18 Şubat 2009 Çarşamba

Gazanfer Özcan'ın Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Siyah beyaz filmlerden bugünlere kadar yüzlerce filmde ve dizide rol alan Türk tiyatrosunun usta oyuncusu Gazanfer Özcan sessiz sedasız ayrıldı aramızdan. Dizilerin bugünkü gibi ayağa düşmediği zamanlarda ‘Kuruntu Ailesi’nin Hüsnü Kuruntu’su, hepimizin severek izlediği bir başrol oyuncusuydu. O, son yıllarda “Avrupa Yakası”nda ‘Tahsin Bey’ rolünde diziye renk katıyordu. Yaptığı esprilerle izleyenleri gülmekten kırıp geçiriyordu.

27 Ocak 1931’de İstanbul’da doğan Gazanfer Özcan’ın kalbi 17 Şubat 2009 tarihinde durdu. İlkokulu İstanbul’da Cihangir Firuzağa İlkokulu’nda, ortaokulu Beyoğlu Ortaokulu’nda, liseyi ise Vefa Lisesi’nde okuyan Gazanfer Özcan, tiyatroyla lise yıllarında tanışmıştı. Vefa Lisesi’nde “Hisse-i Şayia” adlı bir oyunda oynamıştı. Bu oyunda “Bican Efendi” rolüyle tiyatroya ‘merhaba’ diyen Gazanfer Özcan, Avrupa Yakası’ndaki “Tahsin Bey” rolüyle uzun yıllar süren tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğuna son noktayı koydu.

Merhum Gazanfer Özcan uzun süre ara verdiği sinema oyunculuğuna 2000 yılında “Komiser Şekspir” adlı sinema filmiyle tekrar dönmüştü. O, ilerleyen yaşına rağmen oyunculuktan hiç kopmadı. Ömrünün son demine kadar sahnelerin ve setlerin tozunu yuttu. 78 yaşındaki bir oyuncunun hiç bıkmadan kamera karşısına geçmesi ender rastlanan durumlardandır. O, bu işi çok sevdiği için tiyatrosuz ve sinemasız yapamıyordu. Ekranlar ona hayat veriyordu. Tiyatroda seyircinin alkışları onun ruhunun gıdasıydı, ondan besleniyordu.

Bizler Gazanfer Özcan’ın filmleriyle, dizileriyle, tiyatrolarıyla büyüdük. O bizim ailemizden biriydi sanki. Yanımızda ve çok yakınımızdaydı. Onun babacan tavırları ve komiklikleri gözlerimizin önünden gitmiyor bir türlü. Gönül soframızda ona her zaman yer vardı. Genellikle “Baba” rolünde oynardı dizlerde. Güldürürken ciddi mesajlar da verirdi.

Merhum Gazanfer Özcan’ın oynadığı tiyatrolar, filmler ve diziler büyük bir yekûn teşkil etmektedir. O bir sanat işçisiydi. Büyük bir vakarla ve ciddiyetle işini yapıyordu. Gazanfer Özcan’ın oynadığı filmler arasında şunları sayabiliriz: “İngiliz Kemal, Lawrence’e Karşı (1952), Çeto Salak Milyoner (1953), Fındıkçı Gelin (1954), Aramızda Yaşayamazsın (1954), Şimal Yıldızı (1954), Allı Yemeni (1958), Sevdalı Gelin (1959), Garipler Sokağı (1959), Biz İnsan Değil Miyiz (1961), İki Damla Gözyaşı (1961), Utanmaz Adam (1961), Naciye’m (1961), Minnoş (1961), Yedi Günlük Aşk (1961), Külkedisi (1961), Damat Beyefendi (1962), Şaka Yapma (1962), Avare Şoför (1963), Vur Patlasın Çal Oynasın (1970), Çılgın Yenge (1971), Televizyon Çocuğu (1975), Tokmak Nuri (1975), Ah Nerede Vah Nerede (1975), Dam Üstüne Çul Serelim (1975), Burnumu Keser Misiniz? (1992), Komiser Şekspir (2000), Keloğlan Kara Prens’e Karşı (2005), Beyaz Melek (2007)”…

1962’de kendisi gibi oyuncu olan Gönül Ülkü’yle evlenen Gazanfer Özcan, ilk iş olarak “Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu”nu kurmuştu. Bu tiyatroyu büyük bir fedakârlıkla ve özenle bir çocuk gibi büyüterek bugünlere getirmişti.

Hayatını tiyatro ve sinemaya adayan Gazanfer Özcan, büyük küçük herkes tarafından seviliyordu. 1998 yılında kendisine “Devlet Sanatçısı” unvanı verilmişti. Bu yerinde bir karardı. Marifet iltifata tabiydi. O da iltifat görmüş, bu onun enerjisini daha da artırmıştı.

Sahne hayatının altmış yılını geride bırakan Gazanfer Özcan, tiyatroyu ve genel anlamda oyunculuğu bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. O, Türk tiyatrosunun duayenlerindendi. Komedi oynarken bile iş disiplinini ve ciddiyetini korurdu. Çünkü seyirciye büyük saygısı vardı. Yaptığı işin hakkını fazlasıyla veriyordu. Rolünü yaşayarak oynuyordu.

Gazanfer Özcan, nesi varsa tiyatro uğrunda harcamıştı. Mazbut bir hayat yaşamıştı. Paranın ve zenginliğin peşinde değil, sanatın peşinde koşmuştu. O şimdi aramızdan ayrıldı; tabir caizse perdeyi kapattı. Fakat arkasında beş yüz bin lira borç bıraktı. Fakat bu borç; kumar borcu değil, sanata yapılan yatırımın vergi borcu; tiyatrosunun ödeyemediği vergi borcu… Büyük oyuncuya Allah rahmet eylesin. Filmleri yayınlandıkça o hep hatırlanacak…

Bahtiyar Vahabzade’nin Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Türk dünyası edebiyat çınarının yaprakları bir bir dökülüyor. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’dan sonra Türk dünyasının medar-ı iftiharı Bahtiyar Vahabzade de göçtü dünyadan. O, Azerbaycan’ın özgürlük timsaliydi. Şairdi, yazardı, düşünürdü, siyasetçiydi. O, Türkçenin yaşayan en büyük şairiydi. Onu Türkiye çok iyi tanıyor ve derin bir muhabbetle seviyordu. Azerbaycan’ın hürriyet mücadelesine öncülük eden isimlerin başında geliyordu. Bundan dolayı ülkesinde istiklal nişanıyla ödüllendirilmişti. Azerbaycan’da ‘Halk Şairi’ unvanıyla anılıyordu. O, Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının ses bayrağıydı. Ona dair sevgimi ve ölümünden duyduğum tarifsiz üzüntümü kalemime mürekkep yapıp mısralara gömdüm:

“Şeki’de doğan güneş Bakü ufkunda battı
Bahtiyar yürekleri bu son beste kanattı

İnsanlığa duyurdu vicdanların sesini
Terennüm eylemekte sonsuzluk bestesini

Özgürlük savaşında saçlarına ak düştü
Masmavi gökler mahzun çınardan yaprak düştü

Göçtü dar-ı bekaya Bahtiyar Vahabzade
Söz mülkünden hazine miras bıraktı bize

Azık ettik yüreğe gamı, kederi, yası
Şiirin sultanına ağlasın Türk dünyası

Böyle mümtaz şahsiyet dünyaya gelir ender
Nadirdi çağımızda onun gibi kalender

Seksen dört yıl boyunca diri yaşadı diri
Bir ayağı geçmişte, gelecekteydi biri

Yolculuğa çıkarken ardında koydu hüzün
Vakitsiz battı güneş, gök karardı gündüzün

Asrın Dede Korkut’u binerken tahta ata
Aldanmadı dünyaya, son verdi saltanata

İndirdi omuzundan ömrün ağır yükünü
Köprü kurdu maziye unutmadı kökünü”

Vahabzade için ne yazılsa, ne denilse azdır. Onun destanlaşan mücadelesini, engin ruhunu sınırlı kelimelerle anlatmak kabil değildir. O, Türk dünyasının bülbülüydü. Karabağ’ın yanık sesiydi. Ömrü boyunca gülün peşinde koştu, şakıdı durdu. Onun çağlayanlar misali şiir olup akan yüreği artık pırpır etmiyor. Bu yüzden Türk dünyası mahzun… O, yeri gelince bir kartal, yeri gelince bir barış güvercini oldu. Öfkesini ve sevgisini hiçbir zaman içine hapsetmedi. Onun şiir bahçesi son nefesine dek kurumadı. En nadide söz çiçekleri bu bahçede açtı. Bu çiçeklerin kokusu Azerbaycan’dan Türkiye’ye kadar yayıldı. Türk milletine aşk derecesinde bağlı olan bu aksakalın söz vadisinde bıraktığı boşluğu doldurabilecek kimseler yoktur sanırım. Bizler onun evlatları olarak mahzunuz, yaralıyız. Takdir-i ilâhinin tecellisi olarak âlim sonsuz âleme rücu eyledi. Allah rahmet eylesin. Güle güle büyük Usta, güle güle!

11 Şubat 2009 Çarşamba

Gümüşhane’nin Saklı Güzellikleri

M.NİHAT MALKOÇ

Gümüşhane, Kuşakkaya’nın eteklerinde kurulmuş, Harşit Çayı’yla ikiye ayrılmış, dağların koynunda uyuyan nazenin bir güzeldir. Burada tarih ve doğal güzellikler bambaşka bir sentez oluşturur. Bu güzel şehir Tarihî İpek Yolu güzergâhı üzerindedir. Adını çok zengin gümüş madeni yataklarından almaktadır. Fakat burada gümüşün yanında altın gibi başka kıymetli madenler de bol miktarda vardır. Doğuda Bayburt, batıda Giresun, kuzeyde Trabzon ve güneyde Erzincan ile komşu olan bu şirin şehir, düşlerinde 1210 metre yüksekten bakmaktadır masmavi denizlere. Denizden uzak düştüğü için dağlarla söyleşmektedir gece gündüz… Harşit’in kulağına fısıldamaktadır dertlerini. Berrak sularıyla, yemyeşil vadisiyle, güler yüzlü, vatansever insanıyla aydınlık yarınlara yol almaktadır düşmanları çatlatırcasına.

Kelkit, Kürtün, Köse, Şiran ve Torul; Gümüşhane’nin aziz evlatlarıdır. Yemyeşil bir vadinin koynunda uyuyan bu şehir, aynı kaderi paylaşır evlatlarıyla. Bizanslılar tarafından kurulan Kelkit, Gümüşhane’nin ilçelerinin en büyüğü olduğu için abi rolündedir şüphesiz... Kürtün; Harşit Çayı kenarında, dağların ve ormanların içerisinde bakir bir görünüme sahiptir. Buraya ‘orman denizi’ diyenler hiç de haksız değildir kanımca. Zira burada ormanlar bütün haşmetiyle ve alımlı güzelliğiyle karşılar sizi. Köse’nin evelek dolması, kelem dolması, siron, fıt fıt haşılı ve pirinçli börek gibi yemekleri damağınızda doyumsuz izler bırakır. Tomara Şelalesi, Şiran’ın güneybatısındaki Seydi Baba Köyü’nde karşılar sizi. Kayaların arasından, tepe yamacından ve yer altından çıkan köpüklü sular bambaşka bir görüntü oluşturmakta, güzel bir fon teşkil ederek gözleri kamaştırmaktadır. Bembeyaz bulutlarla köpüklü sular saflığın aynasından yansımaktadır. Harşit Çayı etrafında kurulan Torul, Karaca Mağarası’yla, Zigana Dağı’yla, Limni Gölü’yle, Yedi Göller’iyle, tarihi köprüleriyle keşfedilmeyi bekliyor.

Gümüşhane, Türkiye’nin en çok göç veren şehirlerinin başında gelmektedir. Bu topraklarda rızkını temin edemeyenler, kendilerini büyük şehirlere atarak orada ekmek kavgası vermektedirler. Gümüşhane, Türkiye’nin büyükşehirlerine çok uzakta bir yerde yer almaktadır. İstanbul’a uzaklığı 1108, Ankara’ya 788, İzmir’e 1368, Bursa’ya 1118 km’dir. Yani gurbetçiler memleketlerinden çok uzaklarda sıla hasretiyle yanıp tutuşmakta, fakat mevcut şartlar bu ayrılığı zorunlu kılmaktadır. Şehrin nüfusu her geçen gün azalmaktadır.

Gümüşhane’nin en yakın komşularından biri Trabzon’dur. Trabzon’da da çok sayıda Gümüşhaneli vardır. Gümüşhane’nin Trabzon’la diyaloğu diğer şehirlerden çok daha fazladır. Bu iki şehrin birbirine uzaklığı 100 kilometre civarındadır. Gümüşhane’yle Trabzon arasında hemen her saat başı ulaşım imkânı vardır. Bu durum, ilişkileri sıcak tutmaktadır. Öte yandan Trabzonlular kendi şehirlerinin dışında çalışma mecburiyetinde kaldıklarında Gümüşhane’yi tercih etmektedirler. Gümüşhane-Trabzon dostluğu her geçen gün daha da pekişmektedir.

Gümüşhane’nin saklı güzellileri misafirlerini bekliyor. Başta Karaca Mağarası olmak üzere Santa Harabeleri, Süleymaniye(Eski Gümüşhane), Gümüşhane Konakları, Örümcek Ormanları, Satala Antik Kenti, Zigana Turizm Merkezi, Meryemana Kilisesi, Canca Kalesi, Kov Kalesi, Akçakale, Keçikalesi, Satala Kalesi, Gümüştuğ Kalesi, Torul Kalesi, Daldaban Çeşmesi, Gümüşhane Köprüsü, Tomara Şelalesi, Limni Gölü, Artabel Tabiat Parkı ve Sarıçiçek Köy Odaları ziyaretçilerini güler yüzle ve heyecanla beklemektedir şimdilerde...

Gümüşhane’nin lezzetleri de baş döndürücüdür. Gümüşhane’de Fırın Erişte, Mantı Çorbası, Gavut Çorbası, Lemis, Fasulye Bulgurlusu, Siron önemli yemeklerdendir. Gümüşhane’nin bahse değer yerlerinden biri de sağlık dağıtan ve göz zevkimizi okşayan, birbirinden güzel yaylalarıdır. Yaz gelince herkes bu yaylalara göçerek kışın acısını doyasıya çıkarır. Gümüşhane’nin en yüksek noktası ise Abdal Musa Tepesi’dir. Buranın rakımı 3331 metredir. Burada ayağınızın yerden kesildiğini, başınızın bulutlara değdiğini hissedersiniz.

Bir okullar şehri olan Gümüşhane artık üniversitesine de kavuştu. İşsizliğe çare bulunabilse, yeni istihdam alanları açılabilse gurbetçiler sılaya dönmek için can atmaktadır.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Kansere Gülümsemek Yahut Sibel Kalaycı’nın Ardından...

M.NİHAT MALKOÇ

Kanser, çağımızın kâbusu olmaya devam ediyor. Son yıllarda özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gerçekleşen kanser kaynaklı ölümler bütün dikkatleri Çernobil kazasına yöneltiyor. Zira bugüne kadar nice insan kansere kurban gitti bu bölgede. Kazım Koyuncu, Erkan Ocaklı ve Osman Yağmurdereli gibi kamuoyunun yakından tanıdığı isimler kanserden dolayı hayatlarını kaybettiler. Devlet yetkilileri aksini söylese de, Çernobil can almaya devam ediyor. Kanserin son kurbanı, sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele eden ve her şeye rağmen kansere gülümseyen gazeteci Sibel Kalaycı oldu. Kanser, geleceğin düşlerini gören değerli bir kardeşimizi daha aramızdan ayırdı. Kalem tutan eller kara toprağa değdi.

