23 Ağustos 2009 Pazar

İSTİKLAL CADDESİ’NDE DÜŞLERİN SICAĞINDA…

M.NİHAT MALKOÇ

Sımsıcak bir temmuz akşamında Şişli’den Taksim’e inerken düşlerin ve düşüncelerin sıcağında kavruluyorum. Etrafımda mahşeri bir kalabalık akıyor kaldırımlardan. Herkesin düşleri gökkuşağı misali başka başka… Kimi evlendireceği çocuğunun çeyizlerini tamamla(yama)manın, kimi kredi kartı borcunun, kimi ay sonunu getirebilmenin hesabı içerisinde dalgın dalgın yürümekte. O dalgınlık içerisinde burnunun ucunu bile göremiyorlar. İstanbul’un doyumsuz güzelliğini doyasıya seyredemiyorlar. İnsanlar binlerle ifade edilse de muhabbetten dem vuranların sayısı bir elin parmakları sayısına bile ulaşabilmiş değil.

Şişli’den Taksim’e inen yolda bir abide gibi yükselen Harbiye Orduevi’ni temaşa ediyorum. Bir zamanlar(sene 1994) burada asker kıyafetiyle az tavşankanı çay içmedik. Zira askerliğimi Küçükyalı’daki Kenan Evren Kışlası’nda Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda önce asteğmen, dört ay da teğmen rütbesiyle yapmıştım. Orduevine uğrardık çoğu zaman. Müzeyi gezince bir başka gururlanırdım. Şimdi terhis olup yabancı düştük bu güzel mekânlara.

Taksim Meydanı bugün de her zamanki gibi kalabalık, hani derler ya iğne atsan yere düşmez… İşte öyle… Herkes bir yerlere koşturuyor. Hava sıcak, temmuz sıcağı vatandaşın ensesinde boza pişiriyor. Fakat bu durum meydanın kalabalığından bir şey eksiltmiyor.

Taksim’den aşağı inerken köşede tavuk dürüm yiyip açlığımı yatıştırıyorum. İnsan gezdikçe acıkıyor zira… Biraz aşağıda İstiklal Caddesi kendine davet ediyor insanları. Ben de bu güzel davete icabet edip kendimi İstiklal Caddesi’nin kollarında buluyorum. İstiklal’den insan denizi akıyor sanki. Genç yaşlı, kadın erkek, yerli turist demeden herkes İstiklal’in kucağına atmış kendini. İkindi vakti geçmek üzereyken kendimi o bölgedeki tek cami olan ve beni her gidişimde hüzünlendiren Ağa Camii’nde buluyorum. Beyoğlu’daki bu küçük, şirin mabedi 1596’da Hüseyin Ağa yapmış. İyi ki böyle bir ibadethane yapılmış, yoksa insanlar namazlarını kılacak yer bulamazdı bu kalabalık caddede. Bu camide bir zamanlar Abdülhakim Arvasî Hazretleri de imamlık ve vaizlik yapmıştır. Necip Fazıl onun buradaki vaazlarına iştirak ederek 33 yaşından sonra hidayete erişerek Hakk’ı bulmuştur. Koskoca Beyoğlu’da, bu kalabalık nüfusun aktığı bölgede başka bir cami yok. İşte bu demlerde Nazım Hikmet’in çok sevdiğim bir şiiri olan Ağa Camii’nden şu dizeler düşüyor muhayyileme:

“Havsalam almıyordu bu hazin hâli önceÂh, ey zavallı cami, seni böyle görünceDertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;Allah’ımın ismini daha çok candan andım.Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!...”

İkindi namazını Ağa Camii’nde eda ettikten sonra kendimi yine Beyoğlu’nun bize çok yabancı kucağına bırakıyorum. İstiklal Caddesi’nin dili bana biraz yabancı geliyor. Fakat bir hoşgörü mekânı olarak gördüğüm İstiklal Caddesi’ni bir başka seviyorum. Zira bu cadde üzerinde cami, kilise ve sinagoglar sırt sırta vererek inanç yelpazesi oluşturuyorlar.

Biraz aşağıya inince her köşe başında halktan bir grubun açık hava resitali verdiğini görüyoruz. Yani İstiklal’de herkes kendi meziyetlerini mevcut kalabalığa gösteriyor. Fena da çalıp söylemiyorlar. Dinleyenler grubun önündeki şapkaya gönlünden kopanı atıyorlar.

Caddenin orta kısmında Mısır Apartmanı yükseliyor. Bu binanın önünden geçerken İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif geçiyor aklımdan. Zira millî şair burada vermiş son nefesini.

Eskilerin Cadde-i Kebir(Büyük Cadde) olarak adlandırdığı İstiklal Caddesi hayatın ta kendisi… İstanbul’un özeti gibidir bu büyük ve görkemli cadde… Her türden insan vardır burada. Hacısı hocası, yankesicisi, uyuşturucusu, sanatkârı, sahtekârı… Hepsi ama hepsi…

İstiklal Caddesi’ni anlatırken nostaljik tramvaydan bahsetmemek olur mu? Zira o da bu caddenin sembolleri arasındaki yerini almıştır. Ya caddeyi ortadan ikiye bölen Galatasaray Lisesi’ni… İstiklal Caddesi’ni anlatmak kolay mı? Onu yaşamak lazım yüreklerde...

Hiç yorum yok: