal Süreya, bir şiirinde “ölüyorum tanrım/bu da oldu işte/her ölüm erken ölümdür/biliyorum tanrım/ama ayrıca, aldığın şu hayat fena değildir…/üstü kalsın…” diyordu. Gerçekten de ölen kişinin yaşı kaç olursa olsun “Her ölüm erkendir”. Kişi yaşadığı günü bilir sadece... Geçen günlerin tozlu hatıraları kalır geride. Fakat takdir, bize bu can emanetini teslim eden Allah’a aittir. O verir, o alır ancak… Lütfu da, kahrı da hoştur O’nun…

Ne mutlu bir gül bahçesine girercesine sıcak bir anne kucağı misali ölümün kollarına atılanlara!… N e mutlu ölüm korkusunu ebediyet arzusuyla öldürebilenlere!... Bize bir nefes kadar, şah damarımız kadar yakın olan ölüm; faniliğimizi silip süpürüp bizi ebedileştirecektir.

Trabzon’un güzel simalarından biriydi bir trafik kazasına kurban verdiğimiz Ali Kemal Saran… O’nun hayatından bazı mühim kesitleri sizlere sunmak istiyorum:

“15 Mayıs 1934 yılında Çaykara’nın eski ismiyle Hopşera, yeni adıyla Akdoğan köyünde dünyaya gelen Ali Kemal Saran, bereketli ömrünü Kur’an hizmetine adamıştı. Muhammet ve Havva çiftinin dört çocuğunun üçüncüsüydü. Kamil Yakut Hoca’dan ve Ahmet Hoca’dan Kur’an okumayı öğrendi. Hacı Mahmut Hoca ve Hacı Ahmet Efendi’den hafızlık eğitimi almıştır. İlköğrenimini Çaykara İlkokulu’nda sürdürürken aynı zamanda köyünde hafızlık eğitimine devam etti. 1950 yılında vapurla İstanbul’a bir seyahat yaptı. Burada Kadıköy Osman Ağa Camii İmam-hatibi Hasan Efendi’den kıraat dersleri aldı. Bir yıl sonra Bursa’ya gitti ve bir süre sonra memleketine tekrar geri döndü. O yılın ramazanında Samsun’a giderek mukabele okudu. Orada başta “Büyük Cihat Gazetesi” yazarı Cevat Rifat Atilhan olmak üzere birçok kişiyle tanıştı. Ayrıca şehri ziyarete gelen, Sebilürreşat Dergisi başyazarı Eşref Edip ve Büyük Doğu Dergisi’ni çıkaran şair Necip Fazıl ile görüşme imkânı buldu. 1953’ün ramazanında ise mukabele okumak için Zonguldak’a gitti.

Saran, 1952 yılında Haranikas Medresesi’nde başladığı Arapça ve ilim tedrisatını 1956 yılında tamamlayarak Hacı Hasan Ramız Yavuz Efendi’den icazet aldı. 1957 yılında Diyanet İşleri Teşkilatı’nca açılan müftülük ve vaizlik imtihanını kazandı. 1958 yılında askerlik görevini Amasya ve Sarıkamış’ta ikmal ettikten sonra Konya Cihanbeyli Müftülüğü’ne atanarak meslek hayatına başladı. Zaman zaman Ankara’ya gittiğinde şair-yazar Osman Yüksel Serdengeçti ve Türk Yurdu Dergisi başyazarı Prof. Dr. Osman Turan’la sohbetlerde bulunurdu. 1960 yılında Ankara ve Konya’da Bediüzzaman Said Nursi ile görüştü. 27 Mayıs 1960 Darbesi sırasında izinli olarak memleketi Çaykara’da bulunan Ali Kemal Hoca, daha sonra görev yerine döndüğünde aleyhine başlatılan bir kampanya sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Çankırı’nın Orta ilçesine atandı. Ali Kemal Hoca sırasıyla Çatalzeytin, Bartın, Arsin, Pasinler, Görele, Zara müftülükleri ve Maçka vaizliği görevlerinde bulundu. Bu görevdeyken 12 Eylül 1980 Darbesi’ne de tanık oldu. Üç yıl süren Maçka vaizliği sırasında İlahiyat öğrencilerine Arapça, tefsir ve fıkıh dersleri verdi. Ali Kemal Hoca görev yaptığı yerin ihtiyacına göre cami ve mescitlerin inşası ve tamiratında, mesleki eğitim ve Kur’an kurslarının açılmasında, İmam-Hatip Okullarının yapımında öncülük etti. Ayrıca cemaat ve meşrep farklılığı gözetmeden sohbetlere katıldı, dersler verdi, öğrenciler yetiştirdi.

Saran, resmi görevi esnasında dışarıdan bitirme imtihanlarına girerek ortaokul ve liseyi tamamladı. Din görevlileri Federasyonu’nun yönetiminde birkaç kez görev aldı. 1982 yılında emekli olduktan sonra kısa bir süre tekstil ağırlıklı olarak ticaret faaliyeti yürüttü. Aynı yıl ramazan ayında Ahmet Yaşar Hoca’nın da bulunduğu bir kafileyle karayoluyla umreye gitti. Bağdat ve Basra’yı ziyaret etti. 1984-2002 yılları arasında çeşitli derneklerin davetlisi olarak gittiği Avrupa ülkeleri, ABD ve Kanada’da aralıklı olarak dini hizmetlerde bulundu. Meslek hayatı ve emeklilik dönemi boyunca yürüttüğü ilmi hizmetler, hayır işleri ve dernek çalışmalarıyla sosyal alanda aktif bir biçimde yer almanın yanında çeşitli gazete ve dergilerde makale ve köşe yazıları yayınlandı. Ali Kemal Saran’ın biri telif, ikisi tercüme, biri şiir kitabı olmak üzere yayınlanmış beş eseri bulunmaktadır.”(İz Bırakanlar-Hilal TV)

Trabzon’un gül yüzlü simalarından Ali Kemal Saran; düşünen, düşüncelerini ifade ederek insanlarla paylaşan bir insandı. O’nun, Hakk ve hakikatin emrine amade güçlü bir kalemi vardı. Geçtiğimiz yıllarda “Omuzumda Hemençe/Cumhuriyet Devrinde Bir Medrese Talebesinin Hatıraları” adlı bir hatıra kitabı kaleme almıştı. 450 sayfadan meydana gelen söz konusu kitap 2009 yılında Kurtuba Yayınları’ndan çıkarak okuyucuyla buluşmuştu. Merhum Ali Kemal Ağabey, bahsi geçen kitabının içeriğiyle ilgili olarak şöyle diyordu. “Burada yer alan hatıralar, kendimi bilebildiğim erken çocukluk dönemimden başlayarak yakın zamana kadar uzanan yaklaşık 70 yıllık bir ömrü kapsıyor. Bu uzun zaman dilimi içinde, çocukluğumun sisler içinde kalan sibyan mektebinden ve medrese talebeliğinden başlayarak, Anadolu’nun birçok yerinde yürüttüğüm müftülük görevlerine ve uzun süren emeklilik dönemimde yaşadığım cemiyetçilik tecrübelerine kadar, acı tatlı pek çok yaşanmış olay var.”

Merhum Ali Kemal Saran, güler yüzlü, hoş sohbetli bir insandı. Elinden geldiğince herkese yardım eder, düşkünlerin elinden tutup onları kaldırırdı. O, 76 yıllık ömrüne nice hayır ve hasenat sığdırdı. Şimdi ondan geriye puslu hatıralar kaldı. Hayat böyledir işte…

Bundan bir ay evvel Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nde Trabzon’un fetih yıldönümüyle ilgili bir “Fetih Sohbeti” programı gerçekleştirilmişti. Trabzonlu araştırmacı- yazarlar Mustafa Yazıcı ile Hüseyin Albayrak, Trabzon’un fethini konuşmuşlardı. Öğle saatlerinde gerçekleştirilen bu programı takip edenler arasında ben de vardım. Program çıkışında değerli insan Muhammet Yavruoğlu’yu gördüm. Yanında da Ali Kemal Saran Ağabeyimiz vardı. Ayaküstü konuştuk bir süre… Sonra söz dönüp dolaştı gazeteci dostumuz Nevzat Yılmaz’a geldi. Bir trafik kazasına karışan dostumuz Nevzat Yılmaz, Bahçecik Cezaevi’nde tutuklu bulunuyordu. Kısa sohbetimizde bu ortak dostumuzu ziyaret etme kararı aldık. Fakat bunun için savcılıktan izin almak gerekiyordu. Ortahisar’dan Adliye Sarayı’na kadar ben, Muhammet Yavruoğlu ve dost insan Ali Kemal Saran Ağabey yürüdük. Ali Kemal Ağabey bir ay önce Ahi Evren Kalp ve Damar Hastalıkları Hastanesi’nde önemli bir kalp ameliyatı geçirmişti. Onun için elimizden geldiğince yavaş yürümeye çalışıyorduk.