Gazeteci Sibel Kalaycı 34 yaşında hayat dolu bir kızdı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirmişti. Geleceğe yönelik hayalleri vardı. Sibel Kalaycı bundan sekiz yıl evvel meme kanserine yakalanmıştı. Sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele ediyordu. Fakat ne yazık ki o da kansere karşı verdiği büyük mücadeleyi kaybetti. Kansere karşı mücadelede Türkiye’nin sembolü olan Kalaycı, bu hastalığın pençesine düşenlere moral veriyordu hep... Çektiği onca sıkıntıya rağmen hayata dört elle sarılıyor, adeta kansere gülümsüyordu. “Kansere gülümsemek” ifadesi ona aitti. Bu isimde bir de kitap kaleme almıştı. Bunun yanında “Sibel’in Günlüğü” ve “Hüzün Mevsiminde Aşk” isimli iki kitabı daha yayımlandı.

Sibel Kalaycı, kanserli hastaların dili ve eliydi. Onun aldığı her nefes kanser hastaları için bir umut ve moral kaynağıydı. Kanserle ilgili yaşadıklarını sıcağı sıcağına kader arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Hastalığı boyunca yazı yazmaya devam etti. Gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini anlattı gazetelerde ve internet ortamında. Sarı basın kartı sahibi olan Kalaycı, Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesiydi.

Merhum Sibel Kalaycı, çevresi tarafından daima çok sevildi. O, en korkunç hastalık olan kanserle alay edecek kadar cesur ve nüktedandı. Çektiği acılara rağmen çevresine sürekli pozitif enerji saçıyordu. Bir kısım endişeleri olsa da hastalığını yeneceğine inanıyordu; daha doğrusu inanmak istiyordu. Zira yaşanacak güzel günlerin hayali onu hayata bağlıyordu.

Kanser herkesin korkulu rüyası, daha doğrusu kâbusu… Bir yerimiz ağrıyınca hep o kötü hastalık geçiyor zihnimizden. “Acaba” sözcüğüyle başlıyor bütün cümleler… Sibel Kalaycı da ilk günlerde bu duyguları yaşadı belki… Fakat Sibel, kanserle barışık yaşamasını bildi. Suratını asmadı hiç; ziyaretçilerini güler yüzle karşıladı ve uğurladı. Yaşama sarıldı. O, son yazısında, adından bile ürkülen hastalığıyla alay ediyor: “Hani, tümörlerim sanki Everest Tepesi ile yarışa girişmişler gibi, büyümüşler de büyümüşler, büyümüşler de büyümüşlerdi ya. Gerçi büyümelerine lafım yok ama hiç olmazsa çevre organlara zarar vermesinler değil mi? Ya da madem zarar veriyorlar, bir tabela assınlar: “İç organlara verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz. “Yok, ama illa kabalık yapacak edepsiz tümörlerim.” Acı ve gülümseme…

Sibel Kalaycı son nefesini verene kadar büyük zorluklara göğüs gerdi. Dostlarının ve yakın çevresinin ilgisi onu ayakta tuttu, sevgiyi koltuk değneği yaptı kendisine. Bir yazısında ölüm meleğini gördüğünü söyleyerek onu da ti’ye alıyordu: “Yakınlarda, güç bela uykuya dalabildiğim gecelerden birinde kâbusumda gördüm ölüm meleğini… Azrail pek bir feci öfkeliydi. Sanki ‘-Yeter artık, seni almak için kaç kez onca yolu tepiyorum, her defasında, biraz daha zaman istiyorsun, bıktım artık senden’ der gibi… Korkuyorum, hemen lambayı açmak için ayağa kalkıyorum ki, beni fırlatıp yatağıma fırlatıyor. Yeniden lambayı açmaya yöneliyorum. İzin vermiyor. Yine dua ediyorum: -Allah’ım, biraz daha yaşamam için bana izin ver, diyorum. Azrail ortadan kayboluyor. Kalkıp lambayı yakıyorum. Ohh be, dünya varmış… Tamam, Azrail de bir melek ama ölüm meleği sonuçta, üstelik de çok öfkeli…”

Kaderden kaçılmıyor işte... O da alınyazısından kaçamadı. Türkiye onun gülen yüzünü hiç unutmayacak. O, en zor zamanlarında kaleme aldığı umut kitaplarıyla hep bilinecek ve hatırlanacak. Keşke yaşasaydı ve yazılarıyla ışık olsaydı karanlıklara. Allah rahmet eylesin.

8 Şubat 2009 Pazar

Gül Kokulu Memleketim, Sana Hasretim...

M.NİHAT MALKOÇ

Şehirler insanlığın ortak hafızasıdır şüphesiz. Doğulan şehirler olduğu gibi, doyulan şehirler de vardır. Doyulan şehir hiçbir zaman doğulan şehrin yerini tutmasa da orada yaşamaya mecbur hissederiz kendimizi. Hayatın kelepçeleri bizi bu şehre bağlar sıkıca. Fakat gönüllerde boy veren hasrete kim engel olabilir ki!... Bizi doğduğumuz kentlerden hangi güç koparabilir ki!... Doyulan şehirle doğulan şehir arasında uzar gider yürekleri yaralayan, hayalleri paralayan bu bitimsiz keşmekeş… “Sıla burcu burcu, ille ocağım” dizesi yankılanır gönül duvarlarında. Sual zincirini uzatsak da cevap alamayız asık suratlı duvarlardan… İçimizi kemiren kaygılar ve hasret yüklü sorular beklenen karşılığı bulamaz hiçbir zaman…

Trabzon’un Köprübaşı ilçesi de doyulan olmasa da, doğulan şehirdir bizim için… Burada gözlerini dünyaya açanlar belli bir zaman sonra gurbette bulurlar kendilerini. Yaban ellere düşen gönülleri yas bürür bundan sonra. Sürgün duygular kurşun gibi çöker belleğe. Hasret ateşi yürekleri küle döndürür. Hırçın dağlar yol vermez yurdundan uzaktakilere.

Köprübaşı bahtımın yıldızı… Namusum, şerefim ve haysiyetim, benim güzel memleketim… Kavgalarımın, sevdalarımın, düşlerimin, emeklerimin şahidi… Şimdi çok uzaklarda bağrına hasret hançeri saplanmış bir çaresizim. Sensin dertlerimin ilacı, gönül yarama merhemsin. Umutlarım kırık, paramparça… Şimdi irtifa kaybeden bir tayyare misali masmavi göklerinde süzülüyorum yalnız başına. Kalbimin kuytusuna saklanıyor sana dair hayaller ve hatıralar… Düşe kalka büyümüşüm bereketli topraklarında. Nasırlarım ancak kabuk tutmuş. Şimdi senin hayalin düşer yüreğimin kuytularına. Sesim yankılanır badanası dökülmüş duvarlarda, sen olurum her gece yarılarında. Gel gör ki yaralı kalbim kurtulamıyor hasret ve elem kelepçesinden. Umutlarım Kaf dağının ardında. Şimdi titreyen dudaklarımda hep aynı nakarat tekrarlanıyor: “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm, nerdesin be gülüm!…”

Sürmene, Araklı ve Çaykara ilçeleri arasında sıkışıp kalmıştır Köprübaşı… Manahoz deresi boyunca uzar gider bahtı karalı, gönlü yaralı bu şehir… Köprübaşı, “Göneşera” diye de bilinir eskiler tarafından. Dokuz mahallesi ve dört köyü olan ilçenin merkezde 200 olan rakımı köylere çıkıldıkça binli rakamlara ulaşır. Kacalak dağı Güneşli’nin tepesinde görkemli bir anıt gibi yükselir. Köprübaşı’nın en yüksek yeri 2742 rakımlı Madur dağıdır. Soğuksu, Ebeler, Küçük Kangal, Harman, Ağaçbaşı, Yangın, Vizera, Mincena, Sulak, Köşk, Taşlı ve İsmail Ağa Yaylaları sağlık dağıtır misafirlerine. Yeşilin kırk tonu burada gülümser size.

Ah memleketim!... Şimdi dağlarında düşlerim kadar beyaz kar salkımları vardır. Yaz akşamlarının sıcaklığı sinmiştir gönlün yamaçlarına. Avulot’ta el ayak çekilmiştir besbelli. Köylere inmiştir yaylacılar… Köşk yaylası uzun sürecek ayrılığın hüznüyle hasret nöbetine durmuştur. Viran evlere sinmiştir yaz boyunca yaşanan doyumsuz hatıralar… Yayla kokuşlu güzeller artık tutmuştur köy yolunu… Can yangınları ten yangınlarına karışmıştır. Yanık yüzlü analar yeni yayla mevsimine kadar köylere akın etmişlerdir. Madur dağına çoktan yağmıştır kar… Dağ bağrını açmıştır fırına ve tipiye; rüzgârlar şişirmiştir gönül yelkenlerini.

Şiir kadar saf, yanık bir türkü kadar kasvet vericidir yüreklerde bıraktığın izler… Şimdi ciğerlerime nefes yerine sana dair sıla hasretini çekiyorum gece gündüz demeden… Bağırsan duyamam ki sesini, çağırsan koşup gelemem yollar ırak… Özlemin kor gibi yakar yüreğimi. Hoyrat rüzgârlarına salmışım yalın ayak çocukluğumu. Bereketli topraklarında bulmuşum sofraları süsleyen bin bir türlü lezzeti. Ayran kokan yayık tereyağının tadını çoktan unutmuşum. Gökten boşalırcasına yağan yağmurlarında ıslanmayı ne çok özlemişim. Ya köy çocuklarıyla toprağa çömelip misket oynamayı… Mile(misket) oynamak için evdeki gömleklerden kopardığım kopçalar(düğmeler) için yediğimiz dayaklar hiç unutulur mu? Hepsinin acı tatlı hatırası kaldı belleğimde. Zamanın mahzeninde nostaljiye dönüşmüşler şimdi. İnsanıyla, havasıyla, dağıyla, taşıyla, kuşuyla bir başkadır memleketim. Gurbet yazgısı alnımıza kazınalı beri türkülerde bulduk teselli… Kavuşmak mı, kim bilir daha ölmedik.

Köprübaşı; göklere komşu köyleriyle, yemyeşil yaylalarıyla, oksijen deposu ormanlarıyla yalancı bir cennettir benim gözümde. Şehirlerin kasvet verici havası burada yerini bir tatlı huzura bırakır. Mısır ekmeği ile yoğurt bir araya gelince değmeyin keyfimize. Başka bir şey aramayız gayri. Yanında bir de fasulye turşusu olursa kral sofrasına dönüşür.