Yol boyunca hem yürüyor, hem de sohbet ediyorduk. Ali Kemal Ağabey’in olduğu ortamda sohbet malzemesi bulma sorunu olmazdı. Öyle hoş sohbetlere daldık ki yolun nasıl bittiğini anlamadık. Adalet Sarayı’na girip cezaeviyle ilgilenen savcının odasına vardık. Savcıyla tanıştık, isteğimizi ilettik kendisine. Bilindiği gibi Ali Kemal Saran Ağabey, Malatya’nın şimdiki valisi Doç. Dr. Ulvi Saran’ın babasıdır. Muhammet Yavruoğlu Bey, Ali Kemal Ağabey’i savcıyla tanıştırırken “Malatya Valisi’nin babası…” deyince Saran “Buna gerek yok, niye söyledin ki…” şeklinde serzenişte bulundu. Çünkü Ali Kemal Saran Ağabey kendini ön plana çıkarmayan, hoş tabiatlı, adeta bir toprak kadar mütevazı bir insandı.

Savcıdan izin aldıktan sonra, Bahçecik Cezaevi’ne gitmek üzere dışarı çıktık. Muhammet Yavruoğlu Bey’in amcası, karikatürist ve yazar Harun Yavruoğlu’nun babası hastanede yoğun bakımdaydı. Muhammet Bey öncelikle oraya gitmesi gerektiğini söyledi. Biz de onunla gidecektik ama bir ay önce çok ağır bir kalp ameliyatı geçirdiği için henüz nekahet döneminde olan Ali Kemal Saran Ağabey’i yormak istemedik. Bir saat sonra Atapark’ta buluşmak üzere Muhammet Bey’i hastaneye gönderdik. Ali Kemal Saran Ağabey’le Atapark’a doğru yürürken Hamza Paşa Camii’nin önünden geçiyorduk. İkindi namazını kılmamıştık henüz… Onu hatırlattım Ali Kemal Ağabey’e… O da kılmamıştı ikindi namazını… Camiye vardık. İkindi namazını orada cemaatle eda ettik. Cami çıkışında hemen bitişikteki mezarlıktaki ölülerin ruhuna Fatiha okuduk. Oradan yürüyerek Atapark’a geçtik.

Saran Ağabey bir ay önce ağır bir kalp ameliyatı geçirdiği için sendeleyerek yürüyordu. Fakat bunu mesele etmiyor, benden daha hızlı gidiyordu. Atapark’ta bir markete uğradık. Ali Kemal Ağabey oradan, ziyaret edeceğimiz arkadaşa götürmek üzere muz aldı. Epey yürüdüğümüz için yorulmuş, terlemişti. Su aldı, bana da bir şeyler almak istedi. Ben de bir soda içebileceğimi söyledim. Bana bir soda ısmarladı. Aldığı muzlardan birini ikiye böldü; yarısını bana verdi, yarısını kendisi yedi. O, paylaşmayı seven, çok cömert bir insandı.

Muhammet Yavruoğlu’yla Atapark’ta buluştuk. Fakat Bahçecik’e gidecek araba bulmakta zorlandık. Ali Kemal Saran Ağabey “Ben bir taksi tutayım, ücreti ne ise ben veririm” dedi. Kendisine buna gerek olmadığını, minibüsle gidebileceğimizi söyledik. Bir müddet sonra da minibüs geldi. Ali Kemal Saran Ağabey’le Yavruoğlu minibüsün önünde oturdu. Minibüs parasını da kendileri verdi. Nihayet Bahçecik Cezaevi’ne vardık. Sıkı bir aramadan sonra ortak dostumuz Nevzat Bey’i ziyaret ettik. Yarım saatlik ziyaretten sonra geri döndük. Ben Bahçecik’ten yürüyerekYenicuma’ya geçtim. O yüzden tekrar görüşmek üzere orada birbirimizle vedalaştık. Fakat bu benim Ali Kemal Saran Ağabey’le son görüşmem oldu. Trabzon’un en renkli simalarından biriydi. O’nu çok özleyeceğiz. Allah rahmet eylesin.

23 Ağustos 2009 Pazar

İSTİKLAL CADDESİ’NDE DÜŞLERİN SICAĞINDA…

M.NİHAT MALKOÇ

Sımsıcak bir temmuz akşamında Şişli’den Taksim’e inerken düşlerin ve düşüncelerin sıcağında kavruluyorum. Etrafımda mahşeri bir kalabalık akıyor kaldırımlardan. Herkesin düşleri gökkuşağı misali başka başka… Kimi evlendireceği çocuğunun çeyizlerini tamamla(yama)manın, kimi kredi kartı borcunun, kimi ay sonunu getirebilmenin hesabı içerisinde dalgın dalgın yürümekte. O dalgınlık içerisinde burnunun ucunu bile göremiyorlar. İstanbul’un doyumsuz güzelliğini doyasıya seyredemiyorlar. İnsanlar binlerle ifade edilse de muhabbetten dem vuranların sayısı bir elin parmakları sayısına bile ulaşabilmiş değil.