Köprübaşı derin bir vadide geleceğin rüyasını görür her gece. Türkiye’ye mal olmuş değerleriyle mağrurdur şüphesiz. Bir kenarda unutulmuş olsa da, umutlarını yitirmez hiçbir zaman. Yarınların bugünlerden daha güzel olacağı düşüncesini kaybetmez bu küçük, şirin yer... Bir gün hatırlanacağını, gözlerin kendisine döneceğini, iş ve aş kapıları açılacağını hayal eder durur. Yarınların gül kokan sabahlarına bırakır düşlerini. Ayrılık ateşinin bir gün vuslatla dineceğini, gurbete savrulan evlatlarına kavuşacağını umut eder ağaran şafaklarda. Umut dağları göklere değdirir başını. Aynaların hakikatlerle yüzleşeceği günler yakındır besbelli.

Köprübaşı hatıralarımın mahşeridir. O anılar ki şimdi gözümde canlanır, nostalji vatan yapar içimde. Neler yaşamadık ki bu güzel topraklarda, neler görmedik ki acıya ve hüzne dair… Anamın nasırlı elleriyle yoğurduğu hamurlar kabarınca cirikta etmek için toplanırdık soba başına. Zeytinyağında nar gibi kızaran ciriktaları paylaşmak hiç de kolay olmazdı. Ne mücadeleler verirdik bir parça cirikta için… Kızgın yağın etrafında nice cambazlılar yapardık. Bir tas sıcak çorbaya kanaat ederdik. Sabahları muhlamaydı ve kuymaktı baş yiyeceğimiz.

Dağların ardındaki şehir Köprübaşı, Manahoz deresiyle nice sırlarını paylaşır. Bulutların sadık dostudur. Arpalı’dan yola çıkan köpüklü sular Sürmene’de masmavi sulara karışana kadar, başını taştan taşa vurarak yol alırlar. Toprağa can vermesi gereken sular boşa akar durur hep... Güneş her seher vakti karanlığın kalbine indirir gümüş işlemeli hançerini. Gündoğan, Akpınar, Fidanlı; Köprübaşı’na tepeden bakar ağlamaklı gözlerle. Arpalı karlı dağların eteğinde üşür zemherilerde. Yalnızlığı kendine yoldaş edinir çaresizce. Çifteköprü, Güneşli, Yağmurlu; Köprübaşı’nın birbirinden güzel köyleridir. Türk futbolunun gözbebeği, yeşil sahaların yıldızı Fatih Tekke, Çifteköprü’dendir. Onunla gurur duymaktadır bu şirin köy.

Köprübaşı yalnızlıktan bıkmıştır, eski günlerini özlemektedir. Gidenler geri gelmez, gelenler burada kalmaz. Büyükdoğanlı, Dağardı, Emirgan, Konuklu, Küçükdoğanlı, Yılmazlar; Beşköy’ün bahtı karalı köyleridir. Büyük acılar yaşamışlardır 1998 senesinde. Aradan on yılı aşkın bir zaman geçse de her yıl 7 Ağustos’ta acılar tazelenir Beşköy’de. Bu beldede yetişmiştir Recep Yazıcıoğlu’yla Adnan Kahveci... Bu topraklarda hayata açmışlardır gözlerini. Bu derelerin berrak sularından kana kana içmişlerdir. Bütün Türkiye gibi Köprübaşı da bu mümtaz insanları unutmadı, bundan sonra da unutmayacak. Onları gönlünde yaşatacak.

Harmantepe’de zaman bir anıtın gölgesinde canlanır. Bu anıta bir tarih kazınmıştır altın harflerle. Bu anıtta dile gelen görkemli bir tarihe kulak verelim: “26 Haziran 1916’da Türk kuvvetleri hücuma geçerek Ağaçbaşı Yaylasındaki Rus kuvvetlerini Soğuksu’ya çekilmeye mecbur etti. 29 Haziran 1916’da Harmantepe Kabanbaşı hattında 36 saat süren muharebelerde 60. alayımız topçu atışı ve süngü hücumu ile Rus kuvvetlerini perişan ederek Avulot’a kadar püskürttü. Bu çatışmalarda 60. Alay 7 zabıt, 150 nefer zayiat verdi. 15 Temmuzda Bayburt, Ruslar tarafından işgal edildiği için Türk kuvvetlerine geri çekilme emri verildi. Türk kuvvetleri Harmantepe’yi şehit Bayram Çavuş ve arkadaşlarına emanet ederek çekilirken tepeyi Bayramtepe olarak selamladılar.” Bu yiğitler şimdi dağ başlarını tutmuştur hatıralarıyla. Tarih onları çoktan kaydetmiştir unutulmazlar listesine. İşte bu noktada sözler dudaklarımdan süzülüp kahramanların aziz hatırasıyla berceste mısralara dönüşür şimdi:

“Dağların kucağında uyuyan yiğit erler
Mübarek kanınızla vatanlaştı bu yerler
Alır mı mermer taşlar teninin ateşini?
Çoktandır arş-ı âlâ görmedi bir eşini”

Köprübaşı sözcüklere ve sözlüklere sığmayacak kadar büyük ve anlamlı benim gönlümde. Bu vadinin eski güzel günlere dönmesi, dostların gurbet elde değil, doğdukları yerde doyması en büyük dileğimizdir. Gül kokulu memleketim her gün büyür sana hasretim!

5 Şubat 2009 Perşembe

Somuncu Baba Dergisi'nin 100. Şeref Sayısı

M.NİHAT MALKOÇ

“Dergi hür tefekkürün kalesidir” demişti Cemil Meriç “Bu Ülke” adlı kitabında… Gazeteler günün haberlerine değinir ve bunları değişik açılardan yorumlar; bu yüzden bir günlük ömrü vardır gazetelerin. Ya dergiler; dergiler öyle midir? Gazetenin aksine dergiler daha kalıcıdır. En azından yayınlandığı dönem içerisinde hayatiyetini sürdürürler. Birçok aydının duygu ve düşüncelerini iki kapak arasına alan dergiler fikriyatımıza ışık tutarlar.

Türkiye’de son yıllarda çok sayıda dergi çıkarılıyor. Fakat bu dergilerin çoğu magazin içeriklidir. Bu dergiler çok kere okunmak için değil, şöyle bir göz atmak için alınıyor. Ben o dergiler için harcanan kâğıtlara ve o kâğıtları elde etmek için kesilen güzelim ağaçlara yanıyorum. Kitapçı raflarında bu dergi kalabalığında faydalı dergiler de gözden ırak oluyor.

Bazı dergiler vardır ki belli bir zaman sonra bağımlılık oluşturur insanda. İyi bir okuyucu satın aldığı bu dergileri okuyunca çöpe atmaz; onların arşivini tutar. Bu aslında bir ilgi ve merak meselesidir. Bazıları da aldığı dergileri gazete karıştırır gibi şöyle bir gözden geçirerek elinden atar. O dergiler kısa zamanda içeriğinden faydalanılmadan zayi edilir.

Malatya’nın Darende ilçesinde uzun yıllardan beri Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından “Somuncu Baba” adında çok kıymetli bir dergi çıkarılıyor. “Somuncu Baba” bir Allah dostu… Asıl adı Hamid Hamidüddin…1331–1412 yıllarında yaşamış bir Hakk âşığı… Şeyh Hamid-i Veli’nin kabri Malatya’nın Darende ilçesinde Somuncu Baba Camii’nde bulunmaktadır. İşte Somuncu Baba dergisi de bu büyük zat etrafında kenetlenen Hak dostları tarafından 15 yıldan beri yayınlanmaktadır. Bu zengin içerikli dergi A. Şemsettin Ateş tarafından 15 yıl evvel kurulmuştur. Derginin imtiyaz sahipliğini Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı adına Sebahaddin Ateş yapmaktadır. Derginin Yazı İşleri Müdürü Hulusi Yayla ve Yayın Editörü Musa Tektaş, her ay zorlu bir hazırlığa koyularak okuyuculara bir önceki sayıdan daha zengin muhtevalı bir dergi ulaştırabilmenin mücadelesini vermektedir.

Somuncu Baba dergisi sadece dinî içerikli bir dergi değildir. İlim, kültür ve edebiyat alanında çok değerli yazı ve şiirlere de yer vermektedir bu güzide dergi… Farklı tasarımı ve boyutuyla, kullanılan kâğıdın kalitesiyle ve en önemlisi de içeriğiyle benzerlerine fark atmaktadır. Bu dergiyi alan okuyucu, bir ay boyunca onu elinden düşürememektedir. Bu derginin sayfalarında öyle yazılar yayınlanıyor ki insanın o yazıları defalarca okuyası geliyor. Zira bu ak yazılar gönülden gönüle çelik kadar mukavemetli maneviyat köprüleri kuruyor.

Türkiye’de dergicilik yaparak köşe dönen insana rastlamak pek mümkün değildir. Hemen her dergi belli bir fedakârlık neticesinde vücut buluyor. İşte Somuncu Baba dergisi de zor şartlarda, büyük fedakârlıklar gösterilerek hazırlanıyor; hiçbir ticarî gaye gütmüyor.

Maneviyat kokan Somuncu Baba dergisi çok şükür ki bu ay itibariyle yüzüncü şeref sayısına ulaşmış bulunmaktadır. Allah rızasından başka gayesi olmayan bu yayın, uzun ömür sürmeli bundan sonra da… Bu gülistan soldurulmamalı. İri güller yetişmeli bu aşk diyarında. Geleceğimizin inançlı ellerde yükselmesi ve nesillerin ıslahı için bu yayınlara olan ihtiyaç her geçen gün daha da artmaktadır. Bu dergiler selülozdan üretilen kâğıdı ebedileştirmektedir.

Anadolu’da çıkan bir derginin yüzlü sayıları görmesi sıkça rastlanan bir durum değildir. Üstelik Somuncu Baba’ya, derginin ötesinde aylık yayınlanan ortak kitap da diyebiliriz. Zira çoğu sayıları yüz sayfayı buluyor, bazıları da yüz sayfayı aşıyor; üstelik içeriğini bozmadan, kalitesini koruyarak gerçekleştiriyor bu üstün başarıyı. Bir de sıra dışı çocuk ilavesi veriyor yanında. Derginin mizanpajcısından yazarına kadar herkes olağanüstü bir gayretle ve inançla her ay uzun ve yorucu bir maneviyat yolculuğuna çıkıyor.