Şişli’den Taksim’e inen yolda bir abide gibi yükselen Harbiye Orduevi’ni temaşa ediyorum. Bir zamanlar(sene 1994) burada asker kıyafetiyle az tavşankanı çay içmedik. Zira askerliğimi Küçükyalı’daki Kenan Evren Kışlası’nda Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda önce asteğmen, dört ay da teğmen rütbesiyle yapmıştım. Orduevine uğrardık çoğu zaman. Müzeyi gezince bir başka gururlanırdım. Şimdi terhis olup yabancı düştük bu güzel mekânlara.

Taksim Meydanı bugün de her zamanki gibi kalabalık, hani derler ya iğne atsan yere düşmez… İşte öyle… Herkes bir yerlere koşturuyor. Hava sıcak, temmuz sıcağı vatandaşın ensesinde boza pişiriyor. Fakat bu durum meydanın kalabalığından bir şey eksiltmiyor.

Taksim’den aşağı inerken köşede tavuk dürüm yiyip açlığımı yatıştırıyorum. İnsan gezdikçe acıkıyor zira… Biraz aşağıda İstiklal Caddesi kendine davet ediyor insanları. Ben de bu güzel davete icabet edip kendimi İstiklal Caddesi’nin kollarında buluyorum. İstiklal’den insan denizi akıyor sanki. Genç yaşlı, kadın erkek, yerli turist demeden herkes İstiklal’in kucağına atmış kendini. İkindi vakti geçmek üzereyken kendimi o bölgedeki tek cami olan ve beni her gidişimde hüzünlendiren Ağa Camii’nde buluyorum. Beyoğlu’daki bu küçük, şirin mabedi 1596’da Hüseyin Ağa yapmış. İyi ki böyle bir ibadethane yapılmış, yoksa insanlar namazlarını kılacak yer bulamazdı bu kalabalık caddede. Bu camide bir zamanlar Abdülhakim Arvasî Hazretleri de imamlık ve vaizlik yapmıştır. Necip Fazıl onun buradaki vaazlarına iştirak ederek 33 yaşından sonra hidayete erişerek Hakk’ı bulmuştur. Koskoca Beyoğlu’da, bu kalabalık nüfusun aktığı bölgede başka bir cami yok. İşte bu demlerde Nazım Hikmet’in çok sevdiğim bir şiiri olan Ağa Camii’nden şu dizeler düşüyor muhayyileme:

“Havsalam almıyordu bu hazin hâli önceÂh, ey zavallı cami, seni böyle görünceDertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;Allah’ımın ismini daha çok candan andım.Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!...”

İkindi namazını Ağa Camii’nde eda ettikten sonra kendimi yine Beyoğlu’nun bize çok yabancı kucağına bırakıyorum. İstiklal Caddesi’nin dili bana biraz yabancı geliyor. Fakat bir hoşgörü mekânı olarak gördüğüm İstiklal Caddesi’ni bir başka seviyorum. Zira bu cadde üzerinde cami, kilise ve sinagoglar sırt sırta vererek inanç yelpazesi oluşturuyorlar.

Biraz aşağıya inince her köşe başında halktan bir grubun açık hava resitali verdiğini görüyoruz. Yani İstiklal’de herkes kendi meziyetlerini mevcut kalabalığa gösteriyor. Fena da çalıp söylemiyorlar. Dinleyenler grubun önündeki şapkaya gönlünden kopanı atıyorlar.

Caddenin orta kısmında Mısır Apartmanı yükseliyor. Bu binanın önünden geçerken İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif geçiyor aklımdan. Zira millî şair burada vermiş son nefesini.

Eskilerin Cadde-i Kebir(Büyük Cadde) olarak adlandırdığı İstiklal Caddesi hayatın ta kendisi… İstanbul’un özeti gibidir bu büyük ve görkemli cadde… Her türden insan vardır burada. Hacısı hocası, yankesicisi, uyuşturucusu, sanatkârı, sahtekârı… Hepsi ama hepsi…

İstiklal Caddesi’ni anlatırken nostaljik tramvaydan bahsetmemek olur mu? Zira o da bu caddenin sembolleri arasındaki yerini almıştır. Ya caddeyi ortadan ikiye bölen Galatasaray Lisesi’ni… İstiklal Caddesi’ni anlatmak kolay mı? Onu yaşamak lazım yüreklerde...