Dergi, bu ayki yüzüncü sayısında geçmiş sayıların arşivi olan bir CD ve 48 sayfalık bir de ek veriyor okuyucularına. Bu ekte Türkiye’nin önemli insanları, kanaat önderleri Somuncu Baba dergisiyle ilgili düşüncelerini dile getiriyorlar. Ne diyelim Allah başarılarını daim etsin. Rabbim torunlarımıza Somuncu Baba dergisinin bininci sayılarını da görmeyi nasip etsin.

3 Şubat 2009 Salı

Davos'ta Osmanlı Haysiyeti

M.NİHAT MALKOÇ

Ortadoğu ve Filistin uzun yıllardan beri huzura ve barışa hasret yaşıyor. Bu topraklara bir türlü barış ve demokrasi gelmedi. Daha doğrusu getirilmek istenmedi. Birilerinin işine gelmedi demokrasi ve barış… Bazıları kanla beslendi, iktidarını kanla sürdürdü. Arada ezilen mazlumlar oldu. Ezilmek ne ki!... Canlarını bedel olarak verdiler… Toprak kanla sulandı.

İsrail, 1948’de Filistin toprakları üzerinde kurulmuş, yasal zemini olmayan bir devlettir. İsrail kurulalı beri Filistinliler için hayat çekilmez bir çileye dönüştü. İsrail, Filistin’i her geçen gün ezerek, yıldırarak ondan toprak kopardı, sınırlarını genişletti. Fakat yine doymadı, bundan sonra da doymayacak. Filistinlileri topraklarından çıkarıncaya kadar çirkin saldırılarına devam edecekler. İsrailliler hâl ve hareketleriyle her geçen gün saldırgan devlet imajını pekiştirdiler. Filistin’i açık hapishaneye çevirdiler. Füzelerin cehenneme dönüştürdüğü Gazze kan gölüne çevrildi. Hayatta kalanlar açlığa mahkûm edildi. Türkiye’nin gönderdiği yardımlar Filistin’e sokulmadı. Tırlar günlerce sınır kapılarının açılmasını bekledi.

Son Gazze saldırılarında 1200 kişi hayatını kaybetti. İsrail, Filistin’e karşı bütün silahlarını denedi. Orantısız güç kullanıldı. Hedef Hamas denildi; fakat füzeler sivilleri hedef aldı. Evler Filistinli gariplerin başına yıkıldı. Gazze adeta bir korku ve ölüm müzesine dönüştürüldü. İsrail BM’nin binalarını ve okullarını bile yıktı. BM kararlarını tanımadılar. Cenevre sözleşmesini ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini kabul eden İsrail, bu sözleşmelerin hükümlerinin hiçbirine uymadı. Buna karşılık dünya devletlerinden yaptırım da görmediler. Dünya Gürcistan’a gösterdiği hassasiyeti hiçbir zaman Filistin’e göstermedi.

Davos’ta yaşananları yediden yetmişe herkes biliyor. Bir haftadan beri televizyonlar Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki haysiyetli çıkışını ekrana getiriyor. Başbakanımızın bu onurlu çıkışını gelin bir hatırlayalım: “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum. Sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış 2 kişinin bana çok önemli lafları vardır. Filistin’e, tankların üstünde girdiği zaman, ‘kendimi bir başka mutlu addediyorum’ diyen başbakanlarınız var. Tankların üzerine çıkıp da ‘Filistin’e girince mutlu oluyorum’ diyen başbakanlarınız var. Ve bana sayılar veriyorsunuz. İsmini de veririm, belki merak edenleriniz vardır…. Tevrat’ın 6. maddesi der ki ‘öldürmeyeceksin.’ Burada öldürme var. Bu da çok enteresan…(Başbakan salonu terk ediyor…) Benim için de bundan böyle Davos bitmiştir. Daha Davos’a gelmem. Siz konuşturmuyorsunuz. 25 dakika konuştu, 12 dakika konuştum. Olmaz.”

İnanın Türkiye bu onurlu çıkışı çok özlemişti. Zira bu sert çıkış, devletin en üst makamında bulunan bir yetkili tarafından gerçekleştirilen, yakın tarihe damgasını vuran haysiyetli bir tepkidir. Bugüne kadar böyle dik durulmadı İsrail karşısında. Hep Polyannacılık oyunu oynandı. Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır biçimde dik ve onurlu bir tavır sergiledi. Filistinliler ve bütün mazlum milletler yalnız olmadıklarını anladılar.

Filistin, Osmanlı’nın bir parçasıydı. Geçmişte Yahudiler Filistin’de oluşturulacak Yahudi yerleşim merkezleri karşılığında 2. Abdülhamid’e 20.000.000 pound önermişlerdi. Sultan 2. Abdülhamid, devletin paraya çok da muhtaç olduğu bir zamanda bu teklifi sertçe geri çevirerek teklif sahiplerine şunları söylemişti: “Bu toprakların bir karışını bile satmam, çünkü bu topraklar bana değil, halkıma aittir. Halkım bu toprakların her karışı için kanını feda etmiştir… Türk imparatorluğu bana değil Türk halkına aittir. Bu yüzden onun hiçbir parçasını geri veremem. Bırakın Yahudiler paralarını kendilerine saklasınlar. İmparatorluğum çöktüğünde Filistin’e para ödemeden sahip olacaklar. Cesetlerimiz paylaşılabilir fakat yaşayan bir vücut üzerinde herhangi bir operasyon yapılmasına izin veremem”.

Türkiye büyük bir ülkedir. Bize Abdülhamit gibi, Erdoğan gibi dik durmak yakışır